19 Ağustos 2014 Salı

KÜSMÜŞ LAMBA CİNİ






Balkona çıkıp bir küçük serçe konsun da besleyip seveyim diye dua ederdim çocukken. Hiçbir serçe özgürlüğünü dualarıma değişecek kadar yitirmemişti aklını ama ben hayattan en mantıksız koşullarıyla bana eğilmesini isteyecek kadar minicik dualarla arıyabiliyordum neşemi. Mantığa ihtiyacım yoktu o yaşlarda, o halde onun da bana..


Bir şeyler diliyor ve bekliyorken nedense bir süre sonra insan dilediğini beklemekten, neyi beklediğini de unutuyor diye düşünürken aklıma geldi bu anı. Gerçekleşmiş yüzlerce, vazgeçilmiş yüzlerce dileğin arasında somurtarak yüzüyoruz o yüzden bazen. Bir sonraki umudumuz her neyse ona, öyle doyumsuzca kulaç sallıyoruz ki onlarca ve yüzlerce dileğin kaderi ona vardığımızda farkedilmemek, kucaklanmadan terkedilmek oluyor..


Her dilek de gerçekleşmiyor elbet öyle, belki gerçekleşenlere kör olduğumuz için, ya da kendince sebepleri olduğundan kafası karışık evrenin. Tam da bu sebepleri tahmine çalışırken aklıma düşüyor; bir gün Dicle'de bir mütevazı eve giriyorum, yaşım hala çocuk. Yer sofrasında tanımadığım kocaman bir aile, akşamüstü, geç bir öğle yemeğinde ya da erken bir akşam yemeği.. Babaannemle açık kapının eşiğinde bakır tastan süt içen, çocuk aklımın abartısıyla onlarca tombul yavru kedi.. Onlar da adını koyamadığım bir öğünde. Babaannem, "al hadi, seç birini"diyor. "Hem de hangisini istersem?!" Babaannem, bir küçük pamuk kadın, bir lamba cininden bile heybetli görünüyor o an gözüme. Kalbim küt küt atıyor.. Hayvanlar için deliren ve balkonda bir küçük serçe için sık sık dua edecek kadar aklını yitirmiş bir çocuğun kalbi o kıpır kıpır yavrulardan biri ona pat diye sunulduğunda nasıl atmalıysa tam da öyle atıyor. Elimi uzatıp uzatıp çekiyorum. Siyah benekli beyaz, ya da beyaz benekli siyah bir kedi, emin değilim. Kalbim kafesinden fırlayıp kedinin süt içtiği tasın içine düştü düşecek. Ömrümde kediye el sürmemişim ki! Tam cesaretimi toplayıp işaret parmağımı değdirmişken kedinin yumuşacık sırt tüyüne, sofradan sesleniyor kadın, "Almasın. Bakamaz o, dokunamıyor bile" kalbim tasa değil ama kırıla kırıla içimde bir yerlere çıtır çıtır dökülüyor. Öyle bir dökülme ki o adımı geriye atıp çekilmesem kediciklerin patisine batıp kanatacak sanki. Ayağa kalkıp önce bir adım sonra hıçkırarak birkaç adım geriye, avlunun en dışına, sokağın en dışına koşuyorum. Muhtemelen öyle hızlı koşuyorum ki birkaç kırık parçayı dökemeden yanıma alıyorum. Bu yüzden o bulaşık hissi bugüne kadar daima yanımda, içimde taşıyorum gittiğim her yere. İnsan kavuşunca elini ayağına dolaştıracak düşleri haketmiyor belli ki.. En azından şimdiki aklımla bu benim için böyle. Ve tam ulaştığınızda, işaret parmağınızla sırtını okşadığınızda tüm ihtimalleri hınçla eteğinde toplayıp giden tüm dilekleri hala bu anıdan aldığım derse bağlarım. Bazı umutlar taşıyamayacağımız kadar ağırdır, asla bizim olmayacak olanlardır, muhtemelen başka insanlara rezerve edilmiş cam kenarında afili bir masadır her biri. Oturacak olsanız sallanır sandalye, maazallah düşersiniz, oturmazsınız. Oturmayın, acımasın tatlı canınız..


