30 Ocak 2012 Pazartesi

KUM TANELERİ ve NARSİZM ÜZERİNE







Her biri eşsiz sanarmış kendini..Hepsi tek..Eşsiz..Ve hatta benzersiz.. Hepsiz ölümsüz.. Kırılganlıktan pay almamış..
Her biri ayrı kokar.. Denizin kokusu her birine ayrı sinmiş.. Güneşte en parlak, karın altında en sıcak, rüzgarda en özgür, yağmurda en tutunan...

Onlara kalsa her biri için ayrı  ayrı dönerdi dünya...Ve tüm masallar onları anlatırdı.. Tüm şarkılar onlara adanmış ve tüm önsözlerde isimleri kalın puntolarla yazılı...


Küçük bir camekana hapsedilene dek sürmüş narsist sanrıları. O darboğazdan hep birlikte ıkınarak geçene dek cüsseleriyle bile övünmüşler ne acı.. Metrelerce sahilde dirhemlerce sürmüşlerdi oysa hükümdarlıklarını.. Ah o fütursuz KUM TANELERİ. Binlercesi tutuklanıp küçük bir kum saatinde alınca soluğu, işte ancak o zaman basabilmiş kafaları ,birbirlerine aslında ne de çok benzediklerine. Ve sıvası dökülmüş küçük bir camcıda özensizce yaslanınca duvara, işte ancak o zaman farkedebilmişler ne kadar kırılgan olduklarını... Küçük bir  çocuğun avucunu doldurup savrulunca denize, işte o zaman hissetmişler yalnızken ne kadar zavallı olduklarını.

Suya kavuşunca ve dibe vurunca diğer tanelerle birlikte, derin bir oh çekmişler. Ve vakit dolup da kum saatinin dibine her çöktüklerinde kalabalıklarından keyif almış; camcıdan taşınınca küçük bir evin daha küçük bir odasına, ve hayatlarında ilk defa yalnız bir yüze yaren olunca yarattıkları yansıma, işte o zaman yeniden ve sahiden ne kadar eşsiz olduklarını keşfedivermişler..

Kum taneleri, en kalabalıkken en yalnız ve en yalnızken taparlarmış kendilerine. Oysa en çaresizken en dürüst ve en dürüstken en kalabalıklarmış, bu yüzden benzetiverdim onları KENDİME...

12 Ocak 2012 Perşembe

BUMERANG




Elleri perdeye pek gitmezdi aslında. Açsa da karanlıktı oda.Aydınlansa da gün tezcanlıydı.
Onca gün batırmıştı ömrü..
Ve o sessizliğe paçalarına kadar batmış oda havalansa ne yazardı..
İçeri kimbilir ne nispetli kahkahalar dolardı...

Gülüşünü aynada görse ağzını eliyle kapardı.Öyle yabancıydı kendi neşesine
ve saçlarını her gün daha tarifsiz bir iştahla yutan tarağa küsmediyse eğer, sebebi
suçladığı aceleci yıllardı..

Yarısı dolapta kurumaya terkedilimiş bir limon gibiydi..İşte bu kadar ipsiz sapsız ve çaresiz bir sevgiydi onunkisi.
Elleri ceplerindeydi umudun
ve onun kalbine "artık" hiç dokunamayışı  bu yüzdendi..

Kırışmış eski bir fotoğrafta kalmış utangaç bir gülümsemeydi aşk..
Kalp kıramaz ve can acıtamazdı sorsanız..Oysa sesini hatırlatan rüzgar, değil can acıtmak
Ruhunu bir kaşık suda boğardı.

Bazen, belki bazen bile değil, belki sadece "nadiren"
Kendini şanslı sayardı.
İşte  o gün de, pencere önünde ve karın ayaklarının altında ezilerek hüzünle birbirine sokulan yavru kedileri gördüğünde,
kendini hiç olmadığı kadar şanslı saydı.

Öylesine genç olmadığı için..
Ve sokularak güç alacağı, ve daima yanında olacağını sandığı
kimsesi olmadığı için..

