Yıl 2007
olsa gerek. Şehir şehir geziyoruz, küçük ama müzik tutkusuyla her sahneye
yetişen bir grup. Ablam arıyor,
-Görkem
diyor, Hasankeyf sular altında kalmasın diye çıkar mısın sahneye?
-Sahneye
çıkarım da, inerim de, nasıl istiyorsan..
.Grubumla görüşüp haber veririm ablacığım, diyerek kapıyorum telefonu.
Grup
arkadaşlarıma götürüyorum teklifi. Hasankeyf’i duymuşlar elbet ancak, masum Dicle'yi, ona uzanan ellerce canına kastettirileceği tarihi benden öğreniyorlar, hevesle kabul ediyorlar. Elbette
gönüllü olarak katılacağımız bir etkinlik bu, kimsenin fazlasını bekleme açlığı
yok. Ancak yol paramızı karşılamak istiyorlar ki esasen en azından buna
ihtiyacımız var zira müzik grubunun tamamı makarnayla yatıp kalkan öğrencilerden ibaret.
O güne dek
tüm konserlere otobüsle gitmişken, Hasankeyf'i yaşatma girişimcileri, etkinliği
düzenleyen insanlar bize uçak bileti alıyor.İçimiz cız ediyor, şaşırıyoruz bir
yandan..Önemseniyoruz galiba..? Uçağa binip Batman hava alanında iniyoruz. Yüzümüzü fırıncı küreği okşayarak
karşılıyor. Öyle sıcak, tarifi zor. Aprondan terminal binasına giden yol kahverengi, zaman zaman haki. Yolun kenarına dizilmiş jandarma da
kahverengi, zaman zaman haki..
Bir otele
misafir ediyorlar bizi. Batman’ın yanlış değilsem en iyi konaklama imkanlarını
sunuyor. Batı konserlerinde görmediğimiz türden bir misafirperverlik. "Konsere gelmiş sanatçılar" deniyor, gözleri açılıyor duyanın, ağız dolusu
gülümseyip yardımcı oluyor koşturarak.
Otelden
bizi bir arkadaş alıyor, yazık ki şimdi ismini anımsayamadığım, hikayeleştirmek
uğruna uydurmak istemediğim.. Hasankeyf'e bir dolmuşta uzanıyor yolculuk, bozkıra cama
yasladığımız kirpiklerimizle selam vererek.. Yol kenarında başlıyor tarih
küçük küçük, benim çocukluk hatıralarım ağırlaştırırken kafamı, arkadaşlarımın
merakı büyüyor..
Bizi Dicle kenarında,
nehrin hemen yanınızdan gürül gürül aktığı bir yere oturtuyor genç adam, adını
uydurmanın içimden gelmediği hani. Öyle gönüllü, öyle konuksever ikramlar
seriliyor ki önümüze.. Gün batıyor, ve batan günün rengi öyle güzel ışıldıyor
ki hareketsiz duramayan, kabına sığmayan Dicle'nin göğsünde.. Dalıp gidiyorum.
Nehirde kardeşlerimle yüzdüğüm zamanlara dalıyorum, Dicle’nin dibine dalıp
çıkarak her bir anım.. Sonra bakır tastan ayranımı yudumluyorum keyifle sohbet eden
arkadaşlarıma gülümseyerek. Sol tarafımızda içinde küçük mağaraların ve taştan
oyuklara yükselen sağlamca halattan yapılma merdiven var. Merakla bakışımıza sessiz kalamayıp,
“İsterseniz
tırmanalım..Görmenizi isterim”
Diyor.
Ancak ayağının aksadığını bildiğimizden, onu yormak gelmiyor içimizden. Kalkıyoruz. Yediğimiz güzel yemekten bile daha lezzetli olacak, Dicle'ye kıvırdığımız
paçalarımızı keyifle tutarak yürümek. Küçük çocukları yanaşıyor Hasankeyf'in.
Hala unutamadığım gülücükleri var. Hasankeyf yok olursa kentte mendil satacak,
ayakkabı boyayacak çocuklar.. Kimisi bizi turist sanıp, alışkın olduklarından, günlük ingilizceyle gülüşerek konuşan çocuklar.. Nehrin içinde akşam güneşiyle kızarırken
saçlarımız, omuzlarımız, şakalaşırken güzel yüzlü Hasankeyf çocuklarıyla, bir
fotoğrafçı yaklaşıyor yanımıza. Çocukların fotoğraflarını çekmeye başlıyor vaktiyle
savunma amaçlı kapanmak üzere ahşaptan yapılmış ortası yıkık köprü kemerinin
önünde.. Çocuklar on-on beş dakikalık çekimin ardından ellerine tutuşturulan
kola kutularıyla yükseliyorlar Dicle'den zıplayarak..Öyle bir neşe..İşi biten
fotoğrafçı arkadaş yaklaşıyor yanımıza, soruyor,
-Siz sahne
alacak rock müzik grubusunuz değil mi?
