30 Ekim 2012 Salı

POSTMODERN AŞIK



Ayaklarımı uzatmış, ellerim ensemde
seveceğim seni.
Senin için dağları deleceğim sanıyorsan
Gerçekten yanılıyorsun sevgilim
Bu zamanda sevmeler böyle oluyor
Biraz gündemi takip et
Cehaletini sevdiğim.


Dudaklarımı büzmeden öpeceğim seni.
Yaklaşmamı bekliyorsan
Oracıkta ve öylece
kuruyup gideceksin demektir.
Bu devrin öpüşmeleri böyle,
uzaktan ve sanal
bin bir türlü hastalık kol gezerken,
dudaklarında biten
şeker kamışına bile güven olmayabilir.
Yani seni kırmaya da kıyamıyorum ama,
işine gelirse sevgilim..

Seni hiç yaralanmadan seveceğim
Benim canım çok tatlı, gözyaşım çok tuzludur sevgilim
Seni canım yanmadan seveceğim.
Yüzünü görsem,
Ortadoğu'da bir çocuk mu gülümseyecek sanki?
Sarılıp ter döksek,
küresel ısınmaya katkıda bulunmaz mıyız ki?
Arada naz yapıp ayrılsak,
bu ayrılığa silah satanlar olmaz mı sence de?
Sana tutkuyla birkaç satır karalasam,
Yasak olmayan bir dil aramak zorunda kalacağım
Elini tutup uzaklara kaçırsam,
bunun pasaportu var, vizesi var..
Bana çiçek alsan,
çiçeklerin kokusu da yok artık.
Seni masrafa sokmak hoşuma giderdi aslında,
Bu zamanda kadınlık böyle bir şey olduğundan..

Seni kılımı kıpırdatmadan seveceğim.
Bu zamanda sevmelerin hukuku bu çünkü.
Adaletten hep tırsmışımdır sevgilim.
Malum; ahval-ı isyan ortada..
Aşka bile terör diyenler var
Onları da anlamak lazım
ağız alışkanlığı, serzenme sevdiceğim.
Sistem kırık şemsiyem benim
İzninle seni
özürlü prosedürler dahilinde özleyeceğim.



Ama bak,
iyi haber şu ki;
kırık kalple ardından sövenlere de benzemem hiç
O'nun koluna girmiş yol alırken sen,
ben her zamanki gibi dizimi seyredeceğim..


DELİ İŞTE




Bana "Uyu artık!" dedin ya,
Niye dedin onu?
Sen hiç uyumazsın ki..
Işığı bile kapamadın bir tek gün.
Her ne korkutuyorsa seni karanlığın
renk körü marşından,
bu benim meselem değil ki..
Hem ben,
Işıkta uyuyamam ki..


Bana "Sus artık!" dedin ya,
Neden söyledin onu?
Beni ne zaman duydun ki?
Kulak zarını kendi kurgularınca
titreştirip durdun her daim.
Ve konuşmayı seviyorsam
biraz fazlaca,
Bu senin meselen değil ki..
Hem benim sustuğum
hiç duyulmamış ki...

Bana "Git artık!" dedin ya,
Ne şimdi bu ?
Ben asla "orada" olmadım ki..
Bir ağaç dalında çekirdek çitliyorum ben,
ben ki kendi halinde mahallenin delisi..
Yüzümü bile görmedin ki..
Ve senin varlığımla özdeşleştirdiğin
o kusurlu mekansal algı,
benim meselem değil ki..

Hem benim gittiğim
hiç görülmemiş ki..
Olsam olsam," kalan"ım ben.
Sen git..




25 Ekim 2012 Perşembe

YADİGAR



"Annemin armağanı bana bu!", diye haykırdım gözlerim kan çanağı... Gülüşmeye devam ettiler..Çocukların bazen en yaman diktatörlerden acımasız olabildiğini tecrübe ettiniz mi siz hiç? Ben yıllarca.. Ne yazık ki şahit olarak da değil. ..

Elim yanağımı örter, hep bir düşünmeler kervanında yürürüm ben. Sanarsınız dünyayı kurtaracağım büyüyünce.Sol elim yarenimdir benim. Ben yürümeye başladığımdan beri sol elimle yanağımı doyamadan severim..

Bir kız var bizim sınıfta. Saçları öyle belinde değil, gözleri öyle yosundan değil, sesi öyle bülbül sunağı değil. Ben onu bir sıra arkadan izlerim hep. Ben onu sol beliğinden izlerim hep, ensesinin sol tarafına dökülen tüle yazmış incecik saç tellerini okşar kısa ve kalın parmaklarım; düşlerimde.  O benim en muazzam açımda diye, O benim sol yanımı pek görmez diye; sırf bundan, ben onu aşka seçtim. Olur ya bir gün dönüp, ben sağ yanımdan severse diye....Bu benim aşka mazeretim..

Ablam beni sağ yanımdan öper hep..Babam kızdığında sağ yanağımı tokatlar..Ben aynaya solumdan bakmam hiç..Bazen çocukluğumdan mıdır nedir, öfkelenirim paha biçilmez hediyeme..

"Anlayın be! Yadigar bu!" Öğretmen tahtaya kaldırınca sağ ayağımı önde tutarım ben. İki elinizi birden cebinize sokabiliyorsanız, bilin ki size hep imreneceğim ben..Bilin ki kızmıyorum da size hiç. Babam anneciğimin ben doğarken ve o giderken son bir öpücük kondurduğundan söz eder sol yanağıma. Ben doğdum doğalı sol yanağım sevgiden yaralı benim. Kocaman bir öpücük izi var yanağımda, insanların "leke" dediği. Çocukların öpücük izini çirkinliğe yorabilen korkunç bir hayal gücü olduğunu tecrübe ettiniz mi siz hiç? Ben yıllarca.. Ne yazık ki şahit olarak da değil...

Kalbim ve annemin dudakları sol yanımda benim. Siz buna daima güleceksiniz..Siz sizinkine benzemeyen her yüzü, yaşınız ne olursa olsun çirkin  ve düşman bileceksiniz..Ama o kız, bir gün sağ yanımı sevince, tastamam olacağım, hepiniz göreceksiniz..




24 Ekim 2012 Çarşamba

NE OLUR YANİ?