Çünkü geçen yılların yegane hatırası cebindeki tekleyen saat değildi elbette.
Umut her ömrün sırıtkan bumerangıydı ona göre. Geri dönerdi elbet, ama cepleri boş.
Sevilmek, kazanmak, gülümsemek, sahiplenmek, ait olmak...
Ebedi sanardınız umudun şuur kıran etkisiyle .Ve aksine kafanızın basması
etinizin buruşmasıyla eşzamanlıydı..

Hepi topu bunu anlamıştı "ummaktan" o kocamış ömründe..
Ve pencereyi açıp kedileri içeri almayışı tam da bu yüzdendi.
Umut, yarın yerini boşluğa bırakacak bir gülüşse,
Tekrarı olmayacak bir öpüşse, sonsuza dek tutamayacak bir baba eliyse eğer,
Elindeki sigara bile daha merhametliydi ciğerlerine..

Öleceklerini bile bile,
titreyen parmaklarıyla isteksizce araladığı perdeden çekti elini
Sönmemiş sigarasına aldırmadan,
bir diğerini yaktı.  

9 Ocak 2012 Pazartesi




O meşhur bardağın dolusunu, boşunu değil, yalnız ve yalnızca kırılganlığını görüyorsam eğer; ne optimist ne pesimist ne de realistim ben..Bildiğin kadınım işte..

5 Ocak 2012 Perşembe

TABİ...BİTTABİ...



Şimdi sorsam size orta yerden,

gitmek mi, kalmak mı?
dinlemek mi, konuşmak mı?
yapmak mı, olmak mı?
sevmek mi, sevilmek mi?
Acaba ne dersiniz? Bu birkaç klişe soru ve fazlası, ve benzerleri, ve türevleri, benim "neden hep EVET?"imin cevabı olmasa, sormak aklıma bile gelmezdi..Ama pek çoğumuzun "hayır"fobisinin bu soruların cevabıyla öylesine ilintili olduğunu düşünüyorum ki, cevap almama pahasına sormasam rahat etmezdim..

Aslında daha işin başında benim cevabımı buldunuz..Ben ki cevapsız bir soruya niyet etmişim, demek ki ben "kalmak" demişim.."dinlemek" demişim.."olmak"...ve "sevilmek"...Anlayacağınız, ben biraz edilgenmişim.. İşte bu yüzden tahmin edersiniz ki, "hayır" benim koğuşun ağası değil... Çünkü ben, belki pek çoğu gibi, kırılmayı kırmaktan kolay bilmişim. Demek midir ki kırmamışım...Yok, onu da yapmışım, ama hiç istemeden..Bazen çok az isteyerek...Daha fazlası değil..En azından bana sorarsınız öyle..


Küçükken, annem ve babamın -öğretmen olarak- görev yapacağı bir köye taşındık. Okulun hemen yanında taştan bir ev yapılmıştı. Kooperatif diyorlardı adına. Köylüler babama bir de kümes yapıverdi, içine de birkaç tavuk... Kısa süre sonra yeni bir ev inşa edildi hemen yanı başına.Oraya taşındık. Önce anlamadım, neden taşınmıştık? Güzeldi bizim evimiz..Taştandı..Sıcaktı..Tavuklarımız ne olacaktı? Sonra babam "üzülme" dedi, "kümes hala bizim, zaten evler de bitişik..Bir de yeni arkadaşın olacak üstelik". Okula tayin edilen bir öğretmen ve ailesi içindi bu değişiklik. Bir de yaşıtım olan küçük bir kızları vardı..Buraları hızlıca geçeceğim...Bir gün bahçede oyalanıyorken, kümese takıldı gözüm. Hiç dokunmamıştım tavuklara. Korkar, uzaktan severdim. Kümese hiç girmemiştim; korkar, gözümü kapatır, içini hayal ederdim. Altın samanların altına saklanmış bembeyaz yumurtaları düşlerdim. Anneme yumurta götürsem, eve ekmek getiren baba gibi..Annem gurur duysa...Minik omuzlarım kabarsa..Bu hayalle bahsi geçen omuzuma cesaret konuverdi.. Daldım kümese, içi hayalimdeki kadar geniş ve görkemli değilse de hala gizemliydi. Zavallı tavuklar panikle koştururken dışarı, ben küçük ürkek ellerimle samanı karıştırıp yumurtayı kapıverdim. Hızla ve neşeyle, kalbim çarparak, iki adım uzaktaki eve koşup kapıyı tıklattım. O bizim kümesti ama, babama inanmıyormuşçasına, belki bunu yaptığımdan kimsenin haberi yok diye, paniklemeye başlamıştım ki, komşunun o sert bakışlı kızı karşımda beliriverdi. Donakaldım. Elini uzattı, çaktı "ver" işaretini. Nasıl da görmüştü? Hiç tereddüt etmeden duvara dayanıp arkama sakladığım yumurtayı uzatıverdim. Uzaklaştı..Annem kapıyı açtı, usulca, bakışlarım yerde, eve girdim.

