26 Nisan 2013 Cuma

Hasankeyf Sular Altında Kalmasın Diye Çıkar mısın Sahneye?



Yıl 2007 olsa gerek. Şehir şehir geziyoruz, küçük ama müzik tutkusuyla her sahneye yetişen bir grup. Ablam arıyor,

-Görkem diyor, Hasankeyf sular altında kalmasın diye çıkar mısın sahneye?
-Sahneye çıkarım da, inerim de, nasıl istiyorsan..

.Grubumla görüşüp haber veririm ablacığım, diyerek kapıyorum telefonu.


Grup arkadaşlarıma götürüyorum teklifi. Hasankeyf’i duymuşlar elbet ancak, masum Dicle'yi, ona uzanan ellerce canına kastettirileceği tarihi benden öğreniyorlar, hevesle kabul ediyorlar. Elbette gönüllü olarak katılacağımız bir etkinlik bu, kimsenin fazlasını bekleme açlığı yok. Ancak yol paramızı karşılamak istiyorlar ki esasen en azından buna ihtiyacımız var zira müzik grubunun tamamı makarnayla yatıp kalkan öğrencilerden ibaret.

O güne dek tüm konserlere otobüsle gitmişken, Hasankeyf'i yaşatma girişimcileri, etkinliği düzenleyen insanlar bize uçak bileti alıyor.İçimiz cız ediyor, şaşırıyoruz bir yandan..Önemseniyoruz galiba..? Uçağa binip Batman hava alanında iniyoruz. Yüzümüzü fırıncı küreği okşayarak karşılıyor. Öyle sıcak, tarifi zor. Aprondan terminal binasına giden yol kahverengi, zaman zaman haki. Yolun kenarına dizilmiş jandarma da kahverengi, zaman zaman haki..

Bir otele misafir ediyorlar bizi. Batman’ın yanlış değilsem en iyi konaklama imkanlarını sunuyor. Batı konserlerinde görmediğimiz türden bir misafirperverlik. "Konsere gelmiş sanatçılar" deniyor, gözleri açılıyor duyanın, ağız dolusu gülümseyip yardımcı oluyor koşturarak.


Otelden bizi bir arkadaş alıyor, yazık ki şimdi ismini anımsayamadığım, hikayeleştirmek uğruna uydurmak istemediğim.. Hasankeyf'e bir dolmuşta uzanıyor yolculuk, bozkıra cama yasladığımız kirpiklerimizle selam vererek.. Yol kenarında başlıyor tarih küçük küçük, benim çocukluk hatıralarım ağırlaştırırken kafamı, arkadaşlarımın merakı büyüyor..

Bizi Dicle kenarında, nehrin hemen yanınızdan gürül gürül aktığı bir yere oturtuyor genç adam, adını uydurmanın içimden gelmediği hani. Öyle gönüllü, öyle konuksever ikramlar seriliyor ki önümüze.. Gün batıyor, ve batan günün rengi öyle güzel ışıldıyor ki hareketsiz duramayan, kabına sığmayan Dicle'nin göğsünde.. Dalıp gidiyorum. Nehirde kardeşlerimle yüzdüğüm zamanlara dalıyorum, Dicle’nin dibine dalıp çıkarak her bir anım.. Sonra bakır tastan ayranımı yudumluyorum keyifle sohbet eden arkadaşlarıma gülümseyerek. Sol tarafımızda içinde küçük mağaraların ve taştan oyuklara yükselen sağlamca halattan yapılma merdiven var. Merakla bakışımıza sessiz kalamayıp,
“İsterseniz tırmanalım..Görmenizi isterim”
Diyor. Ancak ayağının aksadığını bildiğimizden, onu yormak gelmiyor içimizden. Kalkıyoruz. Yediğimiz güzel yemekten bile daha lezzetli olacak, Dicle'ye kıvırdığımız paçalarımızı keyifle tutarak yürümek. Küçük çocukları yanaşıyor Hasankeyf'in. Hala unutamadığım gülücükleri var. Hasankeyf yok olursa kentte mendil satacak, ayakkabı boyayacak çocuklar.. Kimisi bizi turist sanıp, alışkın olduklarından, günlük ingilizceyle gülüşerek konuşan çocuklar.. Nehrin içinde akşam güneşiyle kızarırken saçlarımız, omuzlarımız, şakalaşırken güzel yüzlü Hasankeyf çocuklarıyla, bir fotoğrafçı yaklaşıyor yanımıza. Çocukların fotoğraflarını çekmeye başlıyor vaktiyle savunma amaçlı kapanmak üzere ahşaptan yapılmış ortası yıkık köprü kemerinin önünde.. Çocuklar on-on beş dakikalık çekimin ardından ellerine tutuşturulan kola kutularıyla yükseliyorlar Dicle'den zıplayarak..Öyle bir neşe..İşi biten fotoğrafçı arkadaş yaklaşıyor yanımıza, soruyor,
-Siz sahne alacak rock müzik grubusunuz değil mi?

