26 Şubat 2013 Salı

Bu Böyledir






Karartma gecelerine de alışkın, çatışma seslerıne de..Çocukluğun yadsımalarla tahammül ettiği sahipsiz ve tarifsiz imgeleriyle kucaklanmış anıları tükenmeyecektir; dinlemekten usanana selam olsun ama bu böyledir...

Damda, yer yatağında tülden kirpikleri indiriyor çirkin gıcırtılarla kapanan kara kepenkler gibi bir çocuk, bir çocuk daha, beş çocuk ve on çocuk daha..
Silah seslerini masal bilmiş çocuk dimağına, köy okulunda okunmuş birkaç eskimiş kitap fon olur bazen, az kullanılmış, ikinci ya da kaçınca else artık, farketmez ki..

Bazı çocuklara masallarla yakınlaşamazsınız, bazı çocukları masalla yatıştıramazsınız.,.

Bazı çocukları ömürlerince ve ömrünüzce uyutamazsınız...

Gazetenin türlü işlevi varsa da, en can kurtaranı cama yayılmış halidir. Karartma gecelerinde yere yüzükoyun yatan çocukları vardır dünyanın, ne mutludur onlara, hala ölmemiş olmak..Siz bunu ömrünüzce uzak ihtimallerden sayacaksınız.. Ne kutludur demirden yükselen ekşimiş pas kokusuna inat, küflü ekmeğe ve katıksızlığa meydan okuyan bilmemkaç karat yaşam aşkıyla buram buram süt kokan o çocuk nefesi..Siz belki bunu ömrünüzce emzirilmeye sayacaksınız..

Unutmalara yakaran anıları vardır çocukluğun, anlamaktan kaçışanlara selam olsun ama bu böyledir.. Her çocukluğa bir suç biçilecektir, her çocuğa bir anı teslim edilecektir ömrünce teslimat adresi ararken istemsizce sahibini büyüteceği. Batısı yok çocukluğun ve doğusu ve güneyi ya da kuzeyi... Çocukluğun adresi yok; anısı var olsa olsa, en kusursuzunu izleyerek en eğretisi..

Kiminin hastalıklı olur sonrası, reşitliği..Nerede aklından zoru olan var, işte orada yarım kalmış köşe kapmacası, saklambaçı, evciliği.. Kimi yetişkine dik durmayı öğretemezsiniz, bükükse boynu geçmişe buyruk gölgesinin...


Siz dinlemekten usandıkça, zamanın koynunda geriye akacak yaşları var kimi gözlerin.. Bir ortalama acının üstesinden gelinebilir.. Binbir türlü hayal kırıklığı, ve kalp ağrısı türlü avuntularla hatrı sayılmaz birer anıya dönüşebilir..En uzak ihtimallerin varlığına yanıp sönen şimsek, siz çocukken susacaktır. Aynı sessizlik, zihninizde koşturan yaramaz ayak sesleriyle beslenen gürültüye karışarak kendini yalanlayan, iştah kapayan  bir ziyafettir.


Bazı çocukları ömürlerince ve ömrünüzce uyutamazsınız.

Bazı çocukların saçlarına uzanıp okşayamazsınız.

Kimi yetişkini zamanın bu tarafına tanık edemez, huzurla saramazsınız..Dilediğinizce sevin ve nefret edin, tamamlayamaz ve azaltamazsınız.

Kaçınılmazdır, hafızanın en inatçı kayıtlarını ateşle yakamaz, sıcak rüzgarla kurutamazsınız..
Batısı yok çocukluğun ve doğusu ve güneyi ya da kuzeyı... Çocukluğun anısı var olsa olsa, en kusursuzunu izler en eğretisi.. Dinlemekten usanana selam olsun, değişmesini uman çok, ama bu böyledir...
























23 Şubat 2013 Cumartesi

AYNA YOK





Hastalıktan ziyade, bir örgütlenme şekli var. Zamanın akışıyla, dünyanın dönüşüyle midesi alaşağı olanlarca sürdürülen..

Burada,
her şey yeni kalsın isteyenler var..Daha ilk cümlenin sonunda, ilk sözcüğü özleyenler.. Dolapta etiketi çıkarılmamış elbiseleri var. Bolluktan değil, aşktan... Hayatın durduğu yerde eskiyen anları var. El sürülmeden anılara dönüşen.. Koltuğa gömülerek gözlerini sımsıkı kapayıp zamanın akışına şahitlik etmeyi reddeden insanlar bunlar. Büyü bozulmasın diye tozu bile alınmayan hediyeleri var.. Kokusu akmasın diye asla yıkanmayan mendilleri ve tütsüsü uçmasın diye verilmemiş nefesleri var..

Hiç ayna yok.

Saplantıdansa, bir örgütlenme şekli var. Saat kadranına açtıkları savaşa gönüllü asker arıyorlar. Kanabilirsiniz kolayca, tatlı dilleri var..

Dudağa götürülmeyen dolu kadehleri var, bitmesin diye. Aralarında susuzluktan ölenler var. Çılgınca patlıyor flaşlar, her anı ölümsüzleştirip kağıda hapsediyorlar. Artık yüz sürmedikleri yatakları, ter ve nefes bulaşmamış çarşafları var.  Uykusuzluktan bayılıyorlar.. Avuçlarındaki tezcanlı kelebelek uçmasın diye, bazen ömürlerce kıpırdamadan öylece duruyorlar.


Akıntıda umarsızca ilerleyen milyarlarca insana nehir kenarından el uzatıyorlar. İkna olmanız çok kolay, sıcacık elleri var. Dünya dönerken daima aynı yerde kalıyorlar. Çimlere sırt üstü uzanıp bulutların ağır ağır uzaklaşmasını keyifle izliyorlar. Bu ritüel onlara "kaldıkları" hissi veriyor. Hareket etmeyi, akan zamanla sürüklenmeyi, çekiştirilmeyi reddediyorlar. Yaşlanmayan heyecanlar var. Yadsınıp alışkanlığa dönüştürülmemiş, el sürülmemiş tutkular var. Açılmamış doğum günü hediyeleri ve asla oturulmayan yemek masaları var.