Son olarak, "peki" diyorum kendi kendime, " gerçekleşenler ve gerçekleştiğinde farkedilip minnetle buyur edilmiş dilekler?" Hayatıma bakıyorum. Hepsi elele vermiş ömrümün tamamını doldurmuş meğer. Yediğim tüm dondurmalar, saçını taradığım birkaç oyuncak naylon bebek, apartman merdivenlerine kurulmuş evcilik oyunları, tüm yaz tatillerim, yıldızları izleyerek geçen uzun yolculuklarım, üniversitede şubat ayı evime dönüp özlediğim el dokuması çeyizlik eski halıya üşüyerek ama ille de yalınayak basışım, oğlumu karnımdan kucağıma alıp yanağını şaşkınlıkla yanağıma sürüşüm, mikrofonumu dudağıma her yaklaştırışım, evime huzurla girince kedinin ayağıma sitemle sürtünüşü, uzun süre ara verdiğim kitabımı açınca tanıdık kokusunun yüzüme çarpıp içime doluşu.... Hepsi, hepsinden bile dahası ... İnsan çırılçıplak doğup ilk nefesini irkilerek ve canı yanarak aldığında diliyor olmalı ilk dileğini. Anne göğsüne değme umuduyla başlıyor her şey. Önce bomboş ıslak bir karton kutu. Zamanla gerçekleşen dileklerle doluyor, gerçekleşmeyenlerle boşalmayışı ne güzel. Yeterince, dilendiğince çoğalamadığı anlarda bile azalmayışı ve eksilmeyişi.. Sanırım bu uzak ihtimaller ve farkına varılmamış armağanların toplamından güzel. Hayat şu ana kadar gerçekleşmiş dileklerle kurulmuş bir hayali sofra. Anne eliyle kurulmuşcasına cömertse de doyup kalmak istemediğimiz. Bu açlık, ki açlığın adı umut, bizi yaşatıyorsa eğer, ki öyle, ki kabul, böyle de güzel..


Dilediğimiz, düşlediğimiz, ardından nefes nefese koşturduğumuz, koşarken düştüğümüz ve düşürüldüğümüz her ne türlü dilek varsa, bizi hayata bağladığı sürece çoktan gerçekleşmiş demektir o yüzden. Fark etmemiş ya da değerini bilememiş oluşumuz, elimizden kaçırışımız ya da dokunacak cesareti bulamayışımız bile alıyorsa yerini hafızamızda, soframızda, güzel...


Bitirmeden bahsini edeyim; çocukken, balkonun sol köşesindeki odun yığının arasında yavrusunu bırakıp kaçmış ya da dönememişti bir serçe. Solucana benzetir diye spagettiyle beslemiş ama bir sonra varlığını hatırlamadığım bir ara unutmuştum.. Yani meğer balkon dualarım sonuç vermiş ama ben değerini bilemediğim gibi, gerçekleştiğinde teşekkür edemeyecek kadar meşguldüm.. Kimbilir çoktan eskimiş o dileğim gerçekleştiğinde, hangi yeni dileğime adamıştım iki gözümü..

Sağınızı solunuzu yoklayın, bir yerlerden gerçekleştiği halde farketmediğiniz, hakkını vermediğiniz, ya da çoktan unuttuğunuz bir dilek bulacaksınız. Lamba cini size de küskündür biraz, bahse girerim.

Öyle de eminim ki....

3 Ocak 2014 Cuma

İhtimallere DüşNot



"Senin kadar hızlı hazırlananı görmedim. Buna rağmen her seferinde evden bu kadar geç çıkmayı nasıl başarıyorsun?"
Bunu söylerken avucunun içinde evirip çevirdiği küçük mavi bibloya takılıyor gözüm fincandan son yudumu alırken,
“Makyajdan sonra bir fincan kahve, saçlarımı toparladıktan sonra bir sigara molası hakkım var çünkü.”
Küçük bir kahkaha atıyor.
“O ne tuhaf şeymiş be.. Bekleyene eziyet olsun diye mi yapıyorsun?”
“Hiç değil.” Diyorum. “Gideceğim yere zamanla yarışıp bitap varmak istemiyorum sadece.”
“Keyifçisin özetle.”
Fincanı mutfak tezgahına koymaya giderken düşünüyorum, kesinlikle haklı.

Beni altına almaya çalıştığı şeffaf şemsiyenin altından kapşonumun altına atlıyorum.
“Islanacaksın. Taksiye mi binsek?
Cümlesini bitirirken gülmeye başlıyor.
“Ne yapıyorsun sen be? “
Gözlerimin altına kadar çektiğim atkının altından gülerek yanıtlıyorum gülüşünü.
“Ne??”
“Gözlerini de kapa da yolu tarif edeyim istersen. O nedir allasen..”
“Yağmurdan nefret ederim. Kardan da. Ama böyle yapınca ikisi de keyifli.. “
Atkının içinde ısınıyor nefesim, önce atkıya sonra yüzüme çarpıyor. Sonra havadan aldığıma katılıp yine nefesime sonra yine atkıya yine yüzüme.