-Evet, diyoruz

-“Falanca” kola reklam çekimleri için buradayız. Sahnedeki görüntülerinizle reklamımızda yer almanızı istiyoruz.
Diyor..

Kalakalıyorum. Dudak ısırtan bir cür'et. Küfür gibi gelen.. O da emekçi, işini yapıyor elbet ama teklifine cevap verirken üslubum istemesem de çok can sıkacak belli ki..Başımı yıkık köprüye çeviriyorum, davulcu arkadaşım cevaplıyor neyse ki,
-Burada bulunma amacımızın farkında değilsiniz anlaşılan? Malzeme olmak için değil, bu malzeme avcısı anlayışın bozmaya çalıştığına destek olmak için buradayız? Sizce amacımızla bu kadar çelişen bir teklifi kabul edecek gibi miyiz?

Adam tek kelime etmeden uzaklaşırken gülümsüyorum karşımda içeceğini zevkle yudumlayan 9 yaşlarındaki çocuğa bakarak.

Bize rehber olan arkadaş Hasankeyf'in güzelim mağara evlerinin girebildiğimiz kısımlarıyla hevesle tanıştırıyor bizi. Tekrar ederek ve altını çizerek bu konuya dikkat çekmek kabalığında bulunmak istemiyorsam da, bahsetmek durumundayım, o ayağını sürüyerek, dudağından düşmeyen gülümsemesiyle, biz yorulurken dahi daima dinç, vaktini ve enerjisini seve seve sundukça bize, içten içe üzülüyoruz. Geri çevirirsek üzüleceğini artık iyiden iyiye anladığımızdan, artık itiraz etmeden civarı özenerek geziyoruz.


Konser akşamı.. Öyle güzel bir kalabalık ki, güzelliğini kalabalığından değil, heves ve merakla bizi okşayan minnettar gözlerden alıyor.. Onca şehirde onca konser vermişiz, böylesini görmemişiz; mümkün değilmiş, olamazmış..

Konserden önce sahnede Hasankeyf’e verdiğimiz gönül desteğine dair birkaç kelam etmem gerektiğini söylüyor arkadaşlarım..”Utanırım, yapamam ki..” diyorum. Ancak sahneye çıkıp o güzel kalabalıkla karşılaşınca bir eski dostla dertleşircesine anlatıyorum

“Ben diyorum..Diyarbakırlıyım..”
Alkış kıyamet..
“Ben, diyorum. Hasankeyfte mezarlıkların üzerinde evcilik oynardım küçükken..”
Alkış ve zılgıtla uğulduyor yine kalabalık..

Öyle gevşiyorum ki uzun uzun anlatıyorum, ve nihayet bitirerek
“Tarihi boğmak kolay değil ki öyle.. Hasankeyf; evlerimiz, anılarımız, sokaklarımız ve geçmişimiz sular altında kalmayacak!"

Alkışlıyorlar.Biraz ağlıyorum açıkçası ve gizleyerek elbet. Annemin kuzeni yaşıyordu burada.. Hristiyan mezarlarının tozunu silerdim çocuk ellerimle. Tanımadığım harfleri okumaya ve sahiplerini canlandırmaya uğraşırdım gözümde. Kimler yatıyordu burada. Hangi dili konuşuyordu, hangi dine inanıyordu, dahası hangi tanrıya? Bir savaşla mı yatmış buraya, hasta mı olmuş, ne tür bir hastalıkmış o? Hasankeyf geçmiş kokar buram buram...Gittiyseniz bilirsiniz. Giderseniz öğrenirsiniz.. Tüm bu hatıraları anlatmadım elbet.. Hatırladım sadece sahnedeyken..

Şarkılarımızı çalıyoruz. Biz sıradan bir cover grubuyuz. Yöre halkının müzik beklentisine eğilip bükülemeyecek uzaklıkta bir müziğimiz var. Ancak yabancı şarkılara o güne dek tanık olmadığımız güzellikte eşlik ediyorlar, söyleyerek değilse de tempo tutarak, alkışlayarak ve halay çekerek.. Belki en eğlendiğimiz performanslarımızdan biri bu. Bir puşili amca, bir gencin omzunda,
-Geldiniz buraya te Ankara'dan! Sizin Allahınza qurban!
Diyor. Unutamam hiç..

Öyle eğleniyoruz ki, yalnızca o toprağın bir parçası olan ben değil bütün grup elemanları.. Sahneden inince güzel yüzlü çocuklar koşuyor,sarılıyor, öpüyor. Kucağımdan biri inip, diğeri iniyor. Yerel kanal muhabiri yaklaşıp sorunca öyle utanıyorum ki.. Birkaç gün içinde internet sitesinden okuyacağım özenli bir söyleşi ayaküstü.. Kendinizi ne kadar kıymetsiz hissederseniz hissedin, ve kimse tanımıyor olsun sizi mühim de değil, minnettarlığın, bir olma hissiyatının doğurduğu tarifsiz bir takdir yaşatıyorlar bize, "ün" öyle cılız bir sözcük ki bunun yanında...