Güneşini paylaşsan ya benimle...
Ne olur yani hiç uyanmasan?
Senin gözlerin karanlıkta da
Bin pareli öpücük zaten.
Sen bakma, ben öpeyim onar onar, yüzer yüzer..
İçme sen o kahveyi,
o iki satırı da okumayıver çayının yanında.
Ne olur yani?
Ben iki satır arasına sıkışıp, demi olayım
parmak aralarında yüzen terinle sevişen çayının.
Beni doğacak günün say,
benim güneşsizliğimi
senin kendi içine damlayan gülüşüne say,
ki piramite saklanmış uçarı yedi rengini
yutuvereyim..
Senden yansıyanlar israf,
her bir rengin hazine dengi..
Kıyma onlara,
benim olsunlar işte..

Geceni paylaşsan ya benimle?
Ne olur yani, hiç uyanmasan?
Senin gözlerin uykunun ölümünde de
en umutlu şarkıyı söylüyor..
Yorma düşlerinin geniş kartelasını..
Sana ben masal diyarına attığım
geniş ağı çekeyim.
İçinde kıpırdaşıp duran düşlerini,
kırık aynanın yırtık derisinde sana ben göstereyim.
Beni kül rengi ayın ermişi say, gezgini say..
Ne olur yani?
Akrep ve yelkovan istifler hecelerini.
Ayırt edilemez olur sonra sesin.
Beni gecenin en edilmeyecek lafı say..
Kıyma sözcüklerine,
sözcüklerin de benim olsunlar..

Tanrını paylaşsan ya benimle?
karanlık odalara gizlice sürüyerek taşıdığın hani?
Sen o kemik sesleri kulaklarında,
Sen o kaypak siyahın koynunda,
varlığını inkar etmek istediğin yakarışlarını
ver avuçlarıma.
Ben anılarının damarlarında kol gezip
etmekten korktuğun tüm duaları edeyim
senin adına.
Korkmaktan korkan
sığınmaktan kaçan yanını
ben örteyim
kapkara kanatlarımla.
Biraz da bende saklan.

Seni işte,
biraz da öyle seveyim ben.
Ne olur yani?




19 Ekim 2012 Cuma

4 ODACIK



Açık kalp ameliyatından apar topar kaçmış bir deli gibiydi. Duvarın kenarına yaslanmış, yoldan çevirebildiği herkese göğsünü işaret edip, "bak!" diyordu hevesli bir beklentiyle sırıtarak. Kadının biri öğürerek uzaklaşıyordu yanından, adamın öteki omzuna sertçe vurup defediyordu onu..Çocuğun biri ağlayarak kaçışıyordu caddenin karşısına, güzel genç bir kız çığlık atarak, elindeki cep telefonunu fırlatıyordu korkudan. "Bak!" Kimsenin içi kaldırmıyordu bu pisliği. "Korkma!" diyordu pıtır pıtır atan kıpkırmızı yüreğini göstererek. Arada bir, birkaç metelik şıngırdıyarak düşüyordu ayakkabılarının ucuna, gösterdiğine bakmadan geçen cömert avuçlardan. O zaman öfkelenip söyleniyor, sövüyordu arkalarından. Öfkesi caddedeki kafelerden  tek bir şarkı gibi yükselen müzik sesine yeniden kulak kabartınca, yatışıveriyordu. Kaptığı ilk omzu yeniden çekiyordu kendine, "baksana bir, bakk!" irkilen delikanlı patlatıyordu yumruğu, ve yere tükürüp yürümeye devam ediyordu. Canının hiç yanmadığına bahse girebilirdiniz. Kanayan dişlerinin arasından gülümseyerek yeni bir av araması birkaç saniyeden kısa sürüyordu. Kimsenin ambulans çağırdığı yoktu, ya da polis. Ben dahil. Yarasını uzaktan izliyordum, midem bulanmayacak kadar, içimin kaldıracağı, tüylerimi diken diken etmeyecek bir mesafeden. Ölmeyişini garipsemeyen bir gerçeküstü yakınlıktan izliyordum onu. Deliliğini yadırgamayacak bir empatiyle. Acıma duygusundan fersahlarca uzaktan bakıyordum ona. "Bak !" deyişini duyabilecek, gözlerindeki çocuksu neşeyi görebilecek kadar da yakından.. Yakınındaki kafeden süpürgeyle çıkıyordu bir kadın. Gözlerini kısarak dürtüyordu uzaktan süpürgenin sapıyla.. "Eh be! Git başka yere, pis şarapçı!

İki adım geriliyor ve gülümseyerek, işaret parmağıya basıyordu yarasına, "bak! bu odacıkta annem var! Kadın orada bir dakika daha kalırsa, onu dinlemek ve izlemek zorunda kalacağını anlayıp tövbeler çekerek dükkana giriyordu. Bir kedi ayaklarına sürtüyordu diktiği siyah kuyruğunu. Mırıldanarak küçük bir sekiz çizip duvarın üzerine atlıyordu. Duvarın üstündeki kedi, adamın açıkta kalmış yüreğiyle aynı mesafedeydi..Küçük ıslak burnunu uzatıp kokluyordu kanı. Adam "bak! bakıyorsun değil mi? Vallahi de bakıyorsun! Bak bu odacıkta annem yatıyor. Ş..şunda", diyor heyecanla kekeleyerek, "..şunda dedem var. Babamı sevmezdim, onu koymadım. Kedi koklamaya devam ediyor... "Bunda karım var, nasıl güzel değil mi? Şunda da kızlarım..Evde de aynı odada uyurlardı zaten.." Kedi adamın yarasını yalıyor... Ama öyle iştahla değil, şefkatle. Adam yüreğini anlatabilmenin huzuruyla gevşeyip, yığılıyor yere. Önce polis, sonra ambulans geliyor.....Müzik susuyor..

18 Ekim 2012 Perşembe

KADININ KALESİ




-Ummalarını bırak da otur; konuşalım, dedi.
-Dilin senin olsun, dedim. ummadan cümle kuramam.
Ayağa kalktı. Gidişi, sevmeyişinden değildi..  Dönüşü özleyişinden mi olacaktı, zaman bilir.

