Balkona çıkıp bir küçük serçe konsun da besleyip seveyim diye dua ederdim çocukken. Hiçbir serçe özgürlüğünü dualarıma değişecek kadar yitirmemişti aklını ama ben hayattan en mantıksız koşullarıyla bana eğilmesini isteyecek kadar minicik dualarla arıyabiliyordum neşemi. Mantığa ihtiyacım yoktu o yaşlarda, o halde onun da bana..
Bir şeyler diliyor ve bekliyorken nedense bir süre sonra insan dilediğini beklemekten, neyi beklediğini de unutuyor diye düşünürken aklıma geldi bu anı. Gerçekleşmiş yüzlerce, vazgeçilmiş yüzlerce dileğin arasında somurtarak yüzüyoruz o yüzden bazen. Bir sonraki umudumuz her neyse ona, öyle doyumsuzca kulaç sallıyoruz ki onlarca ve yüzlerce dileğin kaderi ona vardığımızda farkedilmemek, kucaklanmadan terkedilmek oluyor..
Her dilek de gerçekleşmiyor elbet öyle, belki gerçekleşenlere kör olduğumuz için, ya da kendince sebepleri olduğundan kafası karışık evrenin. Tam da bu sebepleri tahmine çalışırken aklıma düşüyor; bir gün Dicle'de bir mütevazı eve giriyorum, yaşım hala çocuk. Yer sofrasında tanımadığım kocaman bir aile, akşamüstü, geç bir öğle yemeğinde ya da erken bir akşam yemeği.. Babaannemle açık kapının eşiğinde bakır tastan süt içen, çocuk aklımın abartısıyla onlarca tombul yavru kedi.. Onlar da adını koyamadığım bir öğünde. Babaannem, "al hadi, seç birini"diyor. "Hem de hangisini istersem?!" Babaannem, bir küçük pamuk kadın, bir lamba cininden bile heybetli görünüyor o an gözüme. Kalbim küt küt atıyor.. Hayvanlar için deliren ve balkonda bir küçük serçe için sık sık dua edecek kadar aklını yitirmiş bir çocuğun kalbi o kıpır kıpır yavrulardan biri ona pat diye sunulduğunda nasıl atmalıysa tam da öyle atıyor. Elimi uzatıp uzatıp çekiyorum. Siyah benekli beyaz, ya da beyaz benekli siyah bir kedi, emin değilim. Kalbim kafesinden fırlayıp kedinin süt içtiği tasın içine düştü düşecek. Ömrümde kediye el sürmemişim ki! Tam cesaretimi toplayıp işaret parmağımı değdirmişken kedinin yumuşacık sırt tüyüne, sofradan sesleniyor kadın, "Almasın. Bakamaz o, dokunamıyor bile" kalbim tasa değil ama kırıla kırıla içimde bir yerlere çıtır çıtır dökülüyor. Öyle bir dökülme ki o adımı geriye atıp çekilmesem kediciklerin patisine batıp kanatacak sanki. Ayağa kalkıp önce bir adım sonra hıçkırarak birkaç adım geriye, avlunun en dışına, sokağın en dışına koşuyorum. Muhtemelen öyle hızlı koşuyorum ki birkaç kırık parçayı dökemeden yanıma alıyorum. Bu yüzden o bulaşık hissi bugüne kadar daima yanımda, içimde taşıyorum gittiğim her yere. İnsan kavuşunca elini ayağına dolaştıracak düşleri haketmiyor belli ki.. En azından şimdiki aklımla bu benim için böyle. Ve tam ulaştığınızda, işaret parmağınızla sırtını okşadığınızda tüm ihtimalleri hınçla eteğinde toplayıp giden tüm dilekleri hala bu anıdan aldığım derse bağlarım. Bazı umutlar taşıyamayacağımız kadar ağırdır, asla bizim olmayacak olanlardır, muhtemelen başka insanlara rezerve edilmiş cam kenarında afili bir masadır her biri. Oturacak olsanız sallanır sandalye, maazallah düşersiniz, oturmazsınız. Oturmayın, acımasın tatlı canınız..