Hasankeyf aydın gençlerinden biri yanımıza yaklaşıyor diğer pek çoğu gibi,

-"Size minnettarız. Ankara’dan bunca yolu Hasankeyf'imize sahip çıkmak için geldiniz. Çoğunun sırt çevirdiğine el verdiniz. Elimizden teşekkürden fazlası gelmez. Gücümüzün yettiği sınırlıdır ancak kabul ederseniz, gençlerimizin oturup sohbet ettiği bir kahvemiz var, size bir çay ikram edelim, izin verin..

Gecenin kalanında doğunun başı üzerinde taşıdığı ve esasen bu saygıyı ve hayranlığı fazlasıyla hak eden birkaç sanatçı sahne alıyor. Halaya katılarak bir parçası oluyoruz coşkulu kalabalığın. Her bir serçe parmağın bir diğerine nasıl dokunduğu an çıkan o naif, can acıtmayan, okşayan kıvılcımı anlatmak mümkün değil.. Belki kısa süre sonra başkalarının “göç bozdu bu şehri..” “varoş doluştu şehre”.. “bunların hepsi hırsız” diyerek çirkinleştireceği cümlelerin özneleri olmaya zorlanacaklardı güzelim, ah evet, güzelim Hasankeyf sular altında kalınca.. Ancak Hasankeyf halkı, engel olmanın yolu öfkeden ve umutsuzluktan geçsin istemiyordu işte! Bunun yolu kenetlenmekten ve inançtan ve umuttan ve halaydan ve zılgıttan geçsin istiyorlardı. İnanın bana "inanıyorlardı"! Boğazına kadar inançla dolu bir kalabalık müzik sesiyle çınlayan toprağı adımlarıyla havalandırarak tozun en güzelini, en umutlusunu yutuyor ve yutturuyordu..

Gece bitince yağmur başladı. Üzerine patiska gerili derme çatma çardakların altına serili döşeklerin üzerinde siyasetçisinden yaşlısına, çocuğundan esnafına, turistinden müzisyenine koyun koyuna sığışarak atlattık yağmuru…Müzik bitince dalıp gitmiştik hepimiz…Her birimiz umduğumuzun aksi ihtimallere...

Dönüş yolunda, uçakta, müzisyen arkadaşım,
-Bilmiyordum, diyor.. Bu insanların, bu kadar sıcak, bu kadar temiz, bu kadar cana yakın olduklarını. Ne kadar yanlış bilmişim onca zaman. Aklım almıyor anlatılanla yaşadıklarım arasındaki uçurumu..

Gözlerine teşekkür ederek cama yaslıyorum alnımı. Yüzlerce metre aşağıdaki bozkıra göz kırpıyorum. Veda ediyorum..Uzun süre göremeyeceğimi tahmin ederek, içim acıyarak biraz…Kendime soruyorum uçak alçalıyorken, peki kaç insan duyacaktı gidişimizi? Neyi değiştirmiştik? Gitmeden önce bu sorulara verilececek daha bezgin cevaplarım vardı. Uçak teker koyarken, biliyorum ki, bazen atılan adımın amacı karşısında durduğunuza sesinizi duyurmaktan da ziyade, birbirimize cesaret vermek demekti.. El vermek ne mühim şeydi...



....-Mayom yok ama?
- Saçmalama Görkem, mayo giymeyiz biz burada..Kıyafetlerimizle gireceğiz..
-Dicle tehlikeli midir? Yutar mı bizi?
-Tehlikelidir.. Boğabilir Dicle.. Kıyıda kal ...
-Annem kızarsa?
-Evde onlar, merak etme, ablamlar da burada. İstemiyorsan da girme ama..
-Yok, istiyorum. 

Dicle yer yer merhametlidir; boğmamıştı beni, Ilısu da Hasankeyf'i boğmasın..








25 Nisan 2013 Perşembe

SIRA SENİNDİR


Gök gürültüsünden korkmuyordu hiç. Korktuğu gürültüden önce gözdağı verircesine patlayan flaştı. “Dur, daha neler yapacağım sana ben” dercesine göz kırpan gökyüzü, onu takip eden gürültüden de beter bir şeydi.. Söz konusu oldukça yakın gelecek bile olsa, büyük annesinin iddia ettiği üzere, bir sonraki adımı fısıldayan her şeyin bir kötü niyeti olmalıydı..

Soluk mavi bir gözdü sokağın sonundaki evi. Soluk, mavi ve kör…Kapısı açıldıkça içeri girmiyor da dışarı, her seferinde daha dışarı çıkıyor hissi veriyordu insana. Kışın penceresinden dışarıyı görmek için delirmiş olmanız gerekiyordu. Camın saydamlığı kalın naylonla örtülüydü zira.Birkaç adım sonra içeri girdiğini sanarak dışlanacaktı aidiyet ihtiyacından payını almamış rutubet kokusunca.. Yağmurun çatı aşındıran telaşı kedileri ve köpekleri bile kovalamışken sokaktan, o ıslanıyor olmayı ömrünce kanıksamış, ağır ağır ilerleyecekti hiç girmek istemediği evine.