Bunu şu yüzden yazdım; ben hayır'lara pek müsait durumlarda bile adeta "evet" kusuyorum hala."olur...tabi..bittabi.. hı-hı.." Hala, "bunu kesinlikle istemiyorum" diyemiyorum. Bazen "hayır" ları ertelemek uğruna yalanlar bile söylüyorum.
Gerçekten merak ediyorum, siz yapmıyor musunuz?
Siz o yumurtayı alıp, o küçük kızın buyurgan tavrıyla dalga geçerek, kapıyı açan annenize mi uzatıyorsunuz?
Siz "hayır" demeyi biliyor musunuz?
...

4 Ocak 2012 Çarşamba

DÜNYANIN NERESİNDEYİM?




Fakir değil ama pek çok şeyin lüks sayıldığı bir çocukluğum oldu. Ama ben hayal kurmanın
sahip olmaktan çok daha zengin bir oyun olduğunu keşfetmiştim bile. Belki mecburiyetimi inkar ediyor anılarım.
Belki marifet Polyanna sufleleriyle dolup taşan parlak çocuk aklımda değildir.
Beni hayal kurmanın sarhoşluğuna ,vitrin camının DAİMA arkasında kalan o haylaz oyuncaklar itmiştir belki.

O yüzden altın saçlı barbie bebeklerim yoksa da onyüzbinlerce beyaz sayfam vardı. Ah o şefkatli defter sayfaları..
 Mahalle mahalle gezip yoksul çocukları eğlendireceğim gezici lunapark çizimlerim
fizik bilgisinden en yoksun halleriyle şuursuzca,kondu o sayfalara.
Herkes, " onu yapma!" "bu yasak!" "sana yakıştı mı bu şimdi!" diyerek etrafımda işaret parmaklarıyla örülü
bir çember çizerken, o defter sayfaları bana asla "işte şimdi saçmaladın!" demedi.

Bu cesarettir ki, çocukluğumu
diğer çocukları mutlu edeceğim bir evren hayaliyle doldurup taşırmıştı. Taştığı noktada ben artık gençliğinin
ilk çağlarında asi bir kızdım ve kimseyi kurtarmaya niyetim yoktu kendimden başka. Çünkü o defter sayfalarının
bilgeliğiyle hoş görülmüş komik projelerim, ergen aklımca hor görülüyordu artık. Dünya kurtarılmayı bekleyen
afetzede değil, tırnaklarını etime keyifle geçirmiş sırıtkan bir gardiyandı daha çok. Ve ben o kadar önemliydim ki,
bir kere beni zalimce hapsettiği mahzenin kapısını kırsam, dünya tarihi değişecekti !...

Farkındalığım geçen yıllar süresince metamorfoza uğramaya devam ederken, bazen kurtarıcı bazen mağdurum ben.
bazen "düşmek mi? ne münasabet'im..." bazen " ah, dünya bir el verse"yim. Ispanağın etkisi geçinceye kadar Kabasakal'ın
göbeğini yumruklayabilirim ama sonrasında, gördüğü ilk kanepenin altına patinaj atarak koşan yavru kediyim..
Herkes için durum böyle midir bilemiyorum ama hem güçlü hem zayıfım ben..
Ve bu yüzdendir ki dünyanın bir altında, bir üzerindeyim...