Son olarak, "peki" diyorum kendi kendime, " gerçekleşenler ve gerçekleştiğinde farkedilip minnetle buyur edilmiş dilekler?" Hayatıma bakıyorum. Hepsi elele vermiş ömrümün tamamını doldurmuş meğer. Yediğim tüm dondurmalar, saçını taradığım birkaç oyuncak naylon bebek, apartman merdivenlerine kurulmuş evcilik oyunları, tüm yaz tatillerim, yıldızları izleyerek geçen uzun yolculuklarım, üniversitede şubat ayı evime dönüp özlediğim el dokuması çeyizlik eski halıya üşüyerek ama ille de yalınayak basışım, oğlumu karnımdan kucağıma alıp yanağını şaşkınlıkla yanağıma sürüşüm, mikrofonumu dudağıma her yaklaştırışım, evime huzurla girince kedinin ayağıma sitemle sürtünüşü, uzun süre ara verdiğim kitabımı açınca tanıdık kokusunun yüzüme çarpıp içime doluşu.... Hepsi, hepsinden bile dahası ... İnsan çırılçıplak doğup ilk nefesini irkilerek ve canı yanarak aldığında diliyor olmalı ilk dileğini. Anne göğsüne değme umuduyla başlıyor her şey. Önce bomboş ıslak bir karton kutu. Zamanla gerçekleşen dileklerle doluyor, gerçekleşmeyenlerle boşalmayışı ne güzel. Yeterince, dilendiğince çoğalamadığı anlarda bile azalmayışı ve eksilmeyişi.. Sanırım bu uzak ihtimaller ve farkına varılmamış armağanların toplamından güzel. Hayat şu ana kadar gerçekleşmiş dileklerle kurulmuş bir hayali sofra. Anne eliyle kurulmuşcasına cömertse de doyup kalmak istemediğimiz. Bu açlık, ki açlığın adı umut, bizi yaşatıyorsa eğer, ki öyle, ki kabul, böyle de güzel..
Dilediğimiz, düşlediğimiz, ardından nefes nefese koşturduğumuz, koşarken düştüğümüz ve düşürüldüğümüz her ne türlü dilek varsa, bizi hayata bağladığı sürece çoktan gerçekleşmiş demektir o yüzden. Fark etmemiş ya da değerini bilememiş oluşumuz, elimizden kaçırışımız ya da dokunacak cesareti bulamayışımız bile alıyorsa yerini hafızamızda, soframızda, güzel...
Bitirmeden bahsini edeyim; çocukken, balkonun sol köşesindeki odun yığının arasında yavrusunu bırakıp kaçmış ya da dönememişti bir serçe. Solucana benzetir diye spagettiyle beslemiş ama bir sonra varlığını hatırlamadığım bir ara unutmuştum.. Yani meğer balkon dualarım sonuç vermiş ama ben değerini bilemediğim gibi, gerçekleştiğinde teşekkür edemeyecek kadar meşguldüm.. Kimbilir çoktan eskimiş o dileğim gerçekleştiğinde, hangi yeni dileğime adamıştım iki gözümü..
Sağınızı solunuzu yoklayın, bir yerlerden gerçekleştiği halde farketmediğiniz, hakkını vermediğiniz, ya da çoktan unuttuğunuz bir dilek bulacaksınız. Lamba cini size de küskündür biraz, bahse girerim.
Beni altına almaya çalıştığı şeffaf şemsiyenin altından
kapşonumun altına atlıyorum.
“Islanacaksın. Taksiye mi binsek?
Cümlesini bitirirken gülmeye başlıyor.
“Ne yapıyorsun sen be? “
Gözlerimin altına kadar çektiğim atkının altından gülerek
yanıtlıyorum gülüşünü.
“Ne??”
“Gözlerini de kapa da yolu tarif edeyim istersen. O nedir
allasen..”