Hissettirmeden sizi içlerine almaları an meselesi. Bir "bu an hiç bitmesin"inizde girip kolunuza, götürüveriyorlar. Direnmeye içiniz elvermez, dudak büküyorlar.

Hastalıktan ziyade, bir örgütlenme şekli var. Zamanın akışıyla, dünyanın dönüşüyle midesi alaşağı olanlarca sürdürülen..Durmuş saatler, yırtılmamış kozalar, erimeyen mumlar, kurulmamış cümleler, gidilmemiş yerler, yerini sıradakine bırakmayan mevsimler..

Hiç ayna yok. Veda sözcükleri yasak.

Burada,
her şey yeni kalsın isteyenler var..Yazının sonunda,  ilk cümlenin özlemiyle içi titreyenler.
Başaramadıkça hayal kırıklığıyla ölüp, azalıyorlar. Bu sebeptendir, yeni üyelere daima aç oluşları.


Bu anı yitirmek ve özlemek istemiyorsanız,
O anı geride bırakmış olmayı kabullenemiyorsanız,
vaktidir, 
-Sezmiş olmalısınız ki onların tarafındayım, saçma oluşları malesef umrumda olmaksızın-

Tutun elimi hadi, götüreyim sizi.
Ama anlaşalım peşinen, atın onu lütfen elinizden,


Ayna yok!
..



20 Şubat 2013 Çarşamba

Düşün İçeriği, İçeriğin Düşü




Elbisemin altında uçuşma gayretiyle kıpırdaşıp durdukça geri teperek yatışan kum tepeciğinde açtım gözümü. Sorsanız iki yüzyıl uyumuş, ve uyandığında nesli tükenmiş bir hayvan kadar yalnız, aç ve yabancı hissediyordum kendimi bulduğum yerde. Çöl rüzgarı, deniz kıyısında teninizdeki teri, ardında hoşluk ve serinlik bırakarak uçuran yaz meltemi kadar romantik ve ıslak olmuyordu; madde 1.

Kuma gömülü ellerimi, kumun yakan telaşından söküp kaldırdım göz hizama. Parmak aralarımdan aktıkça kum tanelerinin ince ateşi, üşümeye başladığıma şaşarken, yaşlı  ve içi dolu bir öksürük dürttü kulaklarımı. Başımı hızla kaldırıp, üzerinde uzandığım tepeciğin sonsuz, sarı ve sıcak çölün geri kalanıyla birleştiği yerde sırtı dönük o adamı gördüm. Üzerinde gamsızca oturduğu kum vücudunu haşlamıyorsa eğer, sigara tüttürüyor olmalıydı, silüetinin sol yanak kısmından yükselen dumana bakılırsa.. Ellerimi aceleyle çırparak doğruldum yattığım yerden. Hızla yaptığım bu hareket, ömrümce kaldırmadığım yükü üzerimden hınçla atmak kadar yorucu olmuştu. Yine de yaptım. Gözlerinizi açıp, rüzgardan ve yabancı sesinden başka hayat emaresiyle karşılanmadığınız bir tür ölüm ya da dirilişte, her zamanki kadar temkinli olmanız gerektiğini içinize fısıldayan sesin sahibine susmasını emrediyordunuz ister istemez . Madde 2.

 Ayaklarımın altından yakarak ve gariptir, üşüterek akan kum tepeciğinden inip kuma saplanıp yine kumdan sıyrılarak yaklaştım silüete. Yaklaştıkça düşük omuzlarını, ensesini, ağarmış ve yer yer dökülmüş saçlarını, kareli gömleğini seçer olunca seslenmeye karar vermiştim ki, araladığım dudaklarımın arasına doluştu sesi “biçimi olan her şey ölümlüdür, çölse biçimsiz..”

Kulaklarımla değil dudaklarımla duyduğum bu cümleyi anlamlandıramadan yürümeyi sürdürdüm.Adamın sözlerini değil, ettiği sözün varlığını umursuyordum. Neden burada olduğumu az çok biliyordum, mesele bu değildi ama peki ya  o neden buradaydı?

Soluk alış verişini duymaktan ve emin adımlarla ilerlemekten men eden çöl rüzgarına rağmen, ulaşmıştım yaşlı silüete. Elbette silüet olmaktan çıkmıştı çoktan. Düşmeye direnerek kuma bata çıka ve derin soluklarla attığım adımlardan haberdar olsa da, ancak omzuna dokunmak üzere uzanınca, "oo, erken geldin" dedi çevirerek vücudunu bana.

"Beni mi bekliyordunuz?" dedim

Dökülmüş dişlerinin arasından gülümsedi ağzındaki sigarayı düşürmeden.

"Daha neler.. Seni ne diye bekleyeyim ben? Ben beklemem, daima buradayımdır ben ve zaten beklesem de beklediğim sen olmazdın herhalde"

Biraz bozularak da olsa, gülümsedim.

"Peki.. ama demin kurduğunuz o cümleyi anlayamadım o zaman ben. Rüzgar öyle sessiz bir gürültüyle çarpıyor ki aklıma, belki de ben yanlış anladım uğuldayan şuurumla söylediğinizi."

Son kelime ağzımdan çıktığında, cümlenin başındakinden çok daha öfkeliydim adamın küstahlığına. Bu yüzdendir ki, adamı geçerek yürümeye devam edecek oldum hırsla.

"Hiçliğin ve her şeyin olduğu yerde ve zamanda bile eksik etmiyorsunuz siz kadınlar, önemli ve özel hissetme arzularınızı. Zamansızlık ve mekansızlık umrunuzda olmalı biraz; madde 3. Şaşıyorum şu yaşıma rağmen size ki nereden baksan ölümsüz  ve ölü sayılırım"

Durdum. Döndüm.

"O halde itiraf etmelisiniz, beni bekliyordunuz."

Adam gülümsemesini ve sigarasını, hatta ağzının içinde sallanan dişini düşürmeksizin kalktı kum yığınının üzerinden. Kuş tüyü yataktan doğrulur gibiydi kalkışı ve bana doğru gülümseyerek sendelemeden yürüyüşünde çölün ağırlığından eser yoktu. Başka bir mekandaydı sanki vücudu.

