20 Haziran 2013 Perşembe

NE MALUM





-sen mi aldın?
-almadım… derken cebinden sarkıyor anahtar destesinden bir asi. Yalanın ağır ucu içeride kalıp cebini kaşındırıyor. Kapıyı kilitleyip kaçmıştı evden. Odada köpeği var, diyorlar ki ölüyor. Ne malum diyor, belki iyileşecek? Köpek odadan çıkmadıkça ölmeyecek, anlatamıyor kimseye.

Annesi odaya girince yere bırakıp koltuğun altına itiyor kitabı topuğuyla. Atıyor kendini yatağa. Sakladığı mektubun adresi henüz yazamadığı zarfı buruşturulmuş, elinde; mektup kitabın içinde. Çok istiyor o şehre gitmeyi, mektubuna yanıt gelirse. Bir saklı hayali var ki içine sığmıyor, bir ucu ağzından sarkıyor türkü niyetine. Ne malum diyor, belki olacak? Kimse bilmedikçe gerçekleşecek, o halde anlatmıyor kimseye.

Fırçaları ve şövalesi, ve kapağı keten yağıyla sıvanmış boya tüpleri apartmanın bodrum katında tozlu bir kolide uyusun istiyor annesi. Oysa okulunu bitirene kadar ders kitapları arasında yitirmek istemiyor düşlerini. Ne malum, diyor resim yaparken yakalandıkça babasının dayağını yemiş Michelangelo'ya öykünüp, ne malum hayallerimin bu çatışmayla beslenerek gerçekleşmeyeceği? Az da tokat yemiyor hani bu uğurda, biraz da kahramanca ona sorsan. Babasına içinden geçen bu güzel senaryoyu anlatamıyor.

Bir ara büyüyor sonra, öyle böyle değil, koca adam artık. Ne malum diyor genç kadına, belki hala buradasın? Kadın telefonun ucunda susuyor. Kadın telefonun ucunda bile değil esasen, kapatalı olmuş biraz. Adam hala, ne malum diyor, belki döneceksin? Kadın dönsün diye telefonu kapamıyor. Telefon son kez kapanmadıkça bitmeyecek kadın, anlatamıyor ahizeye.

Ayağına beton dökülmüşcesine hareketsiz durup dinliyor bağırıp çağırmakta olan çirkinliği. İç çekiyor, cevap vermek istiyor ancak cümlenin sonu daima içinde kalıyor. “..ama ben de zaten dün iki kez onları….” “elbette, ama sonradan size de söylediğim gibi..” “anlıyorum o zaman ben…” Ne malum diyor kendi kendine, belki yarım kalırsa cümlelerim, anlayacak.. Patron bir türlü anlamıyor yarım kalmış cümlelerdeki haklılığı. Tamamlamadan içindeki yarım küfürlü cümleyi, kovuluyor.


Karısının ellerini sımsıkı tutuyor. Morarmış elleri kadının. Hasta bakıcı, kadının elini bırakmasını öneriyor bıkkınlıkla. Kadının ellerini sıkıyor inatla, ruhunu çekiştirerek. Başını yerden kaldırmadan “doktoru çağırın, diyor, gelsin bir daha baksın. Ne malum öldüğü? Belki tereddüt ediyor?” Kadının elini bırakırsa, asıl o zaman ölecek, kimseye anlatamıyor.


Yaşlanıveriyor hızlıca. Öyle bir hız ki saçları bile ağarmıyor. Dimdik ve seri yürüyor sokakta. Ne parktaki banka, ne kahvedeki sandalyeye oturan biri değil o. Adım attıkça ayağının altından kayan zamanı başından savıyor her gün ve saatlerce.  Dünyanın dönüş yönünün aksine hızlıca yürürse eğer, zamandan kaçacağı doğmuş içine. Evine dönünce her akşam, duvarları boyuyor nabız dalgaları gibi oynaşıp duran titrek elleriyle. Delirdiğini iddia eden eş-dost uğramaz oluyor evine. Oysa delirmiş falan değil. Ummaktan vazgeçmediği sürece ömrünce yanılmadığını ispat ederek ölecek. Bunu da kimseye anlatamıyor. Anlatacak kimsesi kalmadığından tabii. Olsun.



  

19 Haziran 2013 Çarşamba

"AZ ÖTEDE" OYNAMAK İSTEMİYORUZ





Benim de bir mahallem var. Adını ne yapacaksın, var işte. Gün ışıdı, sokağa attım kendimi, ayakkabılarımın bağcığı açıldığında uçlarını içine sokuşturduğum bir yaştayım. Kaç olduğunun önemi yok, küçük işte…

Bizim sokakta park yok inan. Çamurlu bir saha var, bazen onun bile içine sokmuyorlar. O yüzden yarım saat kadar yürürüm üşenmeden biraz aşağıdaki parkı güzel mahalleye. Ayakkabılarım eskidi bu yüzden. Güneşin ısıttığı metal salıncakların izi var bacaklarımda. Annem sormaz hiç nedenini..Öyle işte..