“Biz bu filmi izlemek için şu güzelim tatil gününü niye heba ediyoruz, niyetimiz nedir?”
Diye şikayet ediyorum karşıya geçerken. Sık sık duraksayıp çorabına çamur sıçramış diye kontrol edişi sık sık canımı sıkıyor.
“Bunu yapmaya uygun başka günümüz yok çünkü. “

Ankara’da yağmur yağınca iki tür insana dönüşürsünüz halihazırda ikisinden biri değilseniz;
Ya hareket eden her şeye; misal  omzunuza selam çakmadan yürümek bilmeyen insanlara,  koca su birikintisini üzerinize sıçratırken bir kısmının da bujilerini ıslatmasını dilediğiniz arabalara, uçuşup ayakkabınızın topuğuna sarılan sevgi arsızı market poşetine küfreder, ama yine de hepsinden hızlı hareket etmeye itina gösterir,
Ya da öylece duran her şeye; misal kaldırımın ortasına park etmiş çirkin bir şemsiyeye, başınızı eğip yürürken son anda fark edip geri çekildiğiniz elektrik direğine, ya da ters yöne koşuşturduğunuz halde korna çalarak önünüzde duran  “ya fikrini değiştirip istikametin tam aksine gitmek isterse”ci çıldırmış taksilere küfreder, yine de hepsini ve hızla arkanızda bırakacak olmakla avunursunuz.
“Festival filmlerini evde seyretmek daha keyifli  değil mi?” diye inceden itiraz ediyorum sinemanın kapısında yağmurun altında sigara içen inatçı tiryakinin parmağındaki yemyeşil yüzüğe takılırken gözüm.
Şemsiyesini kapar kapamaz kolumu çekiştiriyor.
“Para verdiğimize değecek şeyler izleyelim şunca eziyeti çekmişken. Seninle dışarı çıkmak ne zor şey. Taksiye binene kadar bir fikrin olduğunu sanıyordum. Ne yapacağına dair tek fikrin olmadan sokağa çıkıyorsun. Allahtan benimlesin”.
 Ankara’da sokağa çıkmak için iki tür sebebiniz olabilir insanlara sorsanız. İlki, biletini önceden aldığınız, ikincisi biletinin tükenmeyeceğini adınız gibi bildiğiniz üzere yola koyulup ama muhakkak önceden kararlaştırılmış bir iştirakle eğleşmektir. Ben ikisini de yapmayı sevmiyorum. Kapıda fikrim değişirse biletim cebimde yanabilir. İnternet sitesinde önceden gördüğüm afişi duvarda beğenmemek bahanem olabilir. Aklıma yolda başka bir fikir gelebilir. Her şey mümkün. Ankara ne istediğini önceden bilmeyi seven oğlak burcu şehir. Yaptığıma içerlemesi normal karşılanabilir. Susup gişeye yürüyorum. Biletimizi alırken gişe görevlisinin kırmızı ince buklelerine henüz açılmamış bir kurşun kalemin birebir yerleşme ihtimaline, oradan atladığım fosfor yeşili kuş tüyü küpelerin asık suratlı gişe memurunun yüzüne bir memnuniyet, bir neşe kırıntısı ararcasına dokunup duruşuna öyle dalıyorum ki arkadaşımın bana şey dediğini duyamıyorum,
“..beklerken?”
İsmimi duyunca ayılmaya engel olamıyorum. İsmimi yüksek sesle bağırıp tekrarlıyor bilmiyorum bildiğinden mi bunu;
“…Kahve içelim mi beklerken?”
“Çay içerim ben.”
Ankara’da kış mevsiminde günde bir iki fincandan fazlasını içmek karın ağrısına sebep olabiliyor bazen.  Barbekü sosa bulanmış havasını, kırk yıllık hatırının yükünü üzerinizden bir ömür atamayacağınız kavruk  kahve aromasını kaldıracak kadar sevmiyorsanız onu eğer.. O kadarı fazla gelince akşamıysa çay, gündüzüyse çay kotarıyor soluğunuzu.