"O tişörtü almasan? demek isterdim. Buruşturarak tıkıştırdı çirkin valizine. Gözlerimi kapayarak odaların her birinde son kez çınlayan ayak seslerini dinledim. Banyodaki traş takımlarının tıkırtılarını. Henüz kurumamış diş fırçasının benimkinden ayrılırken çıkardığı hüzünlü, ıslak ve plastik sesi..Bornozunun askıda bıraktığı boşluğun sessizliğini.. Havada yakaladığı kahve kupasının başarısız intihar girişimini dinledim. Anılarımıza saldıran yağmacı ellerinin cep telefonuna sarılışının terli, yapışkan sesini dinledim.  Bana çok yabancı bir sesle, asla duymadığım bir "geliyorum" deyişini. Göz kapaklarım acımaya başladı, çünkü gözyaşlarım iki eliyle zorlayıp aralamak  istedi. Acelesi artmış kösele tabanların, yıllanmış parkede gıcırdayışını dinledim. Kalabalık bir anahtar destesinin cebinden çıkan şıkırtısını.. İçlerinden çıkan o tek bir anahtarın yalnızlıkla masanın üzerine kendini bırakışını dinledim. Kulaklarımı bir daha kullanmayacağıma and içerek... Koca valizin yatağımızın üzerinden kalkmasıyla ürken yayların titreyişini dinledim. Yanıma gelişini ve yüzüme acıyarak bakışını.. Kapı önünde, çıkmadan son bir kez durup, "Biliyorsun bunlara aslında ihtiyacım olmadığını. Sadece beni ummayı sana hatırlatan herşeyden kurtarmak istedim seni" deyişini. Kapının ardında kalışımın sesini dinledim.

Gözlerimi açtım. Gülümseyerek ve ağlayarak yatak odasına ilerledim. En alt çekmeceden çıkardığım ahşap beyaz kutuyu açarak, pırıldayarak göz kırpan kol düğmelerini gezdirdim yanağımda.

Ummaya kaldığım yerden devam ettim.

17 Ekim 2012 Çarşamba

GERİ DÖNÜŞÜM




Birileri kulağına büyüyünce "Sen" olacağını fısıldasa, yine de bezbebeğini bir kenara atıp, ilk topuklu ayakkabını giyer miydin? Yüzündeki tükenmez kaleminin açtığı o ilk "sanat" izleriyle terkedilmiş dilsiz oyun arkadaşın hangi çöplükte şimdi.. Bazı anılar geri dönüşmüyor..Sadece eskiyip yalnızlaşıyor malesef..Ah o bilinmeze duyduğun o derin aşk..Deme sakın, "geri gelse o gün, onu etmem!"

Sana alıp verdiğin her nefese yalnızca kendi iraden hakim olmayacak deseler, yine de o kaldırım kenarında unutur muydun o son minik misketi?  Gün ışığında evirip çevirip baktığın o küçük camdan evren, şimdi hangi camekana kaynaşmış, eski renklerin hasretiyle yanıp tutuşuyor kimbilir? Bazı anılar geri dönüşüyor da, geride onlara ait hiç bir andaç bırakmaksızın, malesef.. Ah o büyülü "adamların/kadınların" dünyası! Deme sakın, "geri alsam onu, kimseciklere vermem!

Desen de boş zaten..Zamanı da geri dönüştüreceğin bir kutucuk yok, malesef.. Eşşek kadar oluşunun tadını çıkar madem. Yürü hadi, dünyanın yükü omzunda,  uzun bir yolculuk bekler...

16 Ekim 2012 Salı

İÇİMDE 4 MİLYAR KADIN VAR




Diyorlar ki biraz fazla değişkenmiş ruh halim. Bu dengesizin teki olduğumun pek kibar bir eleştrisi. Ama sanmıyorum ki, bir tür karakter defosu olsun. İstikrar kime ve neye göre övülesi bir meziyet sayılabilir? Bilen varsa merakla cevabını beklerim. Benim de kendimi aklayacak cevaplarım var tabi. İçlerinden en saçma olanıyla başlayıp diğerlerinden hiç bahsetmeyeceğim. Adeta fırsat kollayarak renk değiştiriyor olmamın en önemli sebebi şu ki, içimde 4 milyar kadın var!Ne kadar kaotik bir içsel hesaplaşma cenderesinden geçtiğimi-geçmekte olduğumu ve geçeceğimi tahmin edebilirsiniz. Ve aslında eğer kadınsanız, siz de, hatta sizi geçiyorum babaanneniz de öyle. Fark şu ki, dünyadaki tüm kadınları kalbinizde ve beyninizde taşımak yük geliyorsa size, çoğunu oldukları yerde, mesela  Urumiye'de, Kahire'de, Kiş'te, Shangai'de, Bombay'da, Diyarbakır'da, Petersburg'ta, Paris'te ya da Bournemouth'ta bırakarak hayatınıza devam edebilirsiniz. Eğer kafanızın içinde, terinizde, gözleriniz ve sözlerinizde, hırslarınız ve vazgeçişlerinizde, gülümseyişiniz ve hüzünlenişinizde milyarlarca parametre değil, tutarlı bir bütün taşımaksa niyetiniz, bunu zoru başararak elde ederseniz, ben ve benim gibilerden biraz daha saygın ve anlaşılır olacağınız kesin.

Kolektif bir dişi ruh taşıdığımız iddiası olarak da alabilirsiniz bunu, veya yine saçmaladığımı düşünebilirsiniz. Ya da bunu ne tür bir mantığa sığdırıyorsanız, kabulüm... Nihayetinde; sorun-armağan şu ki, her yeni güne alt benliğime tutunarak ama yine de bir başkası olarak başlıyorum ben. Bugün neden mi bu kadar sevimsizim? Neden mi öfkelendim apansızın? Nereden geliyor bu sebepsiz neşe? Neden mi yalnız hissediyorum ya da neden mi böyle şüpheciyim? Ne mi böyle hayalperest yaptı bugün beni, ya da mantık müdüresi? Neden mi bazen çok güçlüyken, bazen ışıktan kırılganım? Ne yaptım da tüm umutlarımı aniden yitirdim? Ne uğruna dün, bugün vazgeçtiğim bir savaş verdim?  Ya da nedir aniden dirilmiş cesaretimin sebebi?

Çünkü, içimde 4 milyar kadın var ve her biri ve her saniye ve farklı menzillerden dürtüyor beni. Hepsi istediğini yaptırıyor ve söyletiyor bana..


Tutarsızlığımın ve hatalarımın, yaptıklarımın ve yapacaklarımın suçunu onlara yüklemek kolay geldiğinden belki.. Olsun.. En azından bir mazeretim var benim. Peki ya sizin?




14 Ekim 2012 Pazar

SİLAHLAR VE GÜLLER



Ben namluya sürülmüştüm. Kalbe aşık ben, kulak patlatan bir sesle girmeliydim bir yabancı göğse. Bu da benim kaderimdi, beğenmeseniz de.. Makinelerin doğurduğu buz gibi kalbimle, ben de sevebilirdim, size inandırıcı gelmese de.