"Şu var ki, seni beklemiyordum. Çünkü ben asla beklemem. Beklemeyi pek tarif de edemem ama senden öncekilerden sıkça duyup kendimce anlamlandırdığım bir sözcüktür. Bekleyen umansa, seni beklemiyordum katiyen. Beklemek zamana karşı işlenen pasif bir tür suçsa, ne zamanla edilgen bir alışverişim olmuştur, ne de suç işlemişliğim. Ben tanık olmak için buradayım sadece. "

"Burada oluş sebebimi biliyorsunuz o halde, tanıklığımı şimdiden kabul ettiğinize göre"

"Çoğu şeyi bildiğim doğrudur. Senin sebebini değil de sonucunu biliyorum diyelim ona da."

Kolundaki saate benzer şeye bakıp ekledi,

"Diğerleri de gelmek üzeredir. Amma da aceleci çıktın sen. Vaktinden önce gelen olmamıştı hiç."

"Ölmüşüm gibi konuşmazsanız sevineceğim. Ayrıca daha demin zamanla alışverişim olmaz diyen bir ölü ya da ölümsüz adamın kol saati taşıması ironik biraz".


"Zamanla alışverişim yok demedim ben, öyle acelecisin ki idraktan alıkoyuyorsun kendini. Sadece veririm, zamandan borç almam ben. Yaşlanmam bu yüzden. Zamana borçlanmam. Ölümsüzlüğüm bu yüzden. Kol saati dediğine gelince küstah kadın, burada zaman yoksa da, duvarın üstünde oturan çocuğun sıkılıp gideceği anı öngören bir şey bu kolumdaki. Sizin çağrı cihazlarınız gibi düşünmen işe yarar. Uzaydaki cisimlerin fakir kısır döngüsü ya da devinimine bağımlı bir safsatadan bahsetmiyoruz burada. Ayrıca, elbet ölmedin ama ölümü de tartışacak olursak, gideceğimiz yere geç kalırız. O durumda zaman alacaklı olur ve bahsettiğim üzere, asla kabul edemem borçlanmayı."

Sözü biter bitmez, kurgudan dem vuran dakiklikte bir çift kahkaha sesi geldi kuzeyden. Yakın bir kuzeydi bu, uzağa bakmıyordum, zira yaşlı adam beni paylarken, elleri kolları birbirine dolanmış iki sevgili bitti en fazla birkaç metre uzağımızda. Tenlerinden dökülmeyi sürdüren kuma bakılırsa, benimkine benzer bir kum tepeciğinden uyanalı çok olmamıştı. Farkları da şu olacak ki, yalnız uyanmamışlardı.

Yaşlı adam

"Geldiniz gençler.."

Kendimi tutamayıp kumu ayak parmaklarımla karıştırıp savurarak söze girdim,

"Ama geciktiler.."

Yaşlı adam asla sönmeyen ve kısalmayan sigarasını parmaklarıyla dudağının diğer ucuna iterek karşı çıktı bana yine.
"Aşk daima vaktinde gelir. İnsanlar aşkı zamansızlık ve imkansızlıkla özdeşleştirmeye bayılırlar oysa.. Öyle ya, aksi halde onca ağlak şiir ve onca şarkı kime ve neye yazılacaktı? İlham perilerine seve seve yem ettiğiniz etli ve lezzetli kalpleriniz var ki, en anlayamadığım. Vaktinden çok önce ya da sonra diye bir şey yoktur oysa. Ne zaman gelirse, odur vakti; madde 4"

Acı acı gülümsedim. Eteğimi uçuşturan çöl rüzgarına söylenerek yürümeye başladım, sırf beni bir kez daha yaralayan yaşlı adam durdursun diye. Ardımdan tek tük dişlerin arasından tüten dumanın gülümsediğini ve bu zamansızlık ve mekansızlıkta  benim kadar yalnız uyanmayışlarına içerlediğim yılışık çiftin karşılıklı öpüşlerinin sesini kulakta değil ensede hissederek aştığım birkaç adım sonra, kum kokan bir insan nefesi yüzümde, ayak parmaklarının ucunu benimkilerde duyarak durdum. İrkilerek,

"Önüne baksana!"

demiş bulundum.

Başımı kaldırıp kamuflaja bürünmüş iri yarı adamla göz göze geldim. Gözlerimdeki istikrarsızlık ışıltısından kibarca güç almış olacak ki, ya da emin değilim belki cüssesinden,

"Koskoca çölde bana toslayan siz olmayasınız sakın hanımefendi, ben böylece durduğuma ve siz yürüdüğünüze göre ?"

Onlarca adım geride kaldığını sandığım yaşlı adam ortamızda bitti ışınlanırcasına.

"Bu kadın öyle çok konuşur ve öyle çok şikayet eder ki, yarışmak istemezsin genç adam. Duvara yetişelim"

dedi. Aynen böyle söyledi. Hırsımdan yaşlı adamı kuma gömebilirdim.Yapmamak için biricik sebebim vardı. Yürüdüm.


Kamuflaja bürünmüş iri yarı adam, buram buram  çöl kokusu tütüyordu. Çöl gibi görünüyordu ve çöl dile gelse onun ses tonuyla yapardı bunu, emindim.

"Neden saklanır ki insan böyle bir yerde?"

dedim dilimi onca saattir tutmanın acısıyla patlayıp.
Adam marşını sekteye uğratmadan cevapladı önden,

"Saklanıyor değil, savaştığım şeye karşı durmak üzere, şartları benimsiyorum sadece."

Yaşlı adam usulca girdi lafa,

"Sıcak çöllerde çoğu hayvan,günün en sıcak saatlerini bitkilerin altında ya da doğrudan yer altında geçirir, gece avlanır ve besin arar. Çölde varolma savaşı kolayca saklanmayı gerektirir güneşten ve olası türlü türlü tehlikeden ki aynı şey sizin adına "hayat" dediğiniz için de geçerlidir."

ekledim,

"madde 5."

Kamuflajlı adam
"Ve hanımefendi, gün tepede olduğuna göre, ancak gizlenerek yol alabilirim demektir bu.."