Kapıyı ablası açtı. İmkansızlık kimini men ederken hayalden, kimini ona el ovuşturmaya iterdi. Bu kızcağızın açık kestane saçlarının örttüğü düşük, dar omuzlarında, nasıl hayatta kaldığı bilinmez bir yükü vardı büyük düşlerin. Bir önceki güze kadar. Okulu bırakıp kardeşlerine anne ilan edilinceye kadar. Sırf aynı rahimden diğerlerinden önce çıktı diye, ona ait olmayan bir ömrün zifaf gecesine itilmişti o.

-Ayaklarını çıkar. Çamursun hep..
Dedi yüzüne bile bakmadan.
Yüzüne bile bakmadan konuşulmasına oldukça alıştığından, ikiletmeden çıkardı ayakkabılarını. Eline alıp kapının arkasında yere serili poşetin üzerine koydu.
-Yedik biz. Tüp bitmesin, ılıktır hala. Öyle ye..

Bunu söyleyip usulca geçti içeri kız. Küçük kardeşinin uyuduğunu bildiğinden ayak uçlarında geçti içeri çocuk. İçeri dediysem, hepi topu küçük bir “içeri”den ibaretti zaten ev. Öyle dar bir içeri’ydi ki, istese de alamaz gibiydi onu. Büyük annesi minderin üzerinde tespih çeviriyordu. Tepeden bakıldığında, oldukça yüksekten izlendiğinde bir dağın eteklerini andıran kırışık dudaklarının kıpırdayışı biraz olsun huzur veriyordu ona. Dualara ve asla getirmeyeceklerine oldukça derin bir saygıyla bağlıydı. Büyük annesi ona duaların bir şeyleri düzeltmek değil, düzelmeyene dahi duyulan saygı ve minnetin ifadesi olduğunu söylemişti,
-Tespihi daha hızlı çevirirsen, ve daha çok dua edersen babam bu gece de gelebilir belki büyük anne?
dediğinde…

Babası birkaç ay arasına sıkışmış tek bir gecede ve oldukça sarhoş gelirdi eve. Yer yatağında gözlerini sıkıca kapayarak yaşardı varlığını onun. Gözlerini açıp yanlış bir şey yapmaktan korktuğundandı bu, diğerleri gibi. Size ait olduğunda emin olup bir yandan da şüphe ettiğiniz  ne varsa getirin gözünüzün önüne; yaşadığı hissi açıklardı bu. Büyük annesi karşılardı babayı oturduğu yerde sessizce. Senelerdir tek kelime ettiklerine şahit olmamıştı kapalı gözleri. Babası gelir, oturur, anlayamadığı şeyler anlatırdı yerde yatan çocuklarına, sobaya, yüzüne bakmayan, tek kelime etmeyen yaşlı annesine, mümkün olduğunca dinlenmediğinden emin olunca da, ki bu sabahı bulurdu, çekip giderdi. Her ne olursa olsun, bu bir babası olduğunu kendine hatırlatarak uyanacağı sabahın müjdecisiydi onun için. Var olduğundan emin olmak için, konuşup dinlediği, dokunup kokladığı bir şey değildi baba. Aslına bakarsanız, hayatta hiçbir şeyin varlığını sağlama yolu değildi muhatap olmak. Nasıl ki o sokaklarda çalışıyorken, insanlar ona varlığını hissederek karşılık vermeseler de, o bal gibi biliyordu yaşadığını..Öyleydi biraz bu mesele..

Gökyüzü kırptığında gözünü, elindeki kaşık titredi, çorbanın dizlerine dökülüşünü seyretti huzursuzlanarak. Bu ardından gelecek gürültünün habercisi olduğundan.. Ablası mavi demir kapıyı gıcırdatarak çıktı dışarı. Bunu duydu. Hemen ardından gök gürültüsünü…Sonrakinin habercisiydi işte yine önceki. İlki daima daha ılımlı, daha yumuşak olurdu. Kahin daima kirli kehanetlerinin aksine temizse, safsa nasıl ki.. Kaşığı ağzına götürürken gözleri büyük annesindeydi. Her zamankinden hızlı çeviriyordu tespihini ve dudakları öyle hızlı kavuşup uzaklaşıyordu ki birbirlerinden, hızlıca el sıkışıp anlaşırcasına, soğuk çorbanın boğazından aşağı inişini tamamlamasına fırsat vermeden sıçradı yerinden. Kapıya koştu. Açıktı. Yağmur öyle sert konuşuyordu ki, alınır gibi oldu bir an. Anlaması ve kabullenmesi saniyeler sürdü. Eşiğe serili gazete kağıtları daha fazla ıslanmadan kapadı kapıyı. İçeri girdi. Zaten hep içerideydi. Büyük annesi,

-          Yarın kardeşlerini doyurmadan çıkma evden, dedi göz yaşını ağır ağır omzuna sürterek. Sıra senindir şimdi.
Çorbayı açlığına inat oyalanarak karıştırıp kaşığıyla,
-Ben gitmeyeceğim hiç.
Dedi. 
Büyük annesi gülümsemeye yaklaştı bir an,
-Her kim “ben yapmayacağım” der, işte o andır yapacağının kehaneti, gürüldeyecek göğe efendice göz kırpan şimşek gibi.. Ye oğlum. Yarın daha yorulacaksın. Ye de uyu..

