-Tanrıyı içimde aradım
bir gün.. Buldum da hemen. Konuştum bulmuşken. Baba dedim ona. Benim babam
döverdi hep..
Otobüsten 3 durak sonra
inip derslerimize koşacağız. Elimdeki falanca kahve firmasının logosunu baş
parmağımla severek içindeki soğumuş kuşburnu çayının son yudumunu dikiyorum
kafama.
-
Tanrının en
güzel yanı şu ki, arar aramaz buluyorsun..
-
Ölen onca
masum çocuk?
-
Sonra şöyle
oldu birden. Birden değilse de, tanrıyı içime davet edişimin üzerinden iki
hafta geçmişken.. Ah….Çocukluğumun önemli kısmının annemi hastanede ziyaret
ederek geçtiğinden bahsetmiş miydim?
-
Evet.
-
Tanrıyla 14
yaşımda konuştum ilk. Varsayımın ötesindeydi inan. Gerçekten konuştum..
İki
hafta sonra babam yine elini kaldırdığında bana, tuhaf bir şekilde indirdi.
Bunu anlatması zor biraz, abarttığımı düşüneceğinden neredeyse eminim ama elini
indirirken gözlerime bakıyordu. Ömrümde ilk kez gözlerimin içine ve yine
ömrümde ilk kez korkarak.. 14 yaşındaydım. Daha önce defalarca yaptığı üzere
tahmin edemeyeceğin kadar acıtabilirdi canımı. Babamın gücü buna yeterdi.
Yapamadı. O gün ve o günden sonra bir daha hiç.. Sana annemin hayatının önemli bir kısmının hastanede
geçtiğinden bahsetmiş miydim?
İki
durak sonra ineceğiz. Derse 10 dakika kaldı. Mika fincanı elimde evirip
çevirmeye başladım çoktan, içi boş artık.
-
Soranlara
hristiyan olduğumu söyleyemiyorum bu ülkede. Bunu sana anlatıyorum sorduğun
için. Güvenilir türden gibisin. Hristiyanım demek bir tür mezhepsel aidiyeti
beraberinde getirmek durumunda genelde. Oysa ben 14 yaşıma kadar Ortodoks, 14’ümden
sonra hiçbir mezhebe hapsolmadığım bir yerdeyim. İnsanlar katolik olmamı
umuyorlar bahsini edince.. Ki kesinlikle değilim..
-
Protestan da
değilsin?
-
Aslında en
yakın olduğum.. Yine de protesto ettiğim hiçbir şey yok neredeyse.. (Bunu söylerken
gülüyor, sanırım kelime oyunundan fazlası değil kastı) O yüzden literatür bu
anlamda önümü kapıyor.
-
Anlıyorum.
-
14 yaşımda mezheplerden
arınarak inanıyorum tanrıya ve incile. Bunu anlatması zor ancak….
Otobüs son durağa
yaklaşıyor. Kıpırdanmaya başlıyorum. Çantamı omzundaki yerine oturtuyorum.
-
Ben tanrıya
inanıyorum ancak tanrım çoğu insanınkiyle bir değil
-
Benim tanrım
da bana ait. Diyorum
Panikle
atılıyor sözcüklerime,
-Yo yo…
Kesinlikle öyle bir yerde değilim. Aynı yerde değiliz. İnandığımla kurduğum
iletişim, onu bana özel kılan pek çok emare taşıyorsa da, benim tanrım senin
durumunda olduğu gibi bana ait değil. Ona kendini gerçekten açan herkese ait.
-Bana
bile mi?
Olabilirdi elbet ama sorguladığın, benimseyemediğin, kendini açamadığın sürece kesinlikle senin tanrın değildir. Mesele şu ki, bir müslümanın tanrısıyla benimki bir de
değil.
-Tanrı
öyle söylemiyor ama? Bu söylediğin tuhaf biraz..
-Tanrı
kendini tanıtmayı sever. Ama öylesi bir tanıtma değil. Ünlü olma aşkı gibi
değil. Tanrı kendini “gerçekten” tanıtmayı sever. Tanrı onu tanımanı sever. Sizin
kitabınızda kendini tanıtan tanrıyla benim kitabımdaki çok farklı, beni yanlış
anlamazsan eğer.
-Ölen
onca masum çocuk? Onca aç insan? Bunları anlattı mı sana tanrı hiç?
-Ateist
olabilir misin?
-Değilim.
Müslümanım. Bildiğin türden bir Müslüman değilsem de öyleyim.
-Müslümanlık
inanışıyla çelişen sorular soruyorsun aslında.
-Neyle
çeliştiğimden emin değilim. Beni geçelim mi? Mucizeler diyordun.
-Öyle
yoksulduk ki, ben 10 yaşımdan 14 yaşıma kadar annemle aynı ayakkabıyı dönüşümlü giydim. Ayaklarımın içinde yüzdüğü ayakkabılarla oynadım sokakta.. Küçümsenecek bir yetenek değil bu, seni temin ederim.. Paylaştığımız o koca ayakkabı da kullanılır olmaktan çıkmıştı çoktan.