3 Ocak 2012 Salı

Aşkın ömrü kaç metre?



Aşkın ömrünü tartışıyorlar Okan'da...İşte bunu anlamak çok zor benim için..
Çünkü bana kalırsa, aşka ömür biçmek, soyunmadan giyinmek;
her doğan bir gün ölür diye cenini rağme mühürlemek...
Unuturum diye ezberlememek, nasılsa gider diye kapı göstermek,
kucaklamak isterken tekmelemek..

bana sormayın derim ama
ille de sorarsanız,

demlenmemiş çayı tazelemek ya da okunmadık şıkkı işaretlemek...Sonuna gelinmemiş sokağın başında
çıkmaz deyip geri dönmek demek..

Aşka ömür biçmeye benim cetvel yetmez anladığınız.Benimki başkasına zimmetli lafı
ağzımda gevelemek..

CEVİZ KINASI



Zamanın giysisi yok... En az kral kadar çıplak çünkü, ahalinin realisti o küçük çocuğa göre...Biz bilmeyiz,Kamuflajı sevmez zaman.
Bu yüzdendir ki onu özenle giydirir, saçlarını tarar, makyajını tamamlar ve keşke'lerin ağır parfümünü sıkıp üzerine, karşımıza oturturuz onu. Zaman bizimle kahve içmek ya da sohbet etmek istemez. O boş ve dolu vakitlerinde yürümeyi sever çünkü.Tempolu... Ama biz kalıp merakla anılarımıza kulak versin isteriz. pişmanlıktan bahsederiz, hasretten, unutulmaktan ve unutamamaktan..Zamanın kulakları sağır oysa, bir bilsek...Zaman dinlemez; işitmez..
"Hani..'ler, "hatırlar mısın?" lar zamanın akıl süzgecinden geçmez.


Her daim açtır zaman her şeye. Ama geçmişe kurulan sofralar iştahını cezbetmez. Kibarlıktandır, davetimizi reddetmez... Biz anneannemizin çocukluğumuzda yaptığı o meşhur köfteyi yağını akıtarak çatallayıp, annemizin bamyasını elimizin tersiyle iterken, o güzü uzaklara dalmış
karnımızın doymasını bekler.

O hiç unutamadığımız ceviz ağacının tepesinde tepinirken biz, ayağıyla sabırsızca ritim tutarak bekler aşağıda. İnsek de gitse'dir. Heyecanla ve gözlerimiz dolarak kucağına fırlattığımız taze cevizin kınası, zamanın şeffaf ellerine işlemez. Ve ruhumuza heyecanla saldıran o meşhur ceviz kokusu, zamanın hiç de ilgisini çekmez...

Zaman yürümek ister. Sandığımızın ve tanıdığımızın, umduğumuzun ve yakıştırdığımızın tam tersi yazar onun kimliğinde.
Zaman yamalı giysiler giyer..Zaman tozlu...Zaman naftalin
kokulu...Zamanın cebi cam bilyelerle dolu. Ve topaç çevirmekten nasır tutmuş avuçları... Sanırız. Değildir
Sanmaktan yorulmayız.

Oysa en az bizim kadar farkındadır o, bizim "eskitmeyi" aslında ne de çok sevdiğimizi... Eski ev, eski araba, eski mahalle, eski sevgili, eski yıl... Adını eski koyup tavan arasına fırlatmaya bayılırız, herkesi ve her şeyi...
Tereddüt etmeden.
Fakat baş uçlarında uyumayı da ihmal etmeden. Çünkü biz zaman tavan arasında yaşar sanırız.

O elimizi tutmaktan çekinir ama, gidelim ister. Gözümüzü kör ettiğimiz yolun devamını görelim diye.. Ama biz ya tüm "eski"leri sırtlanıp katılırız ona - ki her adım bir ışık yılı uzunluğunda sürer, ya da " sen git, seni yavaşlatıyorum ben" edebiyatı yaparız. Zaman durur mu?
Çeker gider.
Ve biz, tavan arasındaki tozlu anılarından biri oluruz kendi ömrümüzün.
Elleri ceviz kınalı biz..Kalır, bir türlü gidemeyiz...