“Yağmurdan nefret ederim. Kardan da. Ama böyle yapınca ikisi
de keyifli.. “
Atkının içinde ısınıyor nefesim, önce atkıya sonra yüzüme
çarpıyor. Sonra havadan aldığıma katılıp yine nefesime sonra yine atkıya yine
yüzüme.
“Biz bu filmi izlemek için şu güzelim tatil gününü niye heba
ediyoruz, niyetimiz nedir?”
Diye şikayet ediyorum karşıya geçerken. Sık sık duraksayıp
çorabına çamur sıçramış diye kontrol edişi sık sık canımı sıkıyor.
“Bunu yapmaya uygun başka günümüz yok çünkü. “
Ankara’da yağmur yağınca iki tür insana dönüşürsünüz halihazırda
ikisinden biri değilseniz;
Ya hareket eden her şeye; misal omzunuza selam çakmadan yürümek bilmeyen insanlara,
koca su birikintisini üzerinize
sıçratırken bir kısmının da bujilerini ıslatmasını dilediğiniz arabalara, uçuşup
ayakkabınızın topuğuna sarılan sevgi arsızı market poşetine küfreder, ama yine
de hepsinden hızlı hareket etmeye itina gösterir,
Ya da öylece duran her şeye; misal kaldırımın ortasına park
etmiş çirkin bir şemsiyeye, başınızı eğip yürürken son anda fark edip geri
çekildiğiniz elektrik direğine, ya da ters yöne koşuşturduğunuz halde korna
çalarak önünüzde duran “ya fikrini
değiştirip istikametin tam aksine gitmek isterse”ci çıldırmış taksilere
küfreder, yine de hepsini ve hızla arkanızda bırakacak olmakla avunursunuz.
“Festival filmlerini evde seyretmek daha keyifli değil mi?” diye inceden itiraz ediyorum sinemanın
kapısında yağmurun altında sigara içen inatçı tiryakinin parmağındaki yemyeşil
yüzüğe takılırken gözüm.
Şemsiyesini kapar kapamaz kolumu çekiştiriyor.
“Para verdiğimize değecek şeyler izleyelim şunca eziyeti
çekmişken. Seninle dışarı çıkmak ne zor şey. Taksiye binene kadar bir fikrin
olduğunu sanıyordum. Ne yapacağına dair tek fikrin olmadan sokağa çıkıyorsun.
Allahtan benimlesin”.
Ankara’da sokağa
çıkmak için iki tür sebebiniz olabilir insanlara sorsanız. İlki, biletini
önceden aldığınız, ikincisi biletinin tükenmeyeceğini adınız gibi bildiğiniz
üzere yola koyulup ama muhakkak önceden kararlaştırılmış bir iştirakle
eğleşmektir. Ben ikisini de yapmayı sevmiyorum. Kapıda fikrim değişirse biletim
cebimde yanabilir. İnternet sitesinde önceden gördüğüm afişi duvarda beğenmemek
bahanem olabilir. Aklıma yolda başka bir fikir gelebilir. Her şey mümkün.
Ankara ne istediğini önceden bilmeyi seven oğlak burcu şehir. Yaptığıma
içerlemesi normal karşılanabilir. Susup gişeye yürüyorum. Biletimizi alırken
gişe görevlisinin kırmızı ince buklelerine henüz açılmamış bir kurşun kalemin
birebir yerleşme ihtimaline, oradan atladığım fosfor yeşili kuş tüyü küpelerin
asık suratlı gişe memurunun yüzüne bir memnuniyet, bir neşe kırıntısı
ararcasına dokunup duruşuna öyle dalıyorum ki arkadaşımın bana şey dediğini
duyamıyorum,
“..beklerken?”
İsmimi duyunca ayılmaya engel olamıyorum. İsmimi yüksek
sesle bağırıp tekrarlıyor bilmiyorum bildiğinden mi bunu;
“…Kahve içelim mi beklerken?”
“Çay içerim ben.”