İçinden aksi geldiyse de çocuğun, gülümseyerek dikti kafasına çorba kasesini. Haberci vazifesini yerine getirmiş, sıra ona gelene dek yağmur dinmiş gibiydi. 

16 Nisan 2013 Salı

DÜŞÜ OLMAYAN ÇOCUK




Çocuk çamurdan gölette kağıttan gemi yüzdürüyor. -"Ne şanslısın.." ,diyor adam çocuğa, "..bu devirde çamurdan küçük göletler bulmak imkansız neredeyse". -"Göl değil o, deniz.." diyor çocuk, elindeki ince-kuru ağaç dalıyla iterek gemiyi karşı limana. Adam  öyle inanıyor ki, gemiden iskeleye atlayıveriyor.

Hava yağmurlu. İnce ince ve usulca dökülen bu ürkek yağmuru küstürmekten korkuyor gülümsemezse başını kaldırıp da buluta.Uzun iskelenin sonuna tebessüm ederek vardığında bir genç kadın çarpıyor omzuna, kadın iskeleden kapıyor plaj çantasını telaşla. Adam -"ne şanslısınız", diyor, "yaz ortasında rastlanmaz böyle güzel yağmura", -"yağmur değil, kar bu!" diyor kadın havlusuna sarılıp uzaklaşarak hızla. Adam öyle inanıyor ki, kara bata çıka ilerliyor beyaza bürünmüş bu boş arazide.

Bir çocuk kardan adam yapıyor bir kış şarkısı mırıldanarak, soğuktan üşümüş yanakları al al.. -"Ne şanslısın diyor" adam, "burada dünyanın en büyük kardan adamına yetecek kadar yer ve kar var.."  -"Kardan adam değil, dünyanın en yüksek dağı bu, yemyeşil.." diyor çocuk. Adam öyle inanıyor ki dağın eteklerinde sık ağaçların arasında reçine kokusunu içine çekerek huzurla geziniyor bir süre.

Bir ormancı oldukça yaşlı bir ağacın etrafında düşünceli, dolaşıyor. -"Pek şanslısınız, diyor adam ormancıya, dünyanın en yaşlı ağacını bulmuşsunuz." -"Ağaç değil, gökdelen bu", diyor ormancı. Adam inanıp yine, kalabalık bir cadde üzerinde çirkin ve korkusuz bir gökdelenin dibinde bitiveriyor.

Anlıyor..Kaşlarını hüzünle indirerek, "Bir çocuk".. diyor. "Bir tanecik çocuk olsa.Sadece bir tane olsa yeter, ve beni inandırdığı yerde bu kez rastladığım hiçbir yetişkine soru sormayacağım."

 Sokaklar kalabalık, telaşlı ve son derece gerçek.. Adam tüm caddeleri geziyor günlerce. Umudunu kesmişken tam da, bir ara sokağın ucunda mendil satan kirli ve güzel yüzlü bir kız çocuğunu görünce koşarcasına atıyor kendini yanına.

-"Söyle?", diyor heyecanla, ağzı varmış kulaklarına, " söyle çocuk, sen ne yapıyorsun?"
"Mendil satıyorum, lütfen bir tane alın!" diyor kız çocuğu.
Adam cebinden çıkarıp uzatıyor bir bozukluk, kızın kirli ellerine sonra mendile bakıyor uzun uzun..
Ağzını açacak gibi oluyor, kızın çıplak ayaklarını görünce kapıyor.
Çenesini tutup kaldırıyor kızın, gözlerinde bir şans emaresi görmek üzere.
Kızın gözlerine daima ters tarafından uyanan bir dünyanın kararlı karanlığı doluşmuş. Bir damla umut, bir fiske şans yok içlerinde.
"Nasıl olur?!..Senin hiç, hiç düşün yok çocuk! Mümkün değil ki bu!" diyor adam içine doluşurken dünyanın tüm hayreti ve dehşeti. Çenesini kurtarıp adamın ellerinden, korkuyla ve koşarak uzaklaşıyor karışıp gri sokaklara küçük kız.

Adam elbet oracıkta ölmek istiyor. Oracıkta ve o anda değilse de, umuda yaslanmış bir çocuk düşü eliyle kurtaramayıp kendini, şehrin karanlık ve huzursuz sokaklarında  tüketiyor ömrünün kalanını.