Baruttandı parfümüm, kimse sürünmek istemediyse de. Ben yaratmadım kendimi, makinelerin bayram sabahı bilmeyen gözleriyle örüldüysem de. Sizin kıpkırmızı kanınıza  değil, maddenin doğasına yaftaladığınız anlamlara aşıktım. Var da bir zaafım elbet, içinde kınalı aşk mektupları saklayan genç göğüslere de aşıktım . Altı üstü bir kez sarılıp gidecektim yüreklerine. Öldürmekti doğam, ben bunu aslında hiç benimsemediysem de.. Sizin uykusuz ve aşsız ve yarsız ve çatısız yaşayamadığınızdan farksızdı, sizden nefesinizi, kolunuzu ya da bacağınızı alıp gidişim. Sebeplerimin ve sonuçlarımın biricik atası, siz; size göre, ben amacınızı aşmış bir metal hain..

Size beni sevmenizi söyleyemem. Sevmek, sevginin sonuçlarıyla anılır olmuş sizde. Severken parçalamak istemedim sırf, siz sevginin böylesine tarih boyu saygı duymamış göründünüz diye. Ama burada, şu başına çökmüş annenin feryadında yankılanan da benim adım değil!.. Üzerinize alınmayışınızı da anlarım. Siz ölülerden bile mağdur hep. Ah, siz..Hep! Kalbe aşık ben, kulak patlatan bir sesle girmeliydim bir yabancı göğse..Hepsi buydu bana göre.Sebepleriniz beni yaralamazdı. Ama sonuçlarım hep yaraladı sizi.. Tek derdim soğuk bir göğse sarılmaktı, varolmaların öngördüğü üzere.

Bir namluya sürülmüştüm. Ben sürüldüğüm namludan her daim sürgün bir yabancı göğse... Makinelerden doğan buz gibi kalbimle, size sevmeyi ve sevişmeyi öğretmeye hakkım olmadığı gibi, burada olma sebebimin hesabını da verecek değilim sizlere. Ben yaratmadım kendimi, nihayetinde. Öldürmekti doğam; sizin binbir türlü sebebinizle. Bana biçtiğiniz rolün oyuncağı oldu adım, ne istediğini bilen makinelerinizin emrettiği üzere. Ve sizin sevişiniz hayatı kimi zaman istemsiz bir nihayete erdirdiyse de, ben hep o kendinize, ve o insanlığınıza sığdıramadığınız sahipsiz "istem" oldum.

Küçük bir çocuğun hesapsız zevk arayan gözlerinde bir oyuncak da olabilirdim ben. Tanrı aşkına bunu da bir düşünsenize! Militarist hesaplarınız ve sebepleriniz ve sonuçlarınız, sizi maktüle, beni faile çevirdiyse, maddenin doğası mıdır hep kürsüye oturtulmayı hakeden? Tanrı aşkına, aklınız alışmışken biraz düşünmeye, ne olur bunu da düşünsenize! Şimdi siz sorun kendinize. Beni neden varettiniz, böyle...? Oysa makinelerin doğurduğu buz gibi kalbimle, ben de sevebilirdim, size hiç inandırıcı gelmese de. Siz bilmezsiniz, öldürüşüm köleliğimden! Bu göğse saplanmış, ölümün parametrelerini hesaplayan bir beynim ya da yüreğim olmaksızın, kalbe aşkla sarılmış ben, ki sizin en acımasız uzantınız..Tanrı aşkına, bunu da bir düşünsenize!

Bedeninle ruhun arasında kurduğun her tür analojiyii at çöpe.Sen bedenin değilsin, bedenin de sen değil.Asla seni anlatmayacak gülümseyişin...

13 Ekim 2012 Cumartesi

BABAN BENİ BABAMDAN BİR KERECİK İSTESİN




Ben o yare gitmezdim..Beni o yari bilmezdim. Al yazmaya dövme oldu anamdan kabul gören, babamın dudak arasına kazınmış adı.. Yüzünü göremeden, elini tutamadan, ben yare terk-i diyar oldum..Kader kırdı, darmadağın etti tertemiz gergefimi...Dediler karşı gelinmez: "isyan haramın yedi göbekten ecdadı"!...Alnımdaydı yazısı; ayın değişen tövbekar yüzündeydi kaşları.Benimse öğretilmişliğim, hepi topu susmaktı..

Yalnız buğdayı öpmüşlüğü vardı çatlamış avuç içimin..Aynada suretimden utanırdım oysa ben..Göğsümü kendimden sakladım da ona açtım ..Bir anama tarattığım belik belik saçlarımı, onun kalpsiz göğsüne yorgan edip serdim de, en korkulu rüyalara yattım. Ben istemezdim; yüzünü görmediğim, tenini bilmediğim yarin, alnımdaymış yazısı..

Ben o yari sevmezdim.. Kapısı önünden geçmezdim.. Al yazmaya dövme oldu babamdan kabul gören, iki ineğe biçilmiş mezarım..Kuş kadar ayaklarıma paspas olmuş duvağım..

Gözlerine ekilmiş, hasatsız bakışlarım. Sen beni bilmezdin, ben kadere tövbeli..Ata binmiş giderim, nerede benim ardımdan koşarak gelenim?..Uzak köylere toprak, üzerine çakıl taşları ekili yol  olmuşum ben..Sen beni bilmezdin, aşk bizim köyde günahken..

Ben o yare gitmezdim..Anamdan susmuşlar aşkı, babama sormuşlar fiyatımı.Küçücük göğsüme sakladığım delik deşik dağlar kadar büyüttüğüm yüreğim, gelinlik sandığa sığmazdı da, alnıma yazılmıştı bir kere adı.. Elime değmezdi de eli , kitabıma kazınmış merhamet ne bilmeyen  güçlü kolları..

Ben bir yare akıttım gözümün safran yaşını..Sırtımda taşıdım yarin buğday saçını.. Al yazmaya karışıp gitti kanım..Kimsecikler bilmedi, orada atıldı üzerime kutsal toprağın. Ben yari yar saymadan boğuldum terinde. Olmadı kurtaranım..

12 Ekim 2012 Cuma

LOKMAN HEKİM





Pancarı çiğ yiyince, ağızda keskin bir toprak tadı kalıyor.. Ama bir bardak pancar suyu içerek, yüksek tansiyonun önüne geçebilirsin. Geçer o baş dönmelerin. Göğsün belki sıkışmaz o kadar.   Kaynattığın suyuyla saçlarına biraz kızıllık bile katabilirsin. Belki biraz farklı görünmenin vakti gelmiştir. Belki aynalar değildir düşman zannettiğin..

İğde çiçeğinin buharını soluyunca, kalp krizinin önüne geçiliyor.. Hala atan bir kalbin varsa tabi.. Ama bundan da önemlisi, biraz daha düşünebilmek için beyninde yer açıyor. Yığınla fikri ayağıyla itiyor kenara iğde kokusu; şimdi devam edebilirsin işte kara kara düşünmeye..