-Evet,
diyoruz
-“Falanca”
kola reklam çekimleri için buradayız. Sahnedeki görüntülerinizle reklamımızda
yer almanızı istiyoruz.
Diyor..
Kalakalıyorum.
Dudak ısırtan bir cür'et. Küfür gibi gelen.. O da emekçi, işini yapıyor elbet
ama teklifine cevap verirken üslubum istemesem de çok can sıkacak belli ki..Başımı yıkık köprüye
çeviriyorum, davulcu arkadaşım cevaplıyor neyse ki,
-Burada
bulunma amacımızın farkında değilsiniz anlaşılan? Malzeme olmak için değil, bu malzeme
avcısı anlayışın bozmaya çalıştığına destek olmak için buradayız? Sizce
amacımızla bu kadar çelişen bir teklifi kabul edecek gibi miyiz?
Adam tek
kelime etmeden uzaklaşırken gülümsüyorum karşımda içeceğini zevkle yudumlayan 9
yaşlarındaki çocuğa bakarak.
Bize rehber
olan arkadaş Hasankeyf'in güzelim mağara evlerinin girebildiğimiz kısımlarıyla
hevesle tanıştırıyor bizi. Tekrar ederek ve altını çizerek bu konuya dikkat
çekmek kabalığında bulunmak istemiyorsam da, bahsetmek durumundayım, o ayağını
sürüyerek, dudağından düşmeyen gülümsemesiyle, biz yorulurken dahi daima dinç,
vaktini ve enerjisini seve seve sundukça bize, içten içe üzülüyoruz. Geri
çevirirsek üzüleceğini artık iyiden iyiye anladığımızdan, artık itiraz etmeden civarı özenerek geziyoruz.
Konser akşamı..
Öyle güzel bir kalabalık ki, güzelliğini kalabalığından değil, heves ve merakla
bizi okşayan minnettar gözlerden alıyor.. Onca şehirde onca konser vermişiz,
böylesini görmemişiz; mümkün değilmiş, olamazmış..
Konserden
önce sahnede Hasankeyf’e verdiğimiz gönül desteğine dair birkaç kelam etmem gerektiğini
söylüyor arkadaşlarım..”Utanırım, yapamam ki..” diyorum. Ancak sahneye çıkıp o
güzel kalabalıkla karşılaşınca bir eski dostla dertleşircesine anlatıyorum
“Ben
diyorum..Diyarbakırlıyım..”
Alkış
kıyamet..
“Ben,
diyorum. Hasankeyfte mezarlıkların üzerinde evcilik oynardım küçükken..”
Alkış ve
zılgıtla uğulduyor yine kalabalık..
Öyle
gevşiyorum ki uzun uzun anlatıyorum, ve nihayet bitirerek
“Tarihi
boğmak kolay değil ki öyle.. Hasankeyf; evlerimiz, anılarımız, sokaklarımız ve geçmişimiz sular altında kalmayacak!"
Alkışlıyorlar.Biraz
ağlıyorum açıkçası ve gizleyerek elbet. Annemin kuzeni yaşıyordu burada.. Hristiyan mezarlarının tozunu silerdim çocuk ellerimle. Tanımadığım harfleri okumaya ve sahiplerini canlandırmaya uğraşırdım gözümde. Kimler yatıyordu burada. Hangi dili konuşuyordu, hangi dine inanıyordu, dahası hangi tanrıya? Bir savaşla mı yatmış buraya, hasta mı olmuş, ne tür bir hastalıkmış o? Hasankeyf geçmiş kokar buram buram...Gittiyseniz bilirsiniz. Giderseniz öğrenirsiniz.. Tüm bu hatıraları anlatmadım elbet.. Hatırladım sadece sahnedeyken..
Şarkılarımızı
çalıyoruz. Biz sıradan bir cover grubuyuz. Yöre halkının müzik beklentisine
eğilip bükülemeyecek uzaklıkta bir müziğimiz var. Ancak yabancı şarkılara o
güne dek tanık olmadığımız güzellikte eşlik ediyorlar, söyleyerek değilse de
tempo tutarak, alkışlayarak ve halay çekerek.. Belki en
eğlendiğimiz performanslarımızdan biri bu. Bir puşili amca, bir gencin omzunda,
-Geldiniz
buraya te Ankara'dan! Sizin Allahınza qurban!
Diyor. Unutamam hiç..