Ankara’da kış mevsiminde günde bir iki fincandan fazlasını
içmek karın ağrısına sebep olabiliyor bazen. Barbekü sosa bulanmış havasını, kırk yıllık
hatırının yükünü üzerinizden bir ömür atamayacağınız kavruk kahve aromasını kaldıracak kadar sevmiyorsanız
onu eğer.. O kadarı fazla gelince akşamıysa çay, gündüzüyse çay kotarıyor
soluğunuzu.
Daha önce onlarca kez girdiğim sinema salona her girişimde
kırmızı halıdan geçiyormuşumcasına haz almanın ergenliğini yaşayarak oturuyorum
yerime. Çıkarken jübileme sapacağım “exit” tabelasından. Bu gerçek olmayan bir şeye her başlayışım ve
bitişimde kendimi kandırma, iyimser tabirle motive etme halimdir. Mükemmel
olması da şart değil üstelik. İş ki çıkınca gerçeklik montumu tutsun, giyeyim de
yol alayım evime. Bu yüzden boş perdeyi
izlemek için bile para sayabilirim herhangi birine. Dolu ve kıymetli olursa
daha kıymetli olur. Olmasa da olur ama..neyse.
Film başlarken maruz kaldığı ilk rüzgara gönül koyan omzumun
ağrısını hissedip ensemi koltuğa dayıyorum.
Dürtüp elindeki cep telefonunu işaret ediyor, kapatmayı unutacağımdan
emin. Telefonumu çoğu zamanki gibi evde unuttuğumu anlıyor başımı sallayınca.
Yanımda olsa kesin unuturdum sesini kapamayı, uyarmakta haklı yani. Koltuğa uyuyacak gibi yayılıyorum. Film Latin
ezgilerince titreyerek başlarken yanımdaki koltuğa usulca oturuyor bir kadın.
Cinsiyetini kuru ağaç dalıyla eşelenmiş toprağa düşmüş haddinden olgun vanilya
çiçeği tohumu sayesinde çözüyorum başımı çevirmeden.
Dizlerimi ve haliyle tüm bedenimi vakitsiz nezaketle
toparlarken, dirseğime dokunup,
Başımı yüzüne çevirmek zorunda kalınca siyah kemikli
gözlüklerin üstünden gülümseyerek küçülmüş gözleriyle selamlaşıyorum. Elindeki
kurşun kalem havada donakalmış gibi sevimli sevimli bakıyor yüzüme. Çok uzun
bir şey anlatmış ve yeterince anlaşılması birkaç saniye alacakmış gibi bakıp
birkaç saniye, yanıtsızlığıma alınmadan kalemi üst üste attığı bacaklarının
üzerindeki iri ve doğru seçebiliyorsam eğer, kalınca defterin üzerine koyup
arkasına yaslanıyor hala gülümseyerek.
Önce karşıma bakıyor,
sonra dayanamayıp dönüyorum. Kulağına eğilip soruyorum, artık film adamakıllı
başladığından
Ankara’da tanımadığınız bir insanla konuşmanın iki yolu var
çünkü; ya oldukça uzağından ama sesinizi
yükseltmeden, ya kulağına samimiyetle eğilip sesinizi yine yükseltmeden;
“Hemen gitmeyin. Kalıp sonuna kadar izlemelisiniz bence”
Bunu neden söylediğimi bilmiyorum. Başlamakta olan filmden en ufak bir
beklentim yok.
Yüzünü ara sıra aydınlatıp kaçan ışıktan seçebildiğim
kadarıyla kaşlarını ilgiyle çatarak doğruluyor bana doğru
“Gündüz seansına gelmiş miydiniz? Nasıl görmedim sizi…”
Arkadaşım dönüp bir
ara yine ne halt karıştırdığıma kulak kabartıp hemen sonra değmeyeceğine karar
verip çeviriyor başını beyaz perdeye. Siyah çoğunlukla aslında.
“Gelmemiştim. Sabah seansına da gelmiştiniz diye mi gideceksiniz?”