Muskatın kabuğunu rendeleyerek mide ağrılarından kurtulabilirsin. Yemeden içmeden kesildiysen, mutfağında bir miktar muskatın olmadığından olabilir. Geceleri ter içinde fırlıyorsun ya yataktan, hangi düşlerin çamur deryasında çırpınıyorsan artık, kurtulmak için..Muskat uyku düzenleyicidir. Her sabah kalktığında düştüğün o boşluk var ya, ondan kaçıp kurtulmak için bir miktar daha muskat yutuver. Tekrar yatağa girip mışıl mışıl uyumaya devam edebilirsin şimdi..Ama fazlası zarar tabi. Kurduğun onca hayal yetmemiş gibi, sana onlarcasını daha gösterebilir mesela. Yeterince delirmedin sanki.

Kokusunu çok çabuk kaybeder kakule. Tozunu değil, kabuklusunu alacaksın o yüzden.Kaynar suda ezilmiş bir çay kaşığı, ciğerlerine deva olabilir. Düşünüp dururken, durmadan tüttürdüğün o ateş böceklerinin zararına karşı. Fazlasının tükürük salgısını arttırması senin için bir şey ifade etmeyebilir. Öpecek kimin var,nasılsa?

Defne tohumunu balla karıştıracaksın bir bardak sıcak suya. Her "dün yine çok içmişim" için bir iki bardak...Fazlası değil..Yani kendini dağıtırken orada burada her gece, artık daha bile rahat davranabilirsin.
Tahriş etmez senin zaten o soğuktan pul pul olmuş tenini. Haricen kullanabilirsin.  Ve toz halinde yarım çay kaşığı defne yutarsan, her türlü sancının geçeceğine bahse girerim, kalp sancısı dahi..Hmmm...Bu biraz iddialı oldu...

Tüm bunları kullanarak, ölmeden sevmeyi bir süre daha başarabilirsin.








10 Ekim 2012 Çarşamba

SİREN




Kulaklarınızı sağır eden siren sesinin sebebiyim..Çevreye ağır bir rahatsızlık veriyorum; biliyorum. Özürlerimi kabul edin. Bir şeylere inanmıştım; ölüyor..Kaybediyorum onu..Nefesi olsa, en ağır hayat öpücüğüne boğacağım onu; bir daha ölmeye kalkışmasın diye.. Lakin, yok..Nefesi yok..

Başucunda gözleri yerini yadırgamışcasına bakan hemşireler var.. Ellerinden gelirse diye en ufak bir şey; bekliyorlar. Burası kaç metrekare bilmiyorum. Ama acıdan ve acının hararetinden öyle genleştim ki; sığamıyorum. Bırak yanını, bırak yamacını, kendime sığamıyorum. Yol veriyorsunuz; görmesem de ambulansımın manevralarından anlıyorum. Rahatsız ettim; özürlerimi kabul edin. Ben bir şeye inanmıştım; ölüyor.. İstiyorum ki gömsün beni. İstiyorum, o denli yaşasın. Kalksın da,  ah bir kalksın da, yüzüme bile bakmadan çekip gitsin. Lakin yok...Takati yok...

Kulaklarınızı tıkadığınız siren sesinin sebebiyim. Önemsemediğinizi biliyorum. Bir yabancının ölümüne tanıklık etmektense, sağ şeritten vurdurarak gazlayacağınızı biliyorum. Neyse ki, o bilmiyor, nasıl bilsin, nefes bile almakta zorlanırken.Bir gelse elinden, topunuzun meraklı bakışlarını yakalayıp havada, çalacak yere. Neden şaşırdınız ki..Ben onu ciğerimin içi gibi biliyorum.

Hastalanır, çürürsünüz ya bazı bazı içten içe.. Bilmem bedeninizin ne yanıyla ölürsünüz. Bilmem hangi uzvunuz vazgeçer ilk, size ait olmaktan. Bazen çürük raporunu doktor değil, siz verirsiniz ya kendinize. Bazen en fazla üç ay ömür biçersiniz ya gülümseyişinize. Hiçbir sigorta karşılamaz ya ziyanınızı. Ben o ve benzeri tüm çaresizliklerin en ortasındayım. İstemezdim radyoda çalan  neşeli şarkınızı bölmek. Duymadan da yol vermezsiniz ki, o acı sireni.. Ne yapsaydım kaçmak için? Birşeyler ölüyor bende..Bilinci çoktan kayıp... Omuzlarını sarsarak uyandırmaya çalıştım kaçtır..Rahatsız ettim; özürlerimi gidişime yol vererek kabul edin. Rahatsız ettim; özürlerimi kabul edin...


9 Ekim 2012 Salı

HAFIZA KABULLENİR



Hayatımın ilk beş yılını geçirdiğim o köyü, en ince ayrıntısına kadar hatırlamama şaşırıyor babam..Çünkü ben mesela, evin arkasındaki küçük derede biten dereotlarının kokusunu bile hatırlıyorum. Mesela kayalıklardaki yosunları kazıyıp avucumuza sürdüğümüzü; doğal kınayı böyle bulduğumuzu..Mesela caminin yanındaki bir tür çam ağacının yapraklarını ellerimizin arasında ufalayınca köpürdüğünü, yalancı sabunu da böyle keşfettiğimizi..
Çeşmeye giden o küçük dik yokuşu ve yokuşun dibindeki kızıl ve bodur vişne ağacını.. O küçük ağacın nasıl da leğen dolusu reçel yapmaya yettiğini... Toplayıp çiğnediğimiz reçinenin altın rengini.. Kamıştan yaptığımız düdüğün sesini.. Kanayan bileğini ürkerek bana gösteren Karabaş'ın patisini tutmanın verdiği hissi..Bahçelere ekilmiş fidelerdeki domateslerin gördüğüm en kırmızı, mısırların bildiğim en sarı olduklarını, ve ömrümce de öyle kalacaklarını..Hafızam evin civarından taşıyor aslında..Babam bu kısımları hatırladığımı bilse, daha çok şaşırır ve biraz da çatardı kaşlarını, eminim.. Köydeki arkadaşlarımla bazen keşif için uzaklaştığımızı.. O dar, topraklı yolların kenarındaki kayalıkların ne kadar kahverengi, ne kadar haki yeşili olduğunu hatırladığımı.. Düşlerimde hala, bazen, o ürküterek kıvrılan dar yoldan eve koşmaya çalıştığımı, evi bulamadığımı da bilmiyor haliyle..Anaokulundaki kuklaları ve yazı tahtalarını, mavi tahta blokları, köyün kışın yanan odunlarla tütsülenen huzurlu havasını,annemin ve babamın elini tutup başımı gökyüzüne kaldırıp, hiç ışığın olmadığı bahçelerden ve yollardan geçerken, yolumuzu aydınlatan yıldızlara hayranlıkla bakakaldığım o  büyülü günü de..Bilse hafızama bir kat daha şaşardı..Ama işin garip yanı, şu ana kadar bildiğim en zayıf hafıza, bendeki...