Adamı tepeden tırnağa süzüp, üzülür gibi oldum onun için. Benim kadar istediği şey her neyse, kumun sıcağına ve çölün donduran yalnızlığına çarpa çarpa yürürken, duvarı aşmak üzere attığı her adım kaya altına saklanmış minik bir çöl faresi kadar ürkekti görüntüsüyle arasına giren tezatlıkla. Savaşmakla sobelenme kaygısı arasında salınıp duruyordu ruhu kadar büyük bedeni. Fırtına büyük dalları da eğip bükerdi tabi. Ellerim beyaz elbisemin koca ceplerinde izledim saklanmaktan yorulmuş bacaklarını adamın.

Kolundaki o şey her neyse göz atıp durdu yaşlı adam. Tanık adam. Ölü ve ölümsüz olan. Nihayet öyle bir ufuk serildi ki kumun doluşup çoktan kızartıp kararttığı gözlerimizin önüne, aynı adımla komut almışcasına bir es verdik. Öyle durduk ki, genç çiftin öpüşmeyi bıraktığı mucizesi birkaç adım arkamda kaldı.
İçimden,
"Nihayet sustu şehvetiniz"dedim

Bir duvar..
Görmüşlüğünüz vardır.
Yüksekliğini tarif edemeyeceğim.
Hepiniz az çok tanırdınız.

Mesele şu ki, benimle eşzamanlı ve eşkoşullu değilse de, bir gün ve bir şekilde siz de durmuştunuz önünde, ve korkarım ölene dek, zaman zaman soluğunuzu önünde alacaktınız.( Madde kaç?) İlkini ana rahminden dünyaya gelmek üzere tatmıştınız..

Duvarın tepesine oturmuş çocuğun sabırsızlıkla sallanıp kalın tuğlaları tokatlayan küçük ve çıplak ayaklarını onca mesafeden öylesi kusursuz bir seçicilikle izlemek, şaşkınlıktan başımı döndürdü. Karıncaya kilometrelerce uzaktan baktığınız halde mimiklerini seçebildiğinizi hayal edin. Öylesi bir deneyim..Öylesi bir şaşkınlıktı..

Yaşlı adam belli ki rakamlarca ifade edilmeyecek tekrarlara tanık olmuş. Tanık adam. Ölü ve ölümsüz adam.. Uğrunda savaştığımızın yüksekliğini bizim kadar önemsemeyen dış göz..Bir küçük olasılığın olduğu yere umut serpen ve karamsarlıkla dalgasını geçen adam. Tanık adam. Umudunu çabucak yitirip hayıflananları, onları öfkelendirip hırslandırarak amaçlarına bağlayarak, çabaya ve nihai sonuca tanık olan adam...

Genç çiftin iki ayrı elinden iki ayrı vapur bileti uzandı duvardaki çocuğa. Çocuk iki bileti aldı eğilip duvarın bulutlara karışan yüksekliğinden alçakgönüllü gülümsemesiyle,

"Geciktiniz diyecektim arada aklı bir karış havada aşk olmasa."

Çift keyifle sarılarak, senkronize cevapladı.
" Her sabah karşı tarafa aynı vapurla geçiyor ve sözcüklere sırt dayamadan, birbirimizin göğsüne kafasını gömen bakışlarla iniyoruz vapurdan. Birbirimizin yüzünde  asılı gözler, dudaklarımızda asılı cesaretsiz sözler olduk. Her sabah "ya o gelmezse" olduk biz, fena olduk, bulanıyor cesaretsizliğe aşkımız. Duvarı aşalım istiyoruz. Ayrı uyuyup, düşümüz sırtında beraber geldik size. Dediler ki, düşte aşınca bu duvarı, bizim olurmuş gözlerimizi açınca bir tür mucize..O zaman düşte tattığımız dudağın adı oluruz"


Çocuk korosu gibi aynı anda şakımaları öyle komik geldi ki, elimle ağzımı sımsıkı kapayarak kahkaha attım. Aşılacak duvarın üzerindeki çocuk, başını bana doğru çevirmeden baktı gözlerimin içine. Sustuğumu tahmin edersiniz. Küçük ve tertemiz bir çocuğun ruhen yüzüme çevrilmiş yüzünden korktuğumdan değil, kendimden ve kahkahama sığınan yokluğumdan utandığımdan.

Genç çifte bir başlangıç tuğlası işaret etti duvarın üzerindeki çocuk. Sevinçle ilk tuğlaya, sonra sonrakine ve ardından sonrakine birbirlerine omuz vererek tırmanarak bir çırpıda geçtiler duvarın diğer tarafına. Bu rüyadan uyandıkları gün küçük ve cesaretli bir adım sonra, düşlerine değil gerçekliklerine ortaklıkla katılacaklardı..

Yaşlı adam, gözlerini kaşıyarak

"Bu sahneye tanıklık etmek oldum olası doldurur gözlerimi"

dedi.

"Hadi canım sen de" dedim. İnsan bile değilsin, sende kalp ne arar?"

Yaşlı adam duymazlıktan gelerek kamuflajlı adamı itti duvara.

"Hadi bakalım, sıra sende"

Sona kalmak öyle işime geldi ki, kuma oturup kollarımı bağlayıp rahatsız edici bir alaycılıkla izledim olanları. Kendime ve amacıma olan güvenim azaldıkça kaçmak istedim ama koca çölde kendimden kaçıp bitki köklerine ya da  kaya dibine gizlenecek denli küçük değildim. Ben de bu düşe amacıma varan duvarı aşma niyetiyle düşmüşsem de, sıra bana geldiğinde dilimin tutulmasından, ya da daha fenası, başaramamaktan delice korkuyordum.

Kamuflajlı adam, ürkek çöl komandosu,

"Bakmayın cüsseme, düşüme yattım da  büyüdüm. Aslına bakarsanız sevgili çocuk, gerçeklikte ufacık bir vücuda sığışmış bir cesaretsizlikle yalpalayarak ayakta durmaya çalışıyorum.  Beden değilse de böyle kıymetsiz hissettiren, korku dolu bir kalple giriştiğim her işten aşağılanıp ve alay konusu olup vazgeçiyorum. Düşümden uyandığımda, bedenen değilse de, dünyaya meydan okuyan yanlarım serpilmiş halde başlayayım güne. İzin verin, el verin, akıl verin aşayım şu koca duvarı." dedi.