11 Nisan 2013 Perşembe

GÖZÜM KAPALI DEDİYSEM..



Bölüm başkanıyla görüşmem gerekiyor. Neden bölüm başkanıyla görüşeceğim ki? Bu akademik bir mesele değil be!
- İdari müdahale boyutu büyümesin istiyoruz, danışmanla konuşmadan önce kendisiyle görüşmende fayda var, yardımcı olmamıza izin ver lütfen.

Sana yardımcı olmaya çalışıyorum, diyen yabancıdan oldum olası korkarım.

-Eve uğrayayım, çok yorgunum, yarın giderim yanına.
Kadının gözleri küçülüp, göz bebekleri büyüyor. Bu o kadar tarifsiz bir çirkinlik ki gözlerimi kapıyorum.
-Makul bir izahate ihtiyacımız var öğrenimini sağlıklı şekilde sürdürebilmen için. Sadece anlat, paylaş istiyoruz, böylece meseleyi büyümekten alıkoyabiliriz.

Bölüm sekreterliğindeyim. Başımı geriye atıp duvara yaslıyorum güzel başımı. Başımı çok seviyorum, çok güzel şeyler taşıyorum içinde. Sonra anlatırım..

Kadın sekreterle konuşuyor. İsmini elbette biliyorum, ancak insanları düşünürken bile unvanları, hele isimleriyle bir araya getirme konusunda bir tür titizliğim var. Genelleyerek cezalandırıyorum onları iyi hissettirmiyorlarsa. Babam bana sürekli "çocuk!" diye hitap ettiğinden zihnime kalıtılmış olsa gerek bu hastalık. Yani bir hak ediş meselesi nazarımda.

Sekreter bana bakıyor, ince dudaklarını büzüyor, öğle tatilinde yapmayı planladığı her ne varsa mani oldum diye yapıyor bence. Ona sorsan can sıkan, hatta üzücü bir mesele var öğrencinin biriyle ilgili, ancak esas yaklaşımı asla bu değil. Şimdi aşağılayarak baktı diye küçüleceğim sanıyor oysa ben kollarımı açıp esneyerek büyüyorum.

Kısık bir sesle "tabi" diyor eli uzattığı telefonda, gözünün ucu bende; tamamı değil. Çok da önemsenmediğimi hissettirmek için böyle yapmak zorunda, başımı sallayarak bu davranışsal hesapçılığını onayladıktan sonra, sağımdaki evrak dolabına yaslıyorum.

-Buyrun, sizi  bekliyorlar.

Bunu işitirken gözüm kapalı; kadın omzumu dürtünce duymazlıktan gelişim zoraki bir son buluyor. Kalkıyorum yerimden, içeri girerken arkamdan iç çekerek bakan sekretere dönüp "saat kaç?" diyorum. Cevap vermiyor.

Kadın beni yetkili merciye elden teslim edip çıkıyor odadan; ondan önce bir "durumu biliyorsunuz" deyip. Neyi biliyorsa artık..

Sağımdaki krem güderi koltuğa usturupluca atıyorum kendimi. Masaya en yakın olanı seçiyorum ki gözlerimin altını ve içini seçebilmek için uzaktan uzağa eğilmesin üzerime, gözlerini kısarak. İnsanların uzağınızdayken öne eğilip odak ayarlarıyla oynama yetileri varmışcasına sizi süzmeleri gülünç manzara.

-Öğretmenlerine anlatmamışsın durumunu. Bana anlatmak istersin diye düşündüm. Elimden gelen bir şey varsa ne ala, aksi halde rehberlik birimine görünmende fayda olacak..

Açık yeşil duvardaki krem panjurlara kaldırıyorum gözlerimi. Ardına kadar açmış adam, ömründe ilk kez güneş görmüş gibi. İçeri ışık kusuyor biri.

-Bahar geleli çok oldu esasen.
diyorum.
Demin kendinden emin tavrıyla kavuşturduğu parmaklarını ayırıp önündeki dosyayı huzursuzca iterek dirseğine yer açıyor. Boğazını temizliyor yarattığım rahatsızlığı saklamak için vakit kazanmak üzere. Masanın üzerine koymadığı diğer eliyle gözlüğünü düzeltip çenesini sarıyor parmaklarıyla. Neyin kafasında olduğumu anlamaya çalışmak üzere seferber artık tamamen vücut dili.

-Çok oldu, evet. Farkında değilmiş gibi mi görünüyorum?
-Oda çok aydınlık. Fazla değil mi sizce de? Baharın ilk günleri bu heves hoş görülebilir ancak o coşkuyu çoktan atlatmış  olmalısınız.   Esniyorum, son sözcük anlaşılmıyor pek.
-Ne söylediğini pek anlamadım. Her neyse.
Dosyamı açıyor huzursuzca.
-Bu üniversitenin ve bu bölümün öğrencisi olmayı başardığına göre sınavda uyuklamamışsın. Ailen uzakta, yurtta da kalmıyorsun; yeni bir başlangıç seni zorlamış ya da aksine büyülemiş olabilir. Bir şeyler denemeye başlamış olabilirsin. Bize anlatmazsan başına iş alacağın türden denemelerden bahsediyorum.