Hafıza kabullenir.En tembel hafıza bile...Hafıza öyle kabullenir ki, yaşatmak için vardır artık var olmayan her şeyi ve herkesi. İsimleri geçtiğinde gözleri gözlerimizin önümüze gelsin diye, seslerini duyar gibi olalım, kokularını hatırlayalım, varlıklarını tekrarlayıp duralım kendi içimizde diye.Duyularımızı kandırıp, onlar hala varmış gibi yapalım diye.. Onlar gözlerini kapamışsa da, hafıza gösterir.Onlar susmuşsa da hafıza dillendirir.Onlar gitmişse de hafıza tutar geri getirir.. Hafıza belki en tanrısal dokunuştur.Fiziksel sınırların karın ağrısıdır o. Ölüme izin vermediği için. Herkesi ve herşeyi bir şekilde, irili ufaklı anılarla yaşattığı için.. En zayıf hafıza bile.Benimki bile..Seninki bile..

8 Ekim 2012 Pazartesi

GEÇ OLMUŞ




"Yok..Bu da çalışmıyor!.. Durmuş!".. "Hepsi aynı saatte durmuş!.. "
Salona yürüyüyor başını iki yana sallayarak.. Duvarın sıvası dökülmüş nemden.. Sıvaya bakmıyor ki o.. Gözü duvara sırtını dayamış baba yadigarında.. Yıllarca usanmadan çılgınca dönüp durmuş akrep yorulmuş, uyuyor..Nasıl ya?

"Hah!" diyor.. "Şimdi anlarız! Cep telefonunu alıyor sehpanın üzerinden.. Aceleyle ve telaşla kurcalıyor..Burnunu çekerek telefonu tutan eliyle siliyor terleyen alnını.."Seviiiim!"
diye bağırıyor.." Cep telefonun nerede Sevim?"

Sevim yok ki.. Sevim valizini toplayıp gitti ya bir ay önce..Sevimin mektubuyla konuş, ona sor çok istiyorsan.

Saatler durdu o gidince...Sen otuz gündür bulduğun her saate sarılıyorsun diye akreple yelkovan canlanacak değil ki.. Sen o hala yan odada, o mor kanepenin üzerinde dizilerini izliyor sanıyorsun diye, Sevim sana yan odadan ses verecek değil ki.. Sen istiyorsun diye, yar kalacak değil ki..

Dünyanın her şehrine salsan bedenini, yeryüzündeki tüm duvarlara tek tek baksan, yoldan çevirdiğin her insanın kolunu tutup baksan da tüm saatlerin o gittiğinde durduğunu göreceksin.. Aksini belki, olur ya, bir ihtimal rüyanda göreceksin..


Çok merak ediyorsan söyleyeyim; saat 3'ü 5 geçiyor.. Geç olmuş, uyu hadi...

Günlük Dipnot

Kayra, erkeklerin bale yapmasını uygunsuz bulduğunu söylüyor..Bu önyargıya hangi vesileyle vardığını merak ediyor ama sormuyorum. Çünkü bu artık onun fikri.. Bir yetişkin gibi davranmalıyım.."Ama, diyorum, dansetmeyi seviyorsun, değil mi?" "Evet annecim, diyor. Hatta tavana yapışan ayakkabılarımla lambanın yanında dansedebilirim".. Ayakkabıları tavana yapışınca dansedemeyeceğini anlatmaya niyetleniyorum, ve tabi ki vazgeçiyorum. Hayal kırıklığına uğrar diye değil.. Bir çocuğu hayal kırıklığına uğratmak için mantık ve gerçekler en zayıf silahınızdır. Anlatmıyorum, çünkü artık tam bir yetişkin gibi düşünmeye başladığımı kabullenmekten korkuyorum..

7 Ekim 2012 Pazar

SAKLAMBAÇ





Acını saklama hiç..Sen onu koynunda saklasan, o gözlerindeki sele kapılmış teknede yüzecek çünkü..Acı, onu farkedecek birini daima bulacak çünkü..

An gelip dalacaksın, yanındaki dürtecek..Bir şey anlatacak sana; dinleyemeyeceksin...Sağlama yapmayı sever, soracak, çaresiz uydurma cevaplar vereceksin.Ve kimse bunu aptal oluşuna vermeyecek, üzgünüm..

Acını saklama hiç.. Sen onu gözlerden ırak öptükçe, o herkese anlatacak dudaklarını.. Sen gözyaşını hızlı ve sinsice sildikçe, makyajın dağılacak..Sen başını öne eğdikçe, ruhun dimdik ve en geveze  haliyle anlatacak... Gün boyunca özene bezene yüzüne geçirdiğin o suni gülümseme, sen uyurken çatlayıp kabuk verecek çünkü..

Sen sustukça, kurumuş ellerin "bak!!!" diyecek yanındakine.."Ne olursun bak bana; nasıl da yalnızım!"
Kaçtıkça bedenin sokak sokak, fersah fersah uzağa attıkça kendini adımların, içindeki o gayrimeşru çocuk bildiği, tanıdığı, alıştığı yerde kalacak. Onu görenler seni soracak..Çocuk bu, durur mu, bilir mi yalan, seni anlattıkça anlatacak..

Acını saklama zinhar. Çünkü sen sakladıkça, kökünden kırık ayaklar, dalından kara çiçekler çıkaracak..Sobeleyeni çoktur onun, ansızın biri gelip, ensenden tutarak kaldıracak.. Biri bunu sana bir gün, bir şekilde soracak ..Bir zayıf anında gönlün, yakalanacak..

Anlattıkça  iyileşeceksin demiyorum..Anlattıkça, saklanan ve gizlenen her şeyin üzerinde tüten o korkunç büyünün yüzüne tüküreceksin diyorum; hem hiç farkında olmadan. Ve tabi dosta, ve tabi kardeşe anlatacaksın, öyle herkese değil...ki mikrop kapmasın yaran..

Acını saklama benden ne olur...