Duvarın üzerindeki çocuk ses vermeyerek gülümsedi. Duvarda bir farenin geçeceği büyüklükte kapı açıldı.

Çocuk,

"Öyleyse, kapının kolunu bük, aç ve geç duvardan"
dedi.

Adam çöl rengi gözlerini kısarak baktı minicik kapıya. Sonra duruşunu, omuzlarını güvenle dikleştirerek,

"Üzgünüm sevgili çocuk ama, ben bu küçük kapıya sığmayacak denli büyüğüm. Sürünür ve karnımı da az biraz içime çekersem olur ya, geçme şansım olur belki ama, bu düşe aşağılık bir çözümle sürünerek muvaffak olmak üzere gelmedim. İzninizle uyanayım. Belki vakit alır ancak, hallederim kendi çabamla umarım bir gün."

Yaşlı adam gülümsedi sigarasının filtresini tek tük dişleriyle sıkıştırarak.
"Tanığıyım çözüme giden yolların sefil olanını tereddütsüzce ve cesaretle ittiğine elinin tersiyle. Bu da senin çözümündü işte."

Duvarda kocaman bir kapı açıldı, koca adam, koşarak sarılıp kapıya, açıp geçti sığışmadan ve sürünmeden.  Eminim, artık kıymetsiz hissetmiyordu.

Sıranın bana geldiğini artan gönülsüzlükle kabullenerek kalktım ayağa, eteğime doluşmuş kumları çırparak ve sakinliğimi gülümseyerek ispata kalkışarak.

Çocuk eğilip duvardan, tertemiz gözlerine yığdığı yetişkin ciddiyetiyle baktı gözlerime. Konuşmaya zorlarsa kaçacağımı sezmişti. Yerime başladı söze,


"Düşündesin. Yalnız ve olduğun gibisin. Tanık olduğun hayallerden farklı buldun kendininkini, belki onların hayaline gülerken kendi imkansızlığını saklamaktı niyetin. Yalnız bil ki, düş düştür nihayetinde ve senindir, sense düşünün."


"İlginin içeriği olduğum gibi, ilgili olduğum şeyin ta kendisiyim" dedi yaşlı adam, "bir kitapta okumuştum" gülümsemeden.

Çocuk başını salladı,

"düşünün içeriğisin sen. Bir parçası olduğun düşten korkulmaz, utanılmaz ve kaçılmaz. Daha mühimi de şu ki, düşün senin içeriğindir, yani sen hayalinin hem nesnesi, hem öznesisin. Çabaladığın şey sana düş kadar uzak gelse de, aslında çoktan varlığınla iç içe geçmiş ve gerçekleşmiştir. Buna sanrı, yanılsama ya da rüya diyebilirsin ancak ne önemi var ? Nihayetinde neyin kadar gerçek olduğundan emin olamayız. Sen ürkersen kendin olma hayalinden, hayalin de aynı oradanda ürkecektir senden."

Bir ayağım geride, kumda koşarak uzaklaşmaya hazır dinledim çocuğu ve yaşlı adamı.

Yaşlı adam,

"Bazen başarmak zorunda olmaz insan. Düşün işlevi çabalamaktır. "Madde son". Duvarı aşmak zorunda değilsin ama biliyoruz ki, ve tanığınım ki bal gibi istiyorsun kendin olmayı. Düşe geliş halini anımsa, "sen olmayı" delice istediğini en başından anlatmıştı sebepsiz öfken.

Çocuk nihayet gülümseyerek,

"Sen kendi duvarının tuğlasısın. Kendi duvarında sonsuzluğa sürdürebilirsin varlığını. Yahut, biraz çabalayarak, kendini duvarın diğer tarafına atman gerekecek. Buna hazır mısın, yoksa kaçmak mı geliyor içinden?

Yaşlı adamın sigarası seyrek dişlerinin arasından  kuma atarken kendini, ve çocuğun konuşan resmi duvarın üzerinden parça parça silinirken, gözlerimi yatağımda açtım.

Duvarı yine mi aşamamıştım?





...































11 Şubat 2013 Pazartesi

Balık Masalları





Oltanın ucundan balığı çıkarırken midemde tektonik hareketler.. Babam derin bir iç çekerek, bıkkınlıkla kapıyor elimden balığı, ve bir çırpıda alıp iğneden ağzını, kovadaki tek gözlü balıkların arasına salıyor onu da.. Kova öyle küçük ki..Balıklar öyle yarım ki..

-Böyle yaparsan ona daha çok acı çektirirsin kızım, diyor. Vicdan sandığından daha keskin bir kılıçtır..Bunu sana acıdıkları bir an gelince daha iyi anlayacaksın. Acımak kadar aşağılık bir his yoktur yeryüzünde, bunu da sırası gelince...


Babamı daima can kulağıyla dinlediğim söylenemez.Canımı sıkan hemen her ne varsa duyarım sigaranın sararttığı bıyıklarının altından..Sırf bu yüzden, izlerken canım yansa da, tek gözlü balıkların küçük plastik evreninde yüzüyorum gözlerimle, o anlatırken. Henüz çok küçük olduğumdan, görmek hafızamda duymaktan fazla yer ediyor diye..

Oltayı denizden ne istediğini bilerek saplıyor dalgaların karnına babam.. Bu denizin rahmini yarıp yavrularını kanatarak çıkarmaktan farksız bir manzara aslında.. Yine de kalkıp gidebileceğim bir yer yok korkarım. İşin kötüsü balıkları midem çalkalanarak yedirecek olması eve döndüğümüzde..Ben yutkunmaya çalıştıkça üsteleyecek, ağzımda evirip çevirmememi emrederek.

