30 Ekim 2013 Çarşamba

KURTARICI DEĞİL-İZ/MİYİZ ?





-Tanrıyı içimde aradım bir gün.. Buldum da hemen. Konuştum bulmuşken. Baba dedim ona. Benim babam döverdi hep..
Otobüsten 3 durak sonra inip derslerimize koşacağız. Elimdeki falanca kahve firmasının logosunu baş parmağımla severek içindeki soğumuş kuşburnu çayının son yudumunu dikiyorum kafama.

-          Tanrının en güzel yanı şu ki, arar aramaz buluyorsun..
-          Ölen onca masum çocuk?
-          Sonra şöyle oldu birden. Birden değilse de, tanrıyı içime davet edişimin üzerinden iki hafta geçmişken.. Ah….Çocukluğumun önemli kısmının annemi hastanede ziyaret ederek geçtiğinden bahsetmiş miydim?
-          Evet.
-          Tanrıyla 14 yaşımda konuştum ilk. Varsayımın ötesindeydi inan. Gerçekten konuştum..
İki hafta sonra babam yine elini kaldırdığında bana, tuhaf bir şekilde indirdi. Bunu anlatması zor biraz, abarttığımı düşüneceğinden neredeyse eminim ama elini indirirken gözlerime bakıyordu. Ömrümde ilk kez gözlerimin içine ve yine ömrümde ilk kez korkarak.. 14 yaşındaydım. Daha önce defalarca yaptığı üzere tahmin edemeyeceğin kadar acıtabilirdi canımı. Babamın gücü buna yeterdi. Yapamadı. O gün ve o günden sonra bir daha hiç.. Sana annemin hayatının önemli bir kısmının hastanede geçtiğinden bahsetmiş miydim?