AZ





- ..üstelik adam tek böbrekli! diyor göz kırparak..
-Anlamadım? diyorum
-Yok yook, bence anladın, diyor diğer gözünü kırparak bu kez..
-"Allah Allah, diyorum..Nasıl yapıyorsun bunu?"
-"Ohooo!Sen benimle birkaç yıl önce tanışacaktın asıl! Şimdi kredi kartlarım patladığından, ve sevgilim olacak öküz beş aydır eve uğramadığından, çalışmak zorundayım. Kafam çok dolu bebeğim; eskisi kadar vakit de ayıramıyorum bu işlere..Yoksa, ah benim zavallı bebeğim, beni daha önce tanımış olsan, şimdi altında çift kapılı A5'ten aşağısı olmazdı..Oysa, araban bile yoktur senin.
- Yok, ben bu işlere değil, iki gözünü de nasıl öyle kusursuzca kırptığına şaşırdım..Araba dediğin 4 kapılı olmaz mı hem?
-Her şeyin azı da var çoğu da şekerim. Bazen "az" daha iyidir. Nadiren de olsa..Sen bunu böyle bil, zira kafan fazlasına basmıyor anlaşılan..
-Tek böbrek gibi mi?
Dişine bulaşmış rujunu izliyorum.
-Hahah! Aynen şekerim..!

Yirmi yaşındayım.Bu pek çoğuna göre az yıl demek. Az bazen iyidir. Nadiren de olsa.
Annemle yaşıyordum, tek gözlü bir evde. Az bazen iyidir nasılsa. "Nasılsa"  dediysem de aldanmayın, durum öyle fena değil, penceremizi okşayarak tırmanan kanarya güllerimiz var bizim.. O dik yokuşu çıkıp da gelseniz, bazı sokakların çamurlu olabildiğini kabullense ve mesele etmeseniz, yani görseniz, evimizi çok seversiniz.

Annem beş hafta önce 52. yaşını doldurdu. Mesaiye kalmasam onun için yapıp, yan komşudan da rica edip, dolabına sakladığım küçük pastanın üzerine koyacağım iki mumu üfleyecekti. İki mum tabi, ne sandınız?.. Çünkü az bazen iyidir.. Ama ben mesaiden dönmeden, ve anneciğim o iki mumu üfleyemeden uyudu.. Çok da derin uyudu..Hastalığı hakkında fazla şey söylememe gerek yok. Zira o artık hasta bile değil..

Üç aydır bu aile şirketinde çalışıyorum ben. Az çalışanı var, o yüzden akşama kadar çay yapmak benim için, büyük şirket çaycılarından çok daha kolay. Ne şanslıyım ki; az bazen iyidir. Asgari ücretimi eski cüzdanıma doldurunca da benden mutlusu yok. Artık tek başıma yaşıyorsam, ve kendimle başbaşa yemek yemekten sıkıldığımdan belki, çok az yer olmuşsam, annemi kaybettikten sonra, yani beş hafta içinde 11 kilo verdiysem, demek ki gerçekten de, az bazen iyidir.

Bu büroda çalışıyor.. İsmini hala bilmiyorum. Herkese "şekerim" ya da "bebeğim" diyor, ve ona geri dönüşler de bu şekilde oluyor çünkü. Bir de insan sevmediği şeyi pek de ezberlemiyor galiba. Arada bir mutfağa girip "bebeğim, kalçalarım tutuldu oturmaktan, çekil de, balkonda bir sigara tüttüreyim" diyor. Anlatıyor. "Balkondan seslen abla, ben duyarım", desem de, "hadi hadi, çay demlenirken dinlen azıcık şurada da, iki akıl al hem"diyor. Ne bileyim sürekli bir şeyler anlatıyor, anlamadığım. Sanırım insan sevmediğinin anlattığını pek de anlamıyor. Güzel ve sahipsizsin, sürünme diyor. Ben sürünmüyorum aslında. Bir arkadaşım var diyor. Sen çok güzelsin. E o da çok paralı ve çok yaşlı. "Çok" iyidir.. - ..üstelik adam tek böbrekli! diyor göz kırparak..
Ama bazen "az" daha iyidir."..

4 Ekim 2012 Perşembe

BAM BAM BAMMM!



Suçum çok büyük..O yüzden bu karanlık odada oyuncak tavşanımın kulağını ısırarak bir süre beklemek zorundayım.. Kötü sözler çıktı ağzımdan...Ya kötü biriysem? Karanlıktan değil bundan korkuyorum ben..Aslında karanlıktan hiçbirşeyden korkmadığım kadar korkuyorum..Neden öyle söyledim demin? Beni yalancı!

Yetişkinlerin mantıklı sözleri var, sebep-sonuç ilişkisi diyor babam. Yaptığım herşeyin ve söylediğim her sözün  bir bedeli var..Bu bana şimdiye dek hayatın öğrettiği..
Henüz ölmemiş bir martıyı gömmüştüm bir keresinde.Annem deliye döndü. Her tarafım çamur içindeydi.Önyıkamasız çıkmazdı kabahatim.Babam mantıksız buldu yaptığımı. Kalbinin hala attığını bilmeliydim..Kalbinin hala attığını nasıl da düşünemedim!..Beni küçük aptal!! Hayat kıymetlidir!

Hastane koridorlarında neşeyle koşturmuştum. Tekerlekli arabaların üzerinde yarış yapan insanlar vardı ve heyecanla bağırıyorlardı..Babamın tokadı hala yanağımda..Sıcacık..Onlar hasta!Aptal çocuk! Ben ne duyarsızım! Tekerlekli yatakların arkasına takılıp koşmuştum neşeyle bağırarak onlar gibi, mahalleden yazın geçen ilaç arabalarının peşinden koşturduğum gibi..Dedem ölüyormuş..Beni duygusuz velet! Kime çektim ben!

Okulda çatık kaşları var insanların..Oysa parklar öyle değil.. Bir gün okulun duvarlarından atlayıp koştum oraya..Beni sınamayan gözleri vardı ağaçların. Bulutların şeklini tanımlamak zorunda değildim! Üçgene ve kareye benzemiyorlardı çünkü..Küçük kuzular ve bana açılmış kucakları vardı hepsinin... Üç ay parka gidemedim..Bana bunun yasaklanmasını çoktan hakettiğimden..