“Yarın da geleceğim” diyor. Gülümseyip defterine sağ elinde
pırıldayan yüzüğünden seçebildiğimce kısacık bir not düşüyor. O nasıl görüyor
yazdığını bilemiyorum ama ben kesinlikle okumaya çalıştığımı göremiyorum.
“Her seferinde başka bir kısmını mı?”
Diyorum. Film akıp gidiyor ama bu daha ilgimi çekiyor belli
ki.
“Her seferine başka birini”
Diye fısıldıyor kulağıma.
Susup başımı çeviyorum siyah perdeye. Gri aslında.
Ankara’da anlamadığınız bir meselenin üstüne gitmemek
mübahtır. Bir gün önce orada olmayan 2 metrelik dev ve çirkin kedi maskotunun
yanından geçerken, Kızılay meydanında sola dönmenin yasak oluşunun trafiğe
katkısızlığına takılırken, Çankaya’da kırık kaldırımların arasına sıkışan
topuğunuzu kurtarıp ulus meydanında konuşan piyango bayisinin aylık cirosuna
takılırken, özel belediye otobüsünde biletinizi vermeyip para üstüyle avuç
içinizi dövercesine iten muavinden inatla biletinizi istemekle istememek
arasında gidip gelirken, 600 metrelik yokuşu metroyla mı, kısa mesafeyle mağdur
olduğundan suratını devirecek şoförüne rağmen taksiyle mi, yürüyerek mi gitmenin
doğru olacağını düşünürken, karşı
tarafın geç kaldığı karanfil buluşmasında, dost kitabevinde reçine kokusunu
içinize çekerek mi yoksa pasaj çarşılarında avans “hoşgeldiniz”lere utana
sıkıla baş sallayıp yürüyerek mi vakit
geçireceğinize karar vermeye çalışırken aklınıza ilk geleni yapmak, aklınıza
bir şey gelmiyorsa hiçbir şey yapmadan olduğunuz yerde dikilerek beklemek bir
nevi kuraldır. Şimdi ben bu kadının ne yaptığını nasıl da merak ediyorsam da susuyorum
ya, birkaç dakika sürecek çünkü ben
Ankara’nın yordamına ayak uydurmuş bile değilim. Kaldı ki kadının da tuhaf
olduğu gerçeğini gerekirse gözüne sokarak kendimi savunmak pahasına soruyorum,
Kulağına eğilmeden muhtemelen;
“Şu anda kimi izliyorsunuz peki?”
“Sinema bulunduğu yerde olma amacını saklayamayanlarla
doludur. Sokaklarda ayırt edemiyorum. Restoranlarda ya da barlarda saklamakta da ustalar. Bir yandan bulunmak istiyor, bir yandan onlara ulaşmanın yolu olmasın istiyorlar.”
“Kitapçılarda ya?”
Gülüyor. Biraz sesli gülse de kimse umursamıyor.
“En çok da orada saklanıyorlar. ”
“Bulunduğu yerde olma amacını saklamayanların nesini not
ediyorsunuz?”
“İhtimallerini. Olmak istedikleri yerde olma ihtimallerini.”
Arkadaşım dirseğimi dürtüyor. İlgilenemem, çok meşgulüm
Film öyle sessiz ki, kadının benimle gülümseyerek defterine
düştüğü yeni – kısa notun hışırtısını duyabiliyorum.
“Benimkini görebiliyor musunuz? Benim ihtimalimi mi
yazıyorsunuz? Kitap için mi? Yazar falan mısınız siz? Bir proje gibisinden mi
yoksa? Pardon? Afedersiniz? Pardon? Ya benimki? “
“Bir rahat durmadın” bakışı atıp çeviriyor başını.
Başımı sallayıp soluma dönünce yanımdaki koltuğun boşalmış
olduğunu fark ediyorum.Hangi ara gitti bilemiyorum. Belki arka koltuğa geçti
belki iki sıra önde başka bir izleyiciyi not ediyor, bilemiyorum. Benden ne sebeple böyle kolay vazgeçtiğini anlamıyorum.