Parkın tüm boş salıncakları benim, en az ait olduğu mahalleli kadar severim. Nasıl sevmeyeyim, adım üzerimde; çocuk işte… Bir ağaç var parkta gölgesinde cirit atar bakışlarım, inseler de tırmansam diye. Her dalında ayrı meyve var, nasıl olur deme, oluyor işte…

Bir bekçisi var parkın, ağacın yanındaki sağlam kulübesinde. Bildin, evet, pek bayılmaz o bize. Kesmek istedi ağacı, dalı camına çarpıyor diye. Baltayla bir güzel adam edip, sobasında yakacak diye. Dalında meyve var, kesilir mi hiç, düşünemiyor işte..

Ben bu mahalleden değilim ama ağacı en az diğer çocuklar kadar severim, nasıl sevmem, bir  durup bakın, serin gölgesi ve renkli meyvelerine. Alınca eline baltayı, önünde dikildik direnip. Bekçi koşturdu peşimizden, kaçtık. Döndük ama hemen sonra, parktan çıkmadık. Günlerce sürdü bu. Öyle ki ayakkabısı yeni çocuk kalmadı içimizde. Her mahalleden onlarcası koştu biz ses verdikçe. Tanışmazdık, koşarken sevdik birbirimizi. İnsan koşarken bir başka severmiş meğer diğerini, öğrendik işte.

Nereden baksan çokuz biz, sayımızın önemi yok, bekçiden çok işte..Eline taş alanın yanağından öptük, koydu taşı yere. Bazen tuttu yakalayıp kolumuzdan bizi. Küçük yüzlerimizde yadigar bıraktı kocaman parmaklarının izini.  Bazen düştük, ekleyip kolumuzdaki bekçi izlerine kanayan dizlerimizi. Kimimizi kaybettik parkta, seslendik aradık, bulamadık. Çok ağladık . Çocuklar ağladıkça daha hızlı koşar, ve kimi çocuklar ağlasak da dönemez aramıza, iyi bilirim bizim mahalleden. Koşarken ve dönerken, dururken bazen, düşüp gülümseyerek kalkarken, ve ağlarken, tüm bunları nefesimiz kesilerek ve öksürerek yaparken, fark ettik ki dalı çoktan aşmış mesele. Nasıl olur deme, insan düşerken daha iyi anlıyor işte.. Değil mi ki, topumuzu kapmış, alıkoyarmış kulübesinde. Oyunlarımızı yasaklarmış rahatsız oluyor diye. Bizim sokakta hep yasak aslında. Ama olsun, her sokak bizim. Fark ettik ki bağırıp korkutur olmuş, sesimizi kısalım diye. Canı sıkıldıkça kulağımızı çeker olmuş, az ötede oynayalım diye. Koştukça fark ettik. Koştukça benim sokağımda bir park bile olmadığını unuttum. Koşarken yokluğu unutup, varlığın umudu doluyor insanın içine..Bu yüzden olacak, bir yandan ve hep bir ağızdan şarkılar da söyledik, bağırdık. Herkes kendini bağırdı  önce, başta yadırgadık, sonra alıştık birbirimizin sesine. Biz hep beraber koşarken, ilk defa ne güzel gülümsedik birbirimize öyle...

Bazen soluklanıp birbirimizin yarasını öptük, iyi gelirse diye. Ağacımız yaşasın diye. Bekçi oyunlarımızı susturmasın diye, topumuzu versin diye. Mahallemdeki maç sahasına dokunmasınlar diye. Tanımadığım kızıl saçlı çocuğun canını bir daha acıtmasın, saçı örgülü esmer kıza bağırmasın, sarışın tombul çocuğu her sabah caddenin karşısındaki bakkala ekmek almaya yollamasın diye. Cebimizdeki yemişlere göz koymasın diye. Ağaca kıymasın diye…”Az ötede” falan oynamak istemiyoruz diye…


Hep beraber ve günlerce koştuk.Düşüp kalkıp yorulduk. Yağmur yağdı üzerimize. İnsan yağmurun altında daha çok  örtüyormuş diğerini, fark ettik. Yağmur dinmeden parkın dışında ve bir eski kaldırımda birbirimize sokulup uyuyakaldık öylece. Uyandık sonra, duruyoruz şimdi. Bekçi durmamıza da kızıyor, bana sorma neden, git sor, orada işte.. Ama ağaç kalacak yerli yerinde.. Nereden biliyorsun dersen, bir umut var içimde..Nasıl tarif ederim çocuk cümlelerimle; umut işte.. Bekçi de yoruldu ama. Bence bizden çok yoruldu. Ağacı kurtarmışa benzeriz, sıra topta ve yasaklanmış oyunlarımızda bence..Sence?