İki durak sonra ineceğiz. Derse 10 dakika kaldı. Mika fincanı elimde evirip çevirmeye başladım çoktan, içi boş artık.
-          Soranlara hristiyan olduğumu söyleyemiyorum bu ülkede. Bunu sana anlatıyorum sorduğun için. Güvenilir türden gibisin. Hristiyanım demek bir tür mezhepsel aidiyeti beraberinde getirmek durumunda genelde. Oysa ben 14 yaşıma kadar Ortodoks, 14’ümden sonra hiçbir mezhebe hapsolmadığım bir yerdeyim. İnsanlar katolik olmamı umuyorlar bahsini edince.. Ki kesinlikle değilim..
-          Protestan da değilsin?
-          Aslında en yakın olduğum.. Yine de protesto ettiğim hiçbir şey yok neredeyse.. (Bunu söylerken gülüyor, sanırım kelime oyunundan fazlası değil kastı) O yüzden literatür bu anlamda önümü kapıyor.
-          Anlıyorum.
-          14 yaşımda mezheplerden arınarak inanıyorum tanrıya ve incile. Bunu anlatması zor ancak….
Otobüs son durağa yaklaşıyor. Kıpırdanmaya başlıyorum. Çantamı omzundaki yerine oturtuyorum.
-          Ben tanrıya inanıyorum ancak tanrım çoğu insanınkiyle bir değil
-          Benim tanrım da bana ait. Diyorum
Panikle atılıyor sözcüklerime,
-Yo yo… Kesinlikle öyle bir yerde değilim. Aynı yerde değiliz. İnandığımla kurduğum iletişim, onu bana özel kılan pek çok emare taşıyorsa da, benim tanrım senin durumunda olduğu gibi bana ait değil. Ona kendini gerçekten açan herkese ait.
-Bana bile mi?
Olabilirdi elbet ama sorguladığın, benimseyemediğin, kendini açamadığın sürece kesinlikle senin tanrın değildir. Mesele şu ki, bir müslümanın tanrısıyla benimki bir de değil.
-Tanrı öyle söylemiyor ama? Bu söylediğin tuhaf biraz..
-Tanrı kendini tanıtmayı sever. Ama öylesi bir tanıtma değil. Ünlü olma aşkı gibi değil. Tanrı kendini “gerçekten” tanıtmayı sever. Tanrı onu tanımanı sever. Sizin kitabınızda kendini tanıtan tanrıyla benim kitabımdaki çok farklı, beni yanlış anlamazsan eğer.
-Ölen onca masum çocuk? Onca aç insan? Bunları anlattı mı sana tanrı hiç?
-Ateist olabilir misin?
-Değilim. Müslümanım. Bildiğin türden bir Müslüman değilsem de öyleyim.
-Müslümanlık inanışıyla çelişen sorular soruyorsun aslında.
-Neyle çeliştiğimden emin değilim. Beni geçelim mi? Mucizeler diyordun.
-Öyle yoksulduk ki, ben  10 yaşımdan 14 yaşıma kadar annemle aynı ayakkabıyı dönüşümlü giydim. Ayaklarımın içinde yüzdüğü ayakkabılarla oynadım sokakta.. Küçümsenecek bir yetenek değil bu, seni temin ederim.. Paylaştığımız o koca ayakkabı da kullanılır olmaktan çıkmıştı çoktan. Tanrıyı içime alıp onunla konuşmaya başladıktan sonra, ona “baba” diye hitap etmeye başladığım sıralarda, “baba, dedim…ayakkabı alır mısın bana? Benim ayakkabım yok.”
Son durağa varmak üzere ayaklanıyoruz. Dilimdeki kuşburnu tadını yutkunarak tekrarlıyorum. Kulaklarımın onda olduğundan emin sürdürüyor:
“İnanmayacaksındır. Ama inanmasan da anlatacağım şu ki, bu duadan iki gün sonra, sokağımızdaki belediye binasının önündeki basamaklara oturduğum bir an, bir yabancı adam geldi ve elindeki bir çift ayakkabıyı uzattı bana. Ayakkabılar benim ayak numaramdaydılar ve hiç kullanılmamış olduklarına yemin edebilirdim. Parlak ve güzel..Parlak ve renkli… Ayakkabıları bana uzatıp, bunları kullanmıyorum, alın lütfen siz, dedi.
Elime tutuşturdu. Ayakkabılara bakakaldığımda geçen kısa sürede çekip gitmişti. Buna inanmıyor olabilirsin ama hayatımdaki mucizelerden sadece biriydi. Devamı daima geldi. İki çocuğum ve aşık olduğum adamla çok güzel bir işim var. 14 yaşına kadar üç kez ölümden dönmüş birinin göreceği düş kadar iyi bir hayatım var. Bunu tanrıyla konuşmaya başladığım güne borçluyum. Biliyorum ki bana yardımcı olmak, beni sevmek ve kollamayı seviyor.. Hepimizi seviyor…
Savaşlar…Tecavüz… Çocuk işçiler.. Açlık sınırı..Asimilasyon… Çocuk gelinler… Kadın… Modern kölelik…Kafamın içinde vızıldayıp duruyor ezberimdeki klişeler, kaldırımda koşturuyoruz otobüsten inmiş..
-          İlahi adalete inanıyor musun peki? Diyorum.
-          İlahi adalet kimi için acı çekmekten geçen uzun bir patikanın sonunda görünür olabilir ancak. Tanrı, kusursuz bir baba olmakla,
İşini iyi yapan bir yargıç olmak arasında kalır bazen. Kimi zaman başka insanların günahlarının bedelini masumlar öder yazık ki.. Ancak neyin bedelini neden ödüyor olduğumuzu ve bunun sonucunda –çoğu teolojik kriterce masum olanlar için şu sözüm- bilecek kadar vakıf değiliz tanrının ilmine..
-Kurtarıcıdan bahsettiğini hatırlıyorum.. Kimini vakıf olmadığımızı iddia ettiğin türlü sebepten kurtarmayı tercih etmemiş şu durumda tanrı? Tanrın?
-Siz kurban bayramlarında kurban sunarsınız tanrınıza, bizim tanrımız İsa’nın bedeninde Adem ve Havva’nın günahının bedelini insanlığa ödetmemek, insanlığı affetmek için kendini kurban etmiştir.. Hepimiz onun sayesinde günahsız geliriz dünyaya. Sonrası ise  bireysel günahlarımız için bizi bağışlamaya daima istekli olduğu bir ömürden ibarettir. Oysa bazımız öyle büyük günahları korkusuzca işleriz ki, bunların bedelini masumlara ödetiriz..Tövbe etmekten uzak dillerin günahı muhakkak bir başka canlının ömrüne musallat olur..
-Masumlar tanrıyla konuşamıyor mu? Konuşuyorlarsa neden mucizeler çoğu için işleyemiyor?
Binanın kapısından giriyoruz. Derse  iki dakika var.
-Mucizeleri görmek için, bakman gerekir.. Tanrıya kalbini açmak için nefes alman gerekir. Mesele şu ki, herkes bakabilecek takati bulamaz bazen. Acı çekmeye de büyük anlamlar yüklüyoruz belki. Ben de öyle yaptım uzunca zaman. . Ancak “acı” nın da anlatmak istediği var muhakkak..
-O ayakkabıları çok istedin.. Babanın eli kalkmasın istedin. Acıyı sevmedin. Kimse sevmez.
-Acıyı kimse sevmez ancak herkes tanrısıyla konuşabildiği kadar evirebilir şartlarını.
-Herkes öncelikle kendini umarsamalı ‘ya çıkıyor sözlerin.
-Sana 14 yaşımdan beri hiç yalan söyleyemediğimden bahsetmiş miydim? Yapmadıysam tam yeri: evet.. Kurtarıcı biz değiliz. Kendin dahi bunca günahkarken insanları kurtarmayı umamazsın Görkem. Bu gerçekten hiç mümkün değil.. Beni yanlış anlama ama hiç değil…


Koridorda ayrılmadan önceki son cümlesi bu. Sonrası ders..İş……

14 Ekim 2013 Pazartesi

Aklımdan bir kırmızı tutarım





Satranç tahtasında mahallenin delisidir at..Nizamlı manevradan yaka silken, mütevazılığı burun farkıyla inadına yenilmiş taş..Aklıma getirdikleri var..