Kollarımı kavuşturuyorum. Her bahar güneşi gibi göz almaktan başka işe yaramıyor bu da. Bir battaniye verseler, en azından sınıftan çıkarken hırkamı almama müsaade etselerdi keşke.

-Üşüyor musun?
Üşüyorum desem kafasında kaç tilki turlayacak acaba? Elbette bunun endişesiyle saklamayı tercih edecek değilim.
-Üşüyorum. Siz üşümüyor musunuz yoksa?
Kaşlarını çatıyor, öfkeyle değil de, işin ciddiyetine canı sıkılmışcasına.
-Pek değil. Uzun sürmeyecek. Dinliyorum şimdi.

Yaklaşık beş dakika dinliyor, ama anlattıklarımı değil elbet, uykulu gözlerle boş boş bakan alık ifademe eşlik eden sessizliği ve arada bir de esneme sesimi. Akademisyenler sabırlı insanlar, diye geçirirken içimden tam da,


-Peki. Dosyanda ardında bıraktığın ciddi bir fizyolojik ya da psikolojik rahatsızlık ya da madde bağımlılığına dair veri, rapor yok.
Kafam sağ omzuma düşüyor, kaldırıyorum, sanırım bu adamı sekreterden daha çok ciddiye alıyorum.
-Derslerde sürekli uyuyormuşsun. İki ay oldu dönem başlayalı ve günün ilk derslerine ya son beş on dakikada geliyor, ya da hiç katılmıyorsun.Sürekli uyukladığından derse katılmıyorsun da tabi. Yalnızca soru sorulduğunda ve hatta bazen dürtüldüğünde uyanıyor, evet, çoğunlukla yerinde sayılabilecek yanıtlar verip uyumaya devam ediyormuşsun. Sınıfın konsantrasyonunu alaşağı ettiğinden bahsetme ihtiyacı dahi duymuyorum.  Nedenine dair bizlerle konuşmamakta ısrarcıysan, rehberlik birimine ya da fizyolojik bir rahatsızlık yaşıyor olma olasılığını da göz önünde bulundurarak hekimliğe görünmekte  fayda görmüyor musun sen de?

Kafamı masanın ucuna dayıyorum. Güzel kafamı. İçinde çok güzel şeyler var. Anlatacağım.


-Çok istiyorsanız görünürüm. Ancak bir sağlık sorunum yok bildiğim kadarıyla. Sayılıyorsa iki yıl önce böbrek rahatsızlığım oldu, ama şimdi görece iyiyim.

-Canın isteyince uyuklamaktan vazgeçip konuşabiliyormuşsun, en azından bunu öğrenmiş olduk.
-Canım istediğinde değil de gerçekten gerekince aslında.. Uykuluyken konuşmak zorlaşıyor, yoksa severim konuşmayı ben.
-Nasıl bir uyku halidir bu? İki aydır süren?
-Canınızı sıkmak istemem ama bu daha başlangıç..

Son cümlenin ardından
"Çıkabilirsiniz" diyor. Kıstığım sol gözümü açıp gülümseyerek teşekkür ediyorum. Çıkarken sekreter masası önünde duraklayıp, "saati sormuştum?" diyorum.
13:10 diyor suratını asarak. Neredeyse bitirdiği öğle yemeği masasının üzerinde. Bana kızmış olmalı. "Acaba, diyorum, önünüzdeki pilavı yemeyecekseniz?..."Gerçi  suratını asmayan halini görme şansım olmadı henüz, belki bana da değil tavrı.

Saat 16:40'ta kampüs hekimliğinden gözlerimi ovuşturarak çıkıyorum. Öncesinde danışman huzuruna çağrıldım ve benimle ısrarcı uzun bir monolog yaşamak istedi. Beni bir şeye zorlamış değiller, ancak  direneceğiniz tatlı bir rehberlik maskesinin altında daha ciddi bir vakit kaybı yatar genellikle. Adımlarımın nispeten hızlandığı söylenebilir. Çok değil, artık gücüm ne kadarına elverirse..Üniversite hayatımın tek keyifli anı başlıyor. Başımı otobüs camına dayayıp uyukladığım o bir saat. Çoğu öğrencinin tercih etmediği bir semte giden servis neyse ki dolu olmadı iki aydır hiç.