Bunu niye yaptığını öğrenmeyi çok istiyorum, en ufak fikir vermeden yok oluşuna
bozuluyorum. İma ettiklerine bozuluyorum. Onca insan arasında beni seçmiş
oluşuna bozuluyorum. Bunca bozulunca bir
sigara molası şart oluyor. Filmin başını da kaçırdım zaten. Hiç mesele değil.
Salondan çıkarken arkadaşımın arkamdan üç beş saniyelik
bakışını hissederken çantamdan paketi çıkarıyorum. Salonun dışına çıkıyorum.
Yağmur hala yağıyor. Çantamdaki kalabalıktan bir minicik çakmak çıkarmanın
imkansızlığıyla savaşırken iki avucun siper olduğu ateş bitiyor ağzımdaki
sigaranın ucunda. Sinemaya girerken gözümün takıldığı adama varıyor çakmağı
takip edince. Dudak aramdan teşekkür edip yakıyorum. Çakmağını soktuğunun siyah
bir kadın çantası olduğunu fark edince tanıyorum üzerindeki sade deri mont ve
kısa saçları ve benimki gibi yüzüne düşürdüğü kapüşonun arasında pırıldayan
gözlüklerin kime ait olduğunu.
Soru işaretine kavuşmuş cümlemi bir kez daha kaçıp gitmeden
tamamlamak üzere
“Sinemaya girerken görmüştüm sizi” diyorum
“Hayır. Beni aslında sinemada yanınızda otururken gördünüz. Ama yine de en baştan başlamak istiyorsunuz.”
Haklı olduğum bir girizgâhla sorularımı sürdürme hevesimi
kursağımda bırakıyor. Kurduğu çoğu cümlenin sonunda susmak zorunda bırakıyor
muhatabını. Ankara’da yaşıyorsanız şu mevsimde açık havada sigara içmenin en
sinir bozan yanı, dumanın siz çekmeden ağzınızın içine dolup hevesinizi
kaçırması üstelik.
“İhtimalleriniz türlü türlüdür muhakkak. Sormuştunuz. İnsan
sarrafı değilim. Not almamın hatrı sayılır bir amacı da yok üstelik. Bulunduğu
yerde olma sebeplerini kendine açıklamayan biriyim ben de ve bir anlık da olsa
kendime benzettiklerimin ihtimallerini hafta sonu bu sinemada not edip hafta içi
ofisimde, orada bulunma amacımı ya da amaçsızlığımı sorgularken okuyup kendimi
bir parça iyi hissederim. Yaptığımın
sizinle özel bir ilgisi yok, bana mekanla olan savaşımı hatırlatan hemen herkes
ve her şeyle ilgisi var.”
Çantasını omzuna sanki zaten orada değilmişcesine
yerleştirip kapüşonunu sanki kafasında değilmişcesine saçının üzerine
yerleştiriyor. Gözlüğünü sanki orada değilmişcesine sabitliyor burun kemiğinin
üzerine. Ankara’da bulunduğunuz her metrekareyi terk etmenin bir yordamı var.
İstanbul’da elinde bere taşıyanı, İzmir’de çantasının askısını omzundan
düşürerek yürüyeni görmek ne kadar olağandır oysa.
“İhtimallerimin türlü türlü olacağınız siz nereden
bileceksiniz ki! Tanımıyorsunuz beni! ”
Diye sesleniyorum içimden.
Elleri ceplerinde yağmurda hızla uzaklaşırken beni susturacak cevap verebilirdi sesimi
duyurmayı seçseydim. O ihtimali seçemedim. Film arasına merakla aranarak çıkan arkadaşımın beni bulamayınca aramasına fırsat vermeden bir
kısa mesaj atarak, atkımı gözlerime çekip evime dönmeyi tercih ettim.
“ Boynumun ağrısı rahat vermedi, affet. Sıkıldım da hem. Eve gidip uyuyayım dedim.
Hıhım; keyifçiyim.. “