Öyle
eğleniyoruz ki, yalnızca o toprağın bir parçası olan ben değil bütün grup
elemanları.. Sahneden inince güzel yüzlü çocuklar koşuyor,sarılıyor, öpüyor.
Kucağımdan biri inip, diğeri iniyor. Yerel kanal muhabiri yaklaşıp sorunca öyle utanıyorum ki.. Birkaç gün içinde internet sitesinden okuyacağım özenli bir söyleşi ayaküstü.. Kendinizi ne kadar kıymetsiz hissederseniz hissedin, ve kimse tanımıyor olsun sizi mühim de değil, minnettarlığın, bir olma hissiyatının doğurduğu tarifsiz bir takdir yaşatıyorlar bize, "ün" öyle cılız bir sözcük ki bunun yanında...
Hasankeyf aydın gençlerinden biri yanımıza yaklaşıyor diğer pek çoğu gibi,
-"Size
minnettarız. Ankara’dan bunca yolu Hasankeyf'imize sahip çıkmak için geldiniz.
Çoğunun sırt çevirdiğine el verdiniz. Elimizden teşekkürden fazlası gelmez.
Gücümüzün yettiği sınırlıdır ancak kabul ederseniz, gençlerimizin oturup sohbet
ettiği bir kahvemiz var, size bir çay ikram edelim, izin verin..
Gecenin
kalanında doğunun başı üzerinde taşıdığı ve esasen bu saygıyı ve hayranlığı
fazlasıyla hak eden birkaç sanatçı sahne alıyor. Halaya katılarak bir parçası
oluyoruz coşkulu kalabalığın. Her bir serçe parmağın bir diğerine nasıl
dokunduğu an çıkan o naif, can acıtmayan, okşayan kıvılcımı anlatmak mümkün değil.. Belki kısa süre sonra başkalarının “göç
bozdu bu şehri..” “varoş doluştu şehre”.. “bunların hepsi hırsız” diyerek
çirkinleştireceği cümlelerin özneleri olmaya zorlanacaklardı güzelim, ah evet,
güzelim Hasankeyf sular altında kalınca.. Ancak Hasankeyf halkı, engel olmanın
yolu öfkeden ve umutsuzluktan geçsin istemiyordu işte! Bunun yolu
kenetlenmekten ve inançtan ve umuttan ve halaydan ve zılgıttan geçsin
istiyorlardı. İnanın bana "inanıyorlardı"! Boğazına kadar inançla dolu
bir kalabalık müzik sesiyle çınlayan toprağı adımlarıyla havalandırarak tozun
en güzelini, en umutlusunu yutuyor ve yutturuyordu..
Gece
bitince yağmur başladı. Üzerine patiska gerili derme çatma çardakların altına
serili döşeklerin üzerinde siyasetçisinden yaşlısına, çocuğundan esnafına,
turistinden müzisyenine koyun koyuna sığışarak atlattık yağmuru…Müzik bitince
dalıp gitmiştik hepimiz…Her birimiz umduğumuzun aksi ihtimallere...
Dönüş yolunda,
uçakta, müzisyen arkadaşım,
-Bilmiyordum,
diyor.. Bu insanların, bu kadar sıcak, bu kadar temiz, bu kadar cana yakın
olduklarını. Ne kadar yanlış bilmişim onca zaman. Aklım almıyor anlatılanla
yaşadıklarım arasındaki uçurumu..
Gözlerine teşekkür ederek cama yaslıyorum alnımı. Yüzlerce metre aşağıdaki
bozkıra göz kırpıyorum. Veda ediyorum..Uzun süre göremeyeceğimi tahmin ederek, içim acıyarak
biraz…Kendime soruyorum uçak alçalıyorken, peki kaç insan duyacaktı gidişimizi? Neyi değiştirmiştik? Gitmeden önce bu sorulara verilececek daha bezgin cevaplarım vardı. Uçak teker koyarken, biliyorum ki, bazen atılan adımın amacı karşısında durduğunuza sesinizi duyurmaktan da ziyade, birbirimize cesaret vermek demekti.. El vermek ne mühim şeydi...
....-Mayom yok ama?
- Saçmalama Görkem, mayo giymeyiz biz burada..Kıyafetlerimizle gireceğiz..
-Dicle tehlikeli midir? Yutar mı bizi?
-Tehlikelidir.. Boğabilir Dicle.. Kıyıda kal ...
-Annem kızarsa?
-Evde onlar, merak etme, ablamlar da burada. İstemiyorsan da girme ama..
-Yok, istiyorum.
Dicle yer yer merhametlidir; boğmamıştı beni, Ilısu da Hasankeyf'i boğmasın..