-sen mi aldın?
-almadım… derken cebinden sarkıyor anahtar destesinden bir
asi. Yalanın ağır ucu içeride kalıp cebini kaşındırıyor. Kapıyı kilitleyip
kaçmıştı evden. Odada köpeği var, diyorlar ki ölüyor. Ne malum diyor, belki
iyileşecek? Köpek odadan çıkmadıkça ölmeyecek, anlatamıyor kimseye.
Annesi odaya girince yere bırakıp koltuğun altına itiyor kitabı
topuğuyla. Atıyor kendini yatağa. Sakladığı mektubun adresi henüz yazamadığı zarfı
buruşturulmuş, elinde; mektup kitabın içinde. Çok istiyor o şehre gitmeyi,
mektubuna yanıt gelirse. Bir saklı hayali var ki içine sığmıyor, bir ucu
ağzından sarkıyor türkü niyetine. Ne malum diyor, belki olacak? Kimse
bilmedikçe gerçekleşecek, o halde anlatmıyor kimseye.
Fırçaları ve şövalesi, ve kapağı keten yağıyla sıvanmış boya tüpleri apartmanın bodrum
katında tozlu bir kolide uyusun istiyor annesi. Oysa okulunu bitirene kadar ders kitapları arasında yitirmek istemiyor düşlerini. Ne malum, diyor resim yaparken yakalandıkça babasının dayağını yemiş Michelangelo'ya öykünüp, ne malum hayallerimin bu çatışmayla beslenerek gerçekleşmeyeceği? Az da tokat yemiyor hani bu uğurda, biraz da kahramanca ona sorsan. Babasına içinden geçen bu güzel senaryoyu anlatamıyor.
Bir ara büyüyor sonra, öyle böyle değil, koca adam artık. Ne
malum diyor genç kadına, belki hala buradasın? Kadın telefonun ucunda susuyor. Kadın
telefonun ucunda bile değil esasen, kapatalı olmuş biraz. Adam hala, ne malum
diyor, belki döneceksin? Kadın dönsün diye telefonu kapamıyor. Telefon son kez
kapanmadıkça bitmeyecek kadın, anlatamıyor ahizeye.
Ayağına beton dökülmüşcesine hareketsiz durup dinliyor
bağırıp çağırmakta olan çirkinliği. İç çekiyor, cevap vermek istiyor ancak
cümlenin sonu daima içinde kalıyor. “..ama ben de zaten dün iki kez onları….” “elbette,
ama sonradan size de söylediğim gibi..” “anlıyorum o zaman ben…” Ne malum diyor
kendi kendine, belki yarım kalırsa cümlelerim, anlayacak.. Patron bir türlü anlamıyor
yarım kalmış cümlelerdeki haklılığı. Tamamlamadan içindeki yarım küfürlü cümleyi, kovuluyor.
Karısının ellerini sımsıkı tutuyor. Morarmış elleri kadının.
Hasta bakıcı, kadının elini bırakmasını öneriyor bıkkınlıkla. Kadının ellerini sıkıyor
inatla, ruhunu çekiştirerek. Başını yerden kaldırmadan “doktoru çağırın, diyor,
gelsin bir daha baksın. Ne malum öldüğü? Belki tereddüt ediyor?” Kadının elini
bırakırsa, asıl o zaman ölecek, kimseye anlatamıyor.
Yaşlanıveriyor hızlıca. Öyle bir hız ki saçları bile
ağarmıyor. Dimdik ve seri yürüyor sokakta. Ne parktaki banka, ne kahvedeki
sandalyeye oturan biri değil o. Adım attıkça ayağının altından kayan zamanı başından
savıyor her gün ve saatlerce. Dünyanın
dönüş yönünün aksine hızlıca yürürse eğer, zamandan kaçacağı doğmuş içine. Evine dönünce her akşam, duvarları boyuyor nabız dalgaları gibi oynaşıp duran titrek elleriyle. Delirdiğini iddia eden eş-dost uğramaz oluyor evine. Oysa delirmiş falan değil. Ummaktan vazgeçmediği sürece ömrünce yanılmadığını ispat ederek ölecek. Bunu da kimseye anlatamıyor. Anlatacak kimsesi kalmadığından tabii. Olsun.