Mezarlıkta sek sek oynanmaz...! Beni aptal! Beni duygusuz!Beni inançsız! Ödev yaparken uyuyakalmalar hep numara! Ben kapının önünde oynarken zemin kattaki yaşlı teyze uyuyamaz..Bu yaşta öptüğüm tüm kızların ailelerini düşünmeliydim!Benim yüzümden bir daha hiç bir erkek-öpemeyecek o güzel kızları.Beni namus özürlü! Bakkaldan o sakızı çalan ellerim yanacak ateşte.. O ağaca tırmandığımda hep düşeceğim işte! Ayak bileğimin kırılmasını çoktan haketmiştim! Ağaçlar tırmanmak için değil!Onlar meyve verir..Yıkamadan yersem, midemde böcekler cirit atabilir.Ve bir doktor iğne yapacak bana birazdan burada ağlayarak uyuyakalmazsam..İğne acıtır..Babamın tokadı da öyle.. Öğretmenim benim tam bir gerizekalı olduğumdan emin.. Ve annem sanırım benden biraz utanıyor... Allahın cezası, kime çektim ben!

Suçum çok büyük... Ben iyi bir çocuk olamadım..Bayram şekerlerini haketmiyorum...Beni velet! Hiç büyümeyeceğim bu gidişle...Burada tavşanımın kulağını ısırmaktan vazgeçmiş onu kucaklıyorum. Eminim tavşanımın da onlar gibi düşündüğüne.. O yüzden onun canını acıtmaya devam  etsem daha iyi olur.. Beni gaddar! Oyuncak nasıl alınıyor, biliyor muyum? Annemin ve babamın bütün gün alın teli döktüğünü..Yok, böyle değildi bu, "alın teri"...

Dünya çok yetişkin..O hep doğruyu biliyor.. Ben fazlasıyla kötüyüm.. Fazlasıyla ahmak..Dünya güzel şeyler hakediyor..Bense asla..Ben bu karanlık odada biraz yaptıklarım hakkında düşünmeliyim.. Yetişkinler öyle kusursuz ve hatasız ki... Bir an önce büyümek, ve haberlerdeki ve filmlerdeki adamlar gibi olmak istiyorum. Kollarım şu an çok güçsüz...

O martıyı gömmemeliydim.. Henüz ölmeyen hiçbirşeyi gömmez yetişkinler..Okulu kırmaz ve parklardaki ağaçların kovuğunda sincap aramazlar..Bulutlarda saklı üçgenler ve kareler vardır. Kuzular değil..Ağaçlar meyve verir.Meyveler yıkanmadan yenmez...Zehir... Şeker dişleri çürütür..Yetişkinlerin dişleri bembeyazdır..Annem yetişkinlerden utanmaz.. Ve komşumuz yetişkinleri şikayet etmez..Babam yetişkinlerin güçlü olduğunu biliyor, benim değil..Alın teri mühim..Yetişkinler her oyuncağın kıymetini bilir..Yüzlerce kitaba sığdıramazsın adamakıllı atılmış bir dayağın verdiği dersi..Mezarlıkta sek sek oynanmaz...Yetişkinler ölümün ne olduğunu benden iyi bilir..Onlar ölümü anlar..Beni aptal..!

Yetişkinler savaşıyorsa bu iyi bir şey olmalı..Çünkü bugüne dek bana hep iyiyi öğretmeye çalışandı onlar... Sanırım büyüyünce artık hiç hata yapmayacağım..Sanırım büyüyünce harika biri olacağım.Sanırım büyüyünce tüm yetişkinleri kocaman silahımla vuracağım...Kaslı kollarımla kavrayacağım silahı..Ve bam!bam! BaMMM!!!Beni zalim! Sahi kime çektim ben?




Korkma küçük tavşancık...Sana hiç dokunmayacağım...

2 Ekim 2012 Salı

LİMON AĞACI






Soruları çoktan çalınmış, ve O'nun dışında herkese makul bir ücretle satılmış bir sinav gibiydi hayat..Parmakları evrilmişti adeta klavyeyi yıllarca,aylarca,günler ve saatlerce yalamaktan. En sevdiğine, biricik kızının derin kuyulardan devşirilmiş gözlerine bakarken bile tek bir noktaya ve son derece didaktik bir beklentiyle, ve son derece tekdüze bir şüpheye odaklanıyordu.Şüphesi bile sıradandı bakarken. Cep telefonunu kulağına dayamışcasına konuşur olmuştu dostlarıyla. Sesi hep meşgul çalıyordu. Konuşurken bile geri vitese almış, bir yerlere kaçıyordu.Mesai öfkesiydi onunki. Bağırması öğle tatilinde önüne açılan döner-pilav servisiyle bitecekmiş gibiydi. Fazla tehlikesizdi..Küçük bir parkın yanından geçerken bile gözlerini yeşilden kaçırır, tatil umudu elini kolunu kapar diye kollarını düğümleyerek uzaklaşırdı.. Asla yalnız yürümüyor gibiydi. Evine uzanan merdiveni bile, metro merdivenlerinden homurdanarak çıkan kalabalıkların eşliğindeymişcesine çıkardı. O tanışıklığı olmayan kalabalığı tuvaletine bile sokardı sanki. Sifonu çekerken, bir sonraki durakta inmek üzere şöförü bilgilendiren o düğmeye basardı yüzündeki ifade..
Yalnızlık ne bilmezdi. İçi hep kalabalıktı. Ruhunda hep ciddi toplantılar, hatırlı müşterilerle yapılan mühim görüşmeler cirit atardı. Yemeğini yerken, daima faiz oranını hesapladığından, temkinli davranarak, masadan ilk o kalkardı..Gece olup yatağa girince, üzerine raftaki dosyaların tozunu örterdi.. Uyurken hiç üşümeyişi, başka bir şeyden değildi.

Düş görmezdi..Hiç ama hiç...Hem zaten sektirmeden izlediği dizilerin hepsinin kahramanıydı..Ve önündeki işi yetiştirememe korkusu olduğu zamanlarda, Viyana çıkartmasındaki bir yeniçeri kadar heyecan yaşardı..Bu yeterdi.Rüyaları düş kurmaya benzettiğinden, uyumaktan bile korkardı.Onu yeni güne davet eden, dünyanın en işlevsel "günaydın"ı olan telefon alarmını duyamamaktan da..

Hikayesinin bir sonu olsa, emin olun yazardım..Ama ben bunları karalarken, ağzına tıkılan mamayı yutmaya çalışan çaresiz bir çocuk gibi uyumaya çalışıyor..Yarın zor bir gün olacak, emeğinin hakkını almaktan başka herşey için; yan komşu onu daha çok sevsin, kapitalizm yanağından bir makas daha alsın, ailesi gururdan omzuna bir kat daha vatka taksın, faturalar sekmeden yatsın,  ülkesi kalkındıkça kalkınsın diye sevmediği işi her gün yeniden ve yeniden yapmaya mecbur kılınmış her insan için..Umarım bu gece düşüne ilk kez, mis kokulu bir limon ağacı girer..İyi geceler..