Denize her baktığımda içimde başka bir palet dolduran en pastel renkleri keşfettiğim terasımızda, uzaklara sıkıntıyla dalarak çiğniyorum ağzımın içinde konuşup duran balığı.. Babam radyodaki eskimiş şarkıya hüznüne siper olmuş tok ve ruhsuz bir tonla eşlik ediyor..Neler hissettiğinin farkına varmasın istiyor hiç kimse..Hislerin mahremiyeti babam için çok önemlli. Gökyüzünde yükselen ay ışığıyla aydınlandıkça teras, bir o kadar yükselen sesi bazen öyle rahatsız ediyor ki, terasın demir parmaklıklarına ağzımı dayayıp ellerimle tempo tutuyorum, gürültünün bir parçası olmak, ona direnmekten çok daha kolay olduğundan. Dilimde bir ömür kaybolmayacak metal tadıyla çabucak büyümek istiyorum.

Bir sahil kasabasında büyümeye ya da büyütülmeye çalışılan küçük bir çocuksanız, gece uyumadan önce karnınızda yüzmeyi sürdüren balıklarla sohbet etmek zorunda kalırsınız sık sık..Uykuya daldığınızı sanıp, rakı kokan nefesıyle çabucak öpüp, çabucak gitsin diye babanız, oyuncak ayınıza sarılıp gözlerinizi kaparsınız ayak seslerini her duyduğunuzda. Bu böyledir, temin ederim sizi...Balıklar annem dışında her şeyden bahsediyor.. Bu yanıyla, uykuya balık masallarıyla daldığım bile söylenebilir..Kötü kokan ama iyi hissettiren masallar bunlar. Derinlik algımı, iskeleden atladığım denizde kuma dokunup çekilen parmak uçlarımdan alıp, aklımın boy veremeyeceği turkuaz koylara götürüyor balıklar. Onlar anlattıkça, hiç deniz görmemiş, deniz suyu tatmamışcasına merakla dinliyorum. Midemde oluşları mesele değil, çünkü bu balıklar fazlasıyla affedici.. Bazen bana acıdıklarından korkup karnıma öfkeyle bastırdığım olsa da, onları daha fazla öldürmenin imkansızlığını farkederek bırakıyorum kendimi mercanların pürüzlü  yatağına ve yılan balıklarının zarif dansına.

Sabah olunca babamdan saatler önce uyanıp, ahşap mutfak dolabından sessizce aşırdığım sütle geçiyorum televizyon karşısına. Bir iki renkli ve dikkat çekici çizgifilm sonra gönülsüzce sabah haberlerini açıyorum. Babam her sabah küçük ve basit bir sözlüye tabi tutar beni. Kaçırdığı sabah haberlerini, uyanır uyanmaz öğrenmek adına.. Apartman görevlisi, kapının önüne yanlış gazeteyi üst üste iki gün bırakıp da, babam çılgınca azarladığından beri kapının önünde paspastan başka bir şey bulamıyorum sabahları. Ama merak ederseniz, her sabah kapıyı açıp aranmıyor da değilim, dilediğimce çizgifim seyretmek uğruna.. Bakkaldan yanlış gazete alıp her şeyi mahfettiğim o günden sonra, babam doğru gazeteyi getirmem için okumayı öğrenmemi beklemeyi seçti.. Bu yüzden, sabahları üç ayrı kanalı sırayla, sütümü iştahla içerek izliyorum vaktinden önce kendi sınırlarıyla kafa bulmayı öğrenmiş hafızama yüklenerek.


-Baba, kovalisyon görüşmeleri .......(koalisyon kızım, doğru söyle şunu)
-Baba körfez savaşının açtığı yaralar....... (biraz daha detaylı tutman gerek aklında ama neyse)
-Baba memkul gıybetler (yanlış söylüyorsun, tekrarla şimdi..menkul...)

Babam kahvaltıda tavada ıslık çalarak pişirmiş olduğu balığı keyifle yerken ona aklımda kalan her şeyi anlatmam gerekiyor.. Bunu yapmak, çocuk cümlelerimle aktarılan bülten biterken daha az stresli oluyor, çayını yudumladıkça,  aksiliği ve akşamdan kalmalığı da ağır ağır yok olduğundan.Spor haberleri babamın en sevdiği bölüm; bu kısımda istisnasız saçlarımı okşuyor.. "Akılllı kızım benim" .İşte bu cümleden sonra sahilde kumdan kaplumbağa yapmama yardım edecek babam.. Kumu çizgifilmlerden çok daha eğlenceli buluyorum. Yarım kalmıyorlar çünkü.. Yarım kalan her şey, içimde üşüten bir tedirginlik bırakıyor, beton zemini ağır ağır terkeden salyangozun pırıldayan izi gibi, yapışkan, göz alan ve soğuk...Yarım kalan her şey, büyüme arzumu tutkuyla tetikliyor.


Öğle güneşinin altında keyifle terleyerek tamamlıyoruz kaplumbağayı.. Her seferinde kendi ellerimle tamamlayacağım deniz kızını hayal ederek babamın kucağında dalıyorum deniz tuzuna..Balık masalları öyle çabuk unutuluyor ki, mercanlar ve yılan balıkları çok uzağımda..Boğazıma akan ilk yudumda tadım kaçmaya başlıyor çünkü birazdan iskeleye çıkacağız oltamızı alıp.. Sonrasını biliyorsunuz...





7 Şubat 2013 Perşembe

Buzz Gibi Heykeller




Buzdan heykeller yapıyorum.. Buzz gibi heykeller..
Yazın tezgahımda eriyik gölgeler taşıyorum kimselere satamayınca..
Kışın bir bir akıtıyorum ölü sermayemi koynumda..

Üşüten, donduran heykeller yontuyorum. Parmaklarım daima buruşuk olup, istisnasız soğuk ellerim..

İçinize aksın diye ışık yılı uzaklıktan ölü bakışlarıyla, ölü adamlar ve ölü kadınlar kırpıyorum buzdan..Uçuşmaya çalışan iğne uçlu saçlar düşürüyorum kadınlarımın göğsüne. Uzanıp donakalmış eller yaratıyorum sudan ve soğuktan...