Temiz yüzlü ve biraz da aptalca ifadeli bir genç olduğumdan, bir de tabi, yönetim ihtiyacım olduğuna ikna olduğundan- ki öyle- toptancı hanının anahtarı bende her gece. Başta sıkça esneyen ve her an uyuyakalacakmış hissi veren bir gence güvenmek istemedilerse de, birkaç soruyla sınayıp gecenin ve dolayısıyla işimin tamamına hakim olduğuma şaşkınlıkla ikna oldular. Kira ya da fatura yükümlülüğüm yok. Hanın kapalı otoparkındaki boxer dili dışarıda karşılıyor beni. Elimdeki poşeti hevesle koklayarak koşuyor ardımsıra, içindekinden yana iştahı açılmasa da bugün bununla yetinmesi gerekeceğinin farkında, zira kasap kepenk indirmeden, birkaç sıyrılmış kemiği bir poşete koyup kapı önüne bırakması ricamı haftanın bir, belki ve ancak iki günü hatırlıyor. Kulübesinin yanına sandalyemi çekip sekreterin pilavını boşaltıyorum içine plastik mama kabının, önünden geçtiğim fırından aldığım somun ekmeği üzerine ellerimle doğruyorum. Kaptan taşanlarla başlayıp kuyruk sallayarak gürültüyle bitiriyorken yemeğini, kitabımı açıp okuyorum. Henüz başlardayken uyukluyorum. Buna siz uyuklamak derdiniz diye böyle söylediysem de, gözlerim kapalıyken daha iyi düşünüyor, anlıyor, ve daha iyi duyumsuyorum. Güzel kafam benim. Göz kapaklarımı hanın kepenkleri gibi indirip bolca düşünüyor benim için.

Bu alışkanlığımın da bir geçmişi var tabi. Dedem, tekerlemelere ve zaman idaresine düşkün bir adamdı. Konuşurken ağzından eksik etmediği şivesine, tekerlemelerde rastlanmazdı. Onunla vakit geçirmek, beni çevremdeki tüm yetişkinlerin aksine adam yerine koyarak karşısına alıp sohbet etmesi, bahçedeki dut ağacını silkelemekten bile daha çok keyif verirdi. Başımı okşayıp, "ah senin bu güzel başın" derdi.. "çok güzel şeyler saklı  içinde, aramasını bilirsen." Birtakım tuhaflıkları yok değildi. Aslında çoğu insan onun pek normal olmadığını iddia ederdi. Sebebiyse zamanın hızına savaş açmış bir anadolu şövalyesi oluşuydu belki. Dedem  ben yaşta bir çocuğun oldukça zorlanacağı tekerlemeleri gözüm kapalı, kusursuzca ve bir solukta söylemeyi öğretmişti bana. Gözüm kapalı dediysem lafın gelişi değil.

-Gözlerini kapamazsan tekerlemenin doğasındaki vakitsizliğe yenilirsin. Gözün takılır bana, şuradaki ağaca, şu masaya, buluta, toprağa. Gözlerini kapadığında daha iyi çalışır kafan, zaman ağır akar, sözcüklerin ve ömrün hızına yetişirsin.

Sahiden öyle olurdu. Dedem ben bahçeye lale soğanlarını ekmeye çalışırken, eski ahşap sandalyesinde arkasına yaslanarak, dudağında bilge bir gülümsemeyle kapardı gözlerini. Uyur sanardı herkes, bense sırrını bildiğimden, uyumadığını, duyumsamaya reel zamanın neredeyse yüzde biri hızıyla devam ettiğini, kuşları duyduğunu, yan avludaki tandırın kokusunu aldığını bilirdim. Öyle ki bazen gözleri kapalı,  "az öteye al o soğanı, gülün kökleri sarılacak sonra yavrum, derdi. Dedemi uykusunda kaybettik. Zamanla yarışında kaçınılmaz olarak mağlup görünse de, doksan sekiz yaşına kadar fena mücadele etmediğine tanık olmuştuk.

Zamandan korkuyorum işin aslını sorarsanız. Korktuğumdan saldırıyorum. Bir de tabi, elvermeyen şartlar, an denen şeyi tadı çıkarılacak olmaktan çıkarıp, aksine ona karşı kontra atak taktikleri geliştirmeye zorluyor; dedemin bana açtığı sırrı doğrulayarak.Bazen uyumaya vaktiniz olmuyor, uyanık kalmaya takatiniz. İşte o zaman, içiçe geçirerek yaşıyorsunuz düşü ve gerçeği. İşe yaramak zorunda; insanlar anlamayacak ve sebepler arayacaktır yapmaya çalıştığınıza. Buna rağmen sürdürmek zorundaysanız, aldırmadan devam edersiniz işte.

Uyanık kalmak, yalnızca gerçekten zorunlu kaldığımda yaptığım. Aksi türlü bu iki ayın üstesinden gelemezdim ve okuldan atılmayacaksam devamının..Dedem bunu ön görmüşcesine eğitmişti beni. Hanın rengi solmuş telefonunun zırıltısıyla sıçrıyorum yerimden. Arayan annem, şimdi müsaade ederseniz gözüm kapalı birkaç yalan söyleyeceğim içi rahat olsun diye. Sonra çalışmaya devam edeceğim.Ah, o kadar anlayışlısınız ki, size isminizle bile seslenebilirim.