Daha önce onlarca kez girdiğim sinema salona her girişimde kırmızı halıdan geçiyormuşumcasına haz almanın ergenliğini yaşayarak oturuyorum yerime.  Çıkarken jübileme sapacağım “exit” tabelasından. Bu gerçek olmayan bir şeye her başlayışım ve bitişimde kendimi kandırma, iyimser tabirle motive etme halimdir. Mükemmel olması da şart değil üstelik. İş ki çıkınca gerçeklik montumu tutsun, giyeyim de yol alayım evime.  Bu yüzden boş perdeyi izlemek için bile para sayabilirim herhangi birine. Dolu ve kıymetli olursa daha kıymetli olur. Olmasa da olur ama..neyse.
Film başlarken maruz kaldığı ilk rüzgara gönül koyan omzumun ağrısını hissedip ensemi koltuğa dayıyorum.  Dürtüp elindeki cep telefonunu işaret ediyor, kapatmayı unutacağımdan emin. Telefonumu çoğu zamanki gibi evde unuttuğumu anlıyor başımı sallayınca. Yanımda olsa kesin unuturdum sesini kapamayı, uyarmakta haklı yani.  Koltuğa uyuyacak gibi yayılıyorum. Film Latin ezgilerince titreyerek başlarken yanımdaki koltuğa usulca oturuyor bir kadın. Cinsiyetini kuru ağaç dalıyla eşelenmiş toprağa düşmüş haddinden olgun vanilya çiçeği tohumu sayesinde çözüyorum başımı çevirmeden.
Dizlerimi ve haliyle tüm bedenimi vakitsiz nezaketle toparlarken, dirseğime dokunup,
“Lütfen rahatsız olmayın.” Diyor. “Hemen gideceğim”.
Başımı yüzüne çevirmek zorunda kalınca siyah kemikli gözlüklerin üstünden gülümseyerek küçülmüş gözleriyle selamlaşıyorum. Elindeki kurşun kalem havada donakalmış gibi sevimli sevimli bakıyor yüzüme. Çok uzun bir şey anlatmış ve yeterince anlaşılması birkaç saniye alacakmış gibi bakıp birkaç saniye, yanıtsızlığıma alınmadan kalemi üst üste attığı bacaklarının üzerindeki iri ve doğru seçebiliyorsam eğer, kalınca defterin üzerine koyup arkasına yaslanıyor hala gülümseyerek.
Önce  karşıma bakıyor, sonra dayanamayıp dönüyorum. Kulağına eğilip soruyorum, artık film adamakıllı başladığından
Ankara’da tanımadığınız bir insanla konuşmanın iki yolu var çünkü;  ya oldukça uzağından ama sesinizi yükseltmeden, ya kulağına samimiyetle eğilip sesinizi yine yükseltmeden;
“Hemen gitmeyin. Kalıp sonuna kadar izlemelisiniz bence” Bunu neden söylediğimi bilmiyorum. Başlamakta olan filmden en ufak bir beklentim yok.
Yüzünü ara sıra aydınlatıp kaçan ışıktan seçebildiğim kadarıyla kaşlarını ilgiyle çatarak doğruluyor bana doğru
“Gündüz seansına gelmiş miydiniz? Nasıl görmedim sizi…”
Arkadaşım  dönüp bir ara yine ne halt karıştırdığıma kulak kabartıp hemen sonra değmeyeceğine karar verip çeviriyor başını beyaz perdeye. Siyah çoğunlukla aslında.
“Gelmemiştim. Sabah seansına da gelmiştiniz diye mi gideceksiniz?”
“Yarın da geleceğim” diyor. Gülümseyip defterine sağ elinde pırıldayan yüzüğünden seçebildiğimce kısacık bir not düşüyor. O nasıl görüyor yazdığını bilemiyorum ama ben kesinlikle okumaya çalıştığımı göremiyorum.
“Her seferinde başka bir kısmını mı?”
Diyorum. Film akıp gidiyor ama bu daha ilgimi çekiyor belli ki.
“Her seferine başka birini”
Diye fısıldıyor kulağıma.
Susup başımı çeviyorum siyah perdeye. Gri aslında.