Hiçbirinizin salonun baş köşesine oturtmayacağı çocuk figürler doğurtuyorum termometrenin dibe vurduğu yere.. Karnı tok ve mutlu çocuk büstleri yapıyorum, kimsenin inanılır bulamadığı ve kimsenin umutla uzanıp dokunmadığı.. Güneşten korkan omuzlar yapıyorum size, erimeye mahkum sırtlar üzerinde yükselen.. Hissinden nefret edeceğıniz ölümlü yalanlara dokunuyorum soğuktan yanmış parmalarımın ve tırnaklarımın ucuyla.. Nasıl da yadsıyor, nasıl da küçümsüyorsunuz şeffaf krallığımın kelebek ömürlü askerlerini..


Buzdan heykeller yapıyorum.. Buzz gibi heykeller..
Sarılarak uyuyup, koynumda eritiyorum hepsini gece olunca..
Tezgahımda eriyik gölgeler taşıyorum kimselere satamayınca..


Asla budanmayacak ağaçlar ve toprağına sığmayan kökler yaratıyorum -sizden soğuk olmasın- akmaktan vazgeçmiş sulardan. Kapanmayacak göz kapaklarının altına ancak oda sıcaklığında akan göz yaşları konduruyorum. Yolunu bulamayacağınız evler yontuyorum içinde kışın bile soba yanmayan. Geri dönemeyeceğınız yabancı ve ürküten yollar kazıyorum buzdan dağıma.

Çocuk düşüne sığışmış sahtekar masallar satıyorum buzdan tezgahımda..


Buzdan heykeller yapıyorum.. Buzz gibi heykeller..
Öptükçe dudaklarıma yapışan anne elleri, sevgili dizleri, baba yüzleri ve çocuk gözleri.. Eritiyorum hepsini gece olunca koynumda..Güneşten değil, elimden olsun diye ölümleri..

Buzdan heykeller yapıyorum.. Buzz gibi heykeller..
Buz gibi..
Buz...









2 Şubat 2013 Cumartesi

Onlar Gibi Olmak





-Nerede durup vazgeçeceğini bilmelisin, dedi çocuğa öğretmen. Çözümü uydurmaya devam edersen, dönem sonunda karneyi eline aldığında dalga geçmek neymiş göreceksin.

Çocuk tahtaya sürttüğü tebeşirin gözle seçilmeyen bir kaç zerrisini ağzının içine alarak yutkundu, sonra açıp ağzını,
-Ama hocam, dedi.. Bu şekilde de ulaşılıyor sonuca.

Öyle olmadı işte.. Çocuk sırasına oturduğunda, arkadaşlarının kıkırdanmalarına ve öğretmenin elindeki bordo, deri kapaklı küçük deftere düşülen nota bakılırsa, o şekilde falan ulaşılmıyordu sonuca. Alternatif çözümlerin üstü çiziliyor, ardısıra gülünüyordu..

"Tek yolla ulaşılır tek bir sonuca, alternatif diye bir şey yoktur"...diye fısıldadı çocuk, kendi kulaklarına.

"Kimse ne düşündüğünü önemsemeyecek. İnsanlar tek çözüme götüren yolu da tekilleştirerek uzlaşmayı tercih eder" diye yankılandı, demin kurduğu cümle farklılaşıp üreyerek beyninin içinde..

Zil çaldığında, sınıf boşalana kadar bekledi yerinde. Böylece alaycı bakışları önden uğurlayıp rahat rahat yürüme olanağı yaratmıştı kendine. Son iki öğrenci şakalaşarak çıkarken, masanın üstünden topladığı kitapları alıp, kızarmaktan ders sonuna kadar vazgeçmemiş yüzüne siper ederek kalktı masadan. Koridorun kirli gri-mavi duvarlarının arasından lavaboya damlamış yağ damlası kadar ağır ve yerini yadırgayarak yürüdü. Aslında odasının kapısından yatağına yürürken de buydu hali. Çöpü atmaya çıktığında da..

Koridor bitip, köşeyi dönüp ve birkaç adım daha atıp, merdivene de uzatıp ayağını, ikinci basamağa hafifçe konmuş lacivert rugan ayakkabıları farkedince, geri aldı adımını. Lacivet parlak ayakkabı ucundan yukarı çıkıp, yuvarlak dizlerden daha yukarıya , dizlerin hemen üstündeki gri kalın pileli etekten yukarı azimle tırmanarak, eteğin beline özenle sıkıştırılmış bej gömleğin düğmelerinde tek tek yükselerek, düğmesi açık bırakılmış yakanın içine hiç de saklanmamış, ama bir şekilde sahibinin saçlarıyla kısmen örtülmüş boynunun üstünden ifadesizliğe gizlenen o yüzün sahibini, kızı tanıyordu biraz.. "Biraz " tanıdığınız yüz,  çok iyi tanıdığınız yüzlerden daha çok sır saklıyor olabilir size dair..Bu kızı görmüştü daha önce ama nerede, nerede,nerede...İçinden sorduğu soruyu, kız araya küçük bir kahkaha sıkıştırarak cevapladı:

-Üç senedir aynı sınıftayız seninle..Orada görmüş olabilir misin; hafta içi her gün, günde sekizer saat?

Yüzü artık daha kırmızı olmalıydı. Yüzüne çuvallanan nabzı ne kadar emrediyorsa, o kadar kırmızı olmalıydı şimdi. Nasıl görmemiş olabilirdi? Sınıfın en arkasında oturuyordu çocuk, duvar kenarında, en köşede. Kör noktasına denk gelmişti üç sene boyunca belki. Kız sessiz ve silik biri olup, hemen önünde oturuyordu belki senelerdir? Kız yalan söylüyor olabilirdi ya da.. "Dur." diye fısıldadı kendi kulaklarına," Alternatif çözümler uydurmak yok. Biraz beklersen öğreneceksin gerçeği."

Kızı yanıtlamadı ama merdivenlerden aşağı inmeye başladığında,  kendi ayakkabılarıyla senkronize inmeye başlamıştı lacivert ayakkabılar. Başını kaldırmaksızın görebiliyordu kızın hala gülümsediğini..Niye yürüyordu ki onunla? Tanışmıyorlardı bile..

-Seni tanıyanlar da yürümüyor ki seninle? dedi kız

"Zihnimi mi okuyor?.." diye fısıldadı çocuk kendi kulağına.