Misafirliğe gelen komşu kızını annesi elinden tutup yanıma, halının üzerine attığında plastik yapboz parçacıklarıyla manavcılık oynuyordum sessizce kendimle. Sarılar limon. Yeşiller maydanoz. Kırmızıları bilirsiniz..Bol pantolonun ceplerine ellerini büyük oyuna açılan kadife perde gururuyla soktuğunda neler bekliyordum kim bilir.. Ceplerinde bir süre gezinen ellerini çıkarınca onlarca (yüzlerce değil belki ama kesinlikle bolca onlarca) düğme saçıldı halıya. Rengarenk onlarca düğme..Cebine nasıl sığdığını anlayamadığım, nereden gelip hangi hevesle oraya girdiklerine akıl erdiremediğim. Çok kısa vaktimi aldı yadırgamak, sonra neden bilmiyorum tam da alışmışken bu tuhaf oyuncaklara, elimi uzatınca yine aynı kibirle avuçlayıp sokuşturup ceplerine, kalktı halının üzerinden... Sarılardan limon yapacaktık oysa tam, yeşillerden maydanoz, ve kırmızıları bilirsiniz..

Köy lojmanında yan yana evimiz, tuhaf bir başka arkadaşım çağırmıştı evine. İkimiz de severdik bebekleri. Bebeği yoktu ikimizin de. O ağbisinin arabasıyla, ben anaokulundaki tahta mavi yapbozlarla. Eve girip, masanın ayakları altına oturunca renk renk minik metal arabaları dizdi önümüze özenle. Arabalarla nasıl oynanacağına dair en ufak fikrim yoktu ama istersek sarılar limon olabilirdi, yeşiller maydanoz, kırmızıları bilirsiniz. Tam elimi uzatıyorken itti kolumu.Çocukluğun o popüler repliğiyle.. "Git evimizden.." Koşarak gittim muhtemelen...

Satranç tahtasında mahallenin delisidir at. Deliliğinden hesap sorulan görmedim hiç. Çılgınlık delilik sınırına dayanmadıkça kurcalayıp dururlar oysa..Apartman çıkışında önümü kesip ceplerimi boşaltan komşu çocukları sonra.. Deli damgası yemiş olmanın, suçu meşruluğa ittiği gerçeğini daha o yaşta keşfeden. Küçük sayı fasulyeleri vardı ceplerimde ve birkaç kıymeti az bozukluk... Sarı fasulyeler limon, yeşiller maydanoz, kırmızıları ezberlediniz. Ah, bozukluklarla muhtemelen sakız..

Ne zaman alıkonsa elimi uzattığım, çalınsa cebimden sakındığım  muhakkak içerleyerek, ama her nasılsa gülümseyerek anımsarım. Varsa sarılar, yeşiller ve en kıymetli kırmızılar..Renkli düğmeler, metal arabalar, plastik fasulyeler.. Alıkonmasaydı derim yani, limonlar yapardık onlarla, belki maydanoz ve..Ama işte..Aklım elimde kalsalar ne yapacağımı tahmin bile edemediğim kırmızıların merakıyla boşalırken, satranç tahtasından siyah delimserek atımı kapıp kaybetmek pahasına kalkarım. Yesin birbirini diye, kibirli şah, yalancı vezirler ve ketumluğuna kurban olacak kulağı şefkatle sevilesi filler..

Aklımdan bir kırmızı tutarım sonra. Bırakamam, kalır orada öyle...




















4 Ekim 2013 Cuma

Hoşgeldin



Üzerinden kentler geçmiş toprak gibi yüzü seçilebilir değil bir vakittir..Terminalden çıkışından bu yana geçen bir garip vakittir..Bir köşesinden aşağı salınıyor bedeni, köküne inatla tutunan parmak uçları kalmış ondan geriye seçilebilir.Her seferinde yarısı yerin altında, her seferinde diğer yarısı kayıp.


İyi ki diyor kendine ışıklı tabelaların gölgesinde soluklanıp, iyi ki anlıyorum kapı gıcırtısının dilinden; trenin düdüğünden, toprağın hışırtısından ve akan suyun şırıltısından. İyi ki, çatık kaştan, bükük dudaktan ve solgun yanaktan.. İyi ki yürümek aynı ve koşmak, yutkunmak ve hapşırmak. İyi ki kahkahanın dili aynı, ıslığın ve çığlığın. Şükür edip caddenin bir ucundan diğerine her dilde yürümeye devam ediyor. Soğuktan kızarmış avucunda taşıyarak ikiye katlanmış terli kağıdı, gülümseyerek dinliyor arabaların üst ve alt kimliksiz kornasını, caddenin karşısına ürkerek geçerken.