Tanrıyı içime alıp onunla konuşmaya başladıktan sonra, ona “baba” diye hitap
etmeye başladığım sıralarda, “baba, dedim…ayakkabı alır mısın bana? Benim
ayakkabım yok.”
Son
durağa varmak üzere ayaklanıyoruz. Dilimdeki kuşburnu tadını yutkunarak
tekrarlıyorum. Kulaklarımın onda olduğundan emin sürdürüyor:
“İnanmayacaksındır.
Ama inanmasan da anlatacağım şu ki, bu duadan iki gün sonra, sokağımızdaki
belediye binasının önündeki basamaklara oturduğum bir an, bir yabancı adam
geldi ve elindeki bir çift ayakkabıyı uzattı bana. Ayakkabılar benim ayak
numaramdaydılar ve hiç kullanılmamış olduklarına yemin edebilirdim. Parlak ve
güzel..Parlak ve renkli… Ayakkabıları bana uzatıp, bunları kullanmıyorum, alın
lütfen siz, dedi.
Elime
tutuşturdu. Ayakkabılara bakakaldığımda geçen kısa sürede çekip gitmişti. Buna
inanmıyor olabilirsin ama hayatımdaki mucizelerden sadece biriydi. Devamı daima
geldi. İki çocuğum ve aşık olduğum adamla çok güzel bir işim var. 14 yaşına
kadar üç kez ölümden dönmüş birinin göreceği düş kadar iyi bir hayatım var.
Bunu tanrıyla konuşmaya başladığım güne borçluyum. Biliyorum ki bana yardımcı
olmak, beni sevmek ve kollamayı seviyor.. Hepimizi seviyor…
Savaşlar…Tecavüz…
Çocuk işçiler.. Açlık sınırı..Asimilasyon… Çocuk gelinler… Kadın… Modern kölelik…Kafamın
içinde vızıldayıp duruyor ezberimdeki klişeler, kaldırımda koşturuyoruz
otobüsten inmiş..
-
İlahi adalete
inanıyor musun peki? Diyorum.
-
İlahi adalet
kimi için acı çekmekten geçen uzun bir patikanın sonunda görünür olabilir ancak.
Tanrı, kusursuz bir baba olmakla,
İşini iyi
yapan bir yargıç olmak arasında kalır bazen. Kimi zaman başka insanların
günahlarının bedelini masumlar öder yazık ki.. Ancak neyin bedelini neden ödüyor
olduğumuzu ve bunun sonucunda –çoğu teolojik kriterce masum olanlar için şu sözüm-
bilecek kadar vakıf değiliz tanrının ilmine..
-Kurtarıcıdan
bahsettiğini hatırlıyorum.. Kimini vakıf olmadığımızı iddia ettiğin türlü
sebepten kurtarmayı tercih etmemiş şu durumda tanrı? Tanrın?
-Siz
kurban bayramlarında kurban sunarsınız tanrınıza, bizim tanrımız İsa’nın
bedeninde Adem ve Havva’nın günahının bedelini insanlığa ödetmemek, insanlığı
affetmek için kendini kurban etmiştir.. Hepimiz onun sayesinde günahsız geliriz
dünyaya. Sonrası ise bireysel
günahlarımız için bizi bağışlamaya daima istekli olduğu bir ömürden ibarettir. Oysa
bazımız öyle büyük günahları korkusuzca işleriz ki, bunların bedelini masumlara
ödetiriz..Tövbe etmekten uzak dillerin günahı muhakkak bir başka canlının
ömrüne musallat olur..
-Masumlar
tanrıyla konuşamıyor mu? Konuşuyorlarsa neden mucizeler çoğu için işleyemiyor?
Binanın
kapısından giriyoruz. Derse iki dakika
var.
-Mucizeleri
görmek için, bakman gerekir.. Tanrıya kalbini açmak için nefes alman gerekir.
Mesele şu ki, herkes bakabilecek takati bulamaz bazen. Acı çekmeye de büyük
anlamlar yüklüyoruz belki. Ben de öyle yaptım uzunca zaman. . Ancak “acı” nın
da anlatmak istediği var muhakkak..
-O
ayakkabıları çok istedin.. Babanın eli kalkmasın istedin. Acıyı sevmedin. Kimse
sevmez.
-Acıyı
kimse sevmez ancak herkes tanrısıyla konuşabildiği kadar evirebilir şartlarını.
-Herkes öncelikle
kendini umarsamalı ‘ya çıkıyor sözlerin.
-Sana 14
yaşımdan beri hiç yalan söyleyemediğimden bahsetmiş miydim? Yapmadıysam tam
yeri: evet.. Kurtarıcı biz değiliz. Kendin dahi bunca günahkarken insanları
kurtarmayı umamazsın Görkem. Bu gerçekten hiç mümkün değil.. Beni yanlış anlama
ama hiç değil…
Koridorda ayrılmadan
önceki son cümlesi bu. Sonrası ders..İş……