Merdivenlerden aşağı inmeyi sürdürürlerken, okul öğrencilerden temizlenmişti çoktan. Çocuğun tek duyduğu kızın lacivert ayakkabılarının kösele tabanlarının betona dokunup uzaklaşmasıydı. Biraz da, çok az da soluğu kızın... Daha önce kimsenin nefesinin sesini, bu kadar düşük volümle de olsa, duymamıştı.

-"Zihnini okumak değil bu", dedi kız, on basamaklık bir sessizlik sonra. "Tahmin ediyorum sadece".

Çocuğun silik yüz hatları vardı. Yüzündeki her bir organ, yalnızca usulen orada gibiydi. İki göz, bir burun, ağız.. Yüzü öyle sıradandı ki, çöle benzetiyordu aynada izlerken yüzünü. Buna ifade ve mimikleri pek kullanmayışı da etkendi tabi. Kızdığını da ya da heyecanlandığını, hüznünü ve diğer pek çok duygu ve tepkisini derisinin altına itip orada yaşamayı seviyordu. Yalnızca kızarmaya engel olamıyordu ki bu yüzündeki çöle oturan kızıl bir kum fırtınasını andırıyordu. O zaman nasıl oluyordu da tahmin ediyordu onu tanımayan bu kız, ifadesiz yüzüne rağmen, ne düşündüğünü?


Sol elini boya kutusuna batırıp lacivert boyayla duvara elini dokundurup çektiğini, duvardaki lacivert el izini hayal etti.."Hadi bakalım, şimdi de tahmin et ne düşündüğümü" diye fısıldadı kızın kulaklarına; içinden yaptı bunu..


"Beni bir şekilde sınayacak şeyler düşünüyor olmanı anlıyorum", dedi kız.

Çocuk ilk defa durup gözlerinin içine baktı kızın. Anlamaya çalıştı. Soluğunu duymasa, teninden yükselen çiçek parfümlü kolonya kokusunu almasa, ve gözlerinin ardında elini çenesine dayayıp gülümsemekte olan ruhun silüetini seçemese, kızın bir hayal olduğundan emin olması zor olmayacaktı; zira çoğu zaman kendisi de dahil,  etrafındaki herkes akıl sağlığından süphe ediyordu."Aptal olma, hayaller de nefes alıp verir yeterince delirmişsen, ve bu durumda kokularını da alabilirsin. Üzerinde duygu tüten düşüncelerinin okunmasının mümkün olmadığı her insanın varacağı tek ve ortak sonuçtur; bunun bir hayal olduğunu bilmen yeter, çözümü kurcalamak boşuna.." diye fısıldadı kendi aklına.


Bunu yaparken yürümeye devam etme kararı almış ve binanın kapısına gelmişti, eşliğinde lacivert rugan adımlarla.

Kız,
-Yapma, dedi.. Onlar gibi düşünmek zorunda değilsin. Buna mecbur olduğun sanrısına küçük ve zorba bir anı eliyle itiliyorsun.


Çocuk kapının eşiğinde durdu. Ağzını açacak gibi olup, kapadı. Eşikte uçuşan altın sarısı saçlarına baktı uzun uzun. Her bir telin muazzam bir dengeyle ama ayrı yönlere uzanarak uçuştuğunu seçebiliyordu, esinti en az üç ayrı yönden geliyormuş gibi.. Her bir telin ayrı ayrı ama ışığı en az üç açıdan alırcasına tutarsızlıkla parlayıp gölgelendiğini de..Her bir tel, kızın eliyle savuşturmasına gerek duymayacağı üzere hareket ediyordu. Mümkün değildi bu. Buna kim inanırdı? Fizik, bu güzel manzaranın gerçek olmayacağının altını çiziyordu, ucu yeni açılmış kalem ucuyla..Keskince..

Kız,
-Yapma, dedi..Bu şekilde düşünmek zorunda değilsin..Bu seni onlardan farksız kılacak en kesin adım olur, ve bir kez onlar gibi düşünürsen, geri dönmen de pek mümkün olmayacaktır.

Çocuğun içinden gelmiyordu onlardan olmak. Ama aksi, büsbütün dışlanması demekti hayattan. Yeterince yakındı o sınıra zaten, ve çok acı veriyordu kendi gerçeklerinden örülü telin gerisinde acı çekerek yapayalnız yaşamak. Belki bu kararı da öyle apansız vermeyecekti ama bunu kız ve tam da şu anda istemişti.


Kız,
-Yapma, dedi, İçinden konuşmayı sürdür lütfen.

Çocuk kızın yüzündeki hüzne baktı bir süre. Hüznün böyle yakışması mümkün değildi bir yüze..O yüzü siz çizmediyseniz tabi... Ağzını açıp ilk kez konuştu kızla,

"Sen, dedi..Gerçek değilsin. Mantıklı değil varoluşun. Üzgünüm ama mantıklı olup bu sonucu, beni ona götüren çözüm yoluyla birlikte ve aksini ispatlamaya çalışmaksızın kabul etmeliyim. Aralarında yaşamama izin vermeleri için, kabullenmeliyim..Tekrar etmek istedi, kızı değil kendini iknaya çalışarak.Sen, dedi..Gerçek değilsin.

Son cümlesiyle kızın tüm hücrelerini garip bir şekilde tek tek seçebilir oldu. Her biri hem korkunç bir hızla ve hem ağır çekimdeymişcesine, tek tek silinmeye başladı. Çocuk bu yokoluşun bile mantıklı ve dolayısıyla gerçek olmadığını farkederek ve tanık olmaktan dahi vazgeçerek sımsıkı kapadı gözlerini. Karanlıkta yüzüne dokundu kızın son saç teli. Bittiğini anlayıp açtığında gözlerini, yoktu kız... Çocuk, "Bu daha mantıklı" dedi, kendi kulaklarına fısıldamadan, yüksek sesle.. Arkasını dönüp çıkacakken yerdeki lacivert rugan ayakkabılara takıldı gözleri.

"Ah, evet.."dedi.."Yavaş yavaş alışacağım, bu kadarı normal olsa gerek."

Kapı eşiğinden geçerek çıktı binadan...