Üzerinden tufan geçmiş kentler gibi sesi seçilebilir değil bir kısa vakittir. Bir tanıdık yakasından diğer henüz keşfedilmemiş yakasına çapa atıyor zihninin adım attıkça..Tente altında akordeon çalıyor bir Boşnak kızı. Önünde duruyor her dilde. Kalbi iki yana çekilmiş dudaklarında dinliyor. İyi ki diyor çekinerek göz göze gelmenin dili yok. Usulca açılıp göğsünün ortasında birbirine yaklaşan kollarına ve ince-narin uzun parmaklarının bir tuştan diğerine utanarak atlayışına dalıyor, akordeonun üzerine düştükçe başını küçük bir hareketle geriye atıp tuşlardan ayırdığı sarı saç tutamlarına..Şükür diyor, bunu görebilmek için bakmam yetiyor. Genç kızın birkaç adım ötesindeki mavi tabelaya takılıyor gözü, tabela ona konuşmuyor, ona anlatmıyor hiç. Başını önüne eğip geri geri birkaç adım atıp sırtını dönüyor akordeonun anlaşılır sesine. Müzikten uzaklaştıkça susmalarına yakınlaşıyor.

Hava karardığından çoktan, telaşı artıyor. Avucu daha çok üşüyor, avucundaki kağıt parçası daha çok terliyor. Dakikalar geçtikçe her caddenin bir ucundan diğerine geçmek zorlaşıyor, omzuna çarpan her bir omuzdan sessizce ve bir türlü anlaşılamayan bir dilde özür diliyor. Kimse nezaketini takdir etmiyor. Gün boyunca işaret parmağını kaldırıp başını müsaade isteyerek eğip, avucundakini göstermeye çalıştığı onca insandan bir tanesinin dahi yüzüne bakmayışını bir türlü anlayamıyor. Oysa o, her soruşunda, her birinin gözünün bebeğinin en orta yerine bakıyor karşılığını arayan gülümseyişiyle.

İyi ki diyor, gökteki ay tanıdık ve biliyorum yıldızların görünmeseler de orada olduğunu. Gösterişiyle telaşı yarışan bir kavşakta gördüğü trafik polisine yanaşıyor. İyi ki diyor, üniformayı sevmek her dilde mümkün değilken, seçebilmek her dilde mümkün. Yanaşıp bir süre bekliyor. Bölmek istemiyor. Bölmek istemiyor. Sadece yeterince anlaşılmak üzere bekliyor. Fark edilmeyince inadına her dilde dokunuyor omzuna. Her dilde irkilip dönüyor üniformalı genç adam. Her dilde çatarak kaşını bir dilde bir şeyler söylüyor. İyi ki her iklimde aynı soğukluğu soru işaretinin diyor kendi kendine. Avucunu uzatıp kağıdı gösteriyor. Her dilde susarak soruyor. Genç polis, sorarken soğuğa terslenerek terleyen alna bakıyor, yere bakan gözlerinden ziyade. Sağ elini uzatıp yolun karşısındaki dolmuş durağını işaret ediyor parmağıyla, sırtını dönüyor.

Üzerinde kurşun sekmiş çarşaf gibi korkudan kırışarak yürüyor dar ve arka sokaklarında kentin. Ardında bıraktığı dolmuştaki o tanıdık, üşümüş ter ve yatışmış yorgunluk kokusu şimdiden burnunda tütüyorken henüz, gördüğü ilk bakkala atıyor kendini. Ağzını bile açmadan avucundaki yumuşamış, yorulmuş, belki çoktan uyumuş kağıdı tezgahın ardındaki yaşlı adama uzatıyor. Adam her dilde merak ederek alıyor kağıdı eline,
B'xêr Hatî, diyor.

Tezgahın ardında tanıdık dilde fokurdayan demlikten bir ince bardağa ve buyur edişe dökülen çayı, bilindik bir dilde höpürdeterek içip yol alıyor adresteki eve. İki sokak ötedeki sıvası yaşlanmış eve. Mavi demir kapı gıcırdayarak açıldığında ne'ce olduğuna kafa yormaksızın kucaklıyor karşısına hasretle çıkan göğsü. Üzerinde Kenger biten toprak kokusundan doğma huzur yürüyor göz kapaklarına..İyi ki'den medet ummayacak kadar bilindik kokan çarşaflara sarılıp, yarını bir gecelik unutup, esasen her dilde, ama en çok da kendi dilinde, uyuyor...