Ankara’da anlamadığınız bir meselenin üstüne gitmemek mübahtır. Bir gün önce orada olmayan 2 metrelik dev ve çirkin kedi maskotunun yanından geçerken, Kızılay meydanında sola dönmenin yasak oluşunun trafiğe katkısızlığına takılırken, Çankaya’da kırık kaldırımların arasına sıkışan topuğunuzu kurtarıp ulus meydanında konuşan piyango bayisinin aylık cirosuna takılırken, özel belediye otobüsünde biletinizi vermeyip para üstüyle avuç içinizi dövercesine iten muavinden inatla biletinizi istemekle istememek arasında gidip gelirken, 600 metrelik yokuşu metroyla mı, kısa mesafeyle mağdur olduğundan suratını devirecek şoförüne rağmen taksiyle mi, yürüyerek mi gitmenin doğru olacağını düşünürken,  karşı tarafın geç kaldığı karanfil buluşmasında, dost kitabevinde reçine kokusunu içinize çekerek mi yoksa pasaj çarşılarında avans “hoşgeldiniz”lere utana sıkıla baş sallayıp yürüyerek mi  vakit geçireceğinize karar vermeye çalışırken aklınıza ilk geleni yapmak, aklınıza bir şey gelmiyorsa hiçbir şey yapmadan olduğunuz yerde dikilerek beklemek bir nevi kuraldır. Şimdi ben bu kadının ne yaptığını nasıl da merak ediyorsam da susuyorum ya,  birkaç dakika sürecek çünkü ben Ankara’nın yordamına ayak uydurmuş bile değilim. Kaldı ki kadının da tuhaf olduğu gerçeğini gerekirse gözüne sokarak kendimi savunmak pahasına soruyorum,
Kulağına eğilmeden muhtemelen;
“Şu anda kimi izliyorsunuz peki?”
“Sinema bulunduğu yerde olma amacını saklayamayanlarla doludur. Sokaklarda ayırt edemiyorum. Restoranlarda ya da barlarda saklamakta  da ustalar. Bir yandan bulunmak istiyor, bir yandan onlara ulaşmanın yolu olmasın istiyorlar.”
“Kitapçılarda ya?”
Gülüyor. Biraz sesli gülse de kimse umursamıyor.
“En çok da orada saklanıyorlar. ”
“Bulunduğu yerde olma amacını saklamayanların nesini not ediyorsunuz?”
“İhtimallerini. Olmak istedikleri yerde olma ihtimallerini.”
Arkadaşım dirseğimi dürtüyor. İlgilenemem, çok meşgulüm
Film öyle sessiz ki, kadının benimle gülümseyerek defterine düştüğü yeni – kısa notun hışırtısını duyabiliyorum.
“Benimkini görebiliyor musunuz? Benim ihtimalimi mi yazıyorsunuz? Kitap için mi? Yazar falan mısınız siz? Bir proje gibisinden mi yoksa? Pardon? Afedersiniz? Pardon? Ya benimki? “
Yanıt vermiyor. Arkadaşım dizime asabiyetle dokunup
“Bir rahat durmadın” bakışı atıp çeviriyor başını.
Başımı sallayıp soluma dönünce yanımdaki koltuğun boşalmış olduğunu fark ediyorum.Hangi ara gitti bilemiyorum. Belki arka koltuğa geçti belki iki sıra önde başka bir izleyiciyi not ediyor, bilemiyorum.  Benden ne sebeple böyle kolay vazgeçtiğini anlamıyorum. Bunu niye yaptığını öğrenmeyi çok istiyorum, en ufak fikir vermeden yok oluşuna bozuluyorum. İma ettiklerine bozuluyorum. Onca insan arasında beni seçmiş oluşuna bozuluyorum.  Bunca bozulunca bir sigara molası şart oluyor. Filmin başını da kaçırdım zaten. Hiç mesele değil.
Salondan çıkarken arkadaşımın arkamdan üç beş saniyelik bakışını hissederken çantamdan paketi çıkarıyorum. Salonun dışına çıkıyorum. Yağmur hala yağıyor. Çantamdaki kalabalıktan bir minicik çakmak çıkarmanın imkansızlığıyla savaşırken iki avucun siper olduğu ateş bitiyor ağzımdaki sigaranın ucunda. Sinemaya girerken gözümün takıldığı adama varıyor çakmağı takip edince. Dudak aramdan teşekkür edip yakıyorum. Çakmağını soktuğunun siyah bir kadın çantası olduğunu fark edince tanıyorum üzerindeki sade deri mont ve kısa saçları ve benimki gibi yüzüne düşürdüğü kapüşonun arasında pırıldayan gözlüklerin kime ait olduğunu.
Soru işaretine kavuşmuş cümlemi bir kez daha kaçıp gitmeden tamamlamak üzere
“Sinemaya girerken görmüştüm sizi” diyorum
“Hayır. Beni aslında sinemada yanınızda otururken gördünüz.  Ama yine de en baştan başlamak istiyorsunuz.”
Haklı olduğum bir girizgâhla sorularımı sürdürme hevesimi kursağımda bırakıyor. Kurduğu çoğu cümlenin sonunda susmak zorunda bırakıyor muhatabını. Ankara’da yaşıyorsanız şu mevsimde açık havada sigara içmenin en sinir bozan yanı, dumanın siz çekmeden ağzınızın içine dolup hevesinizi kaçırması üstelik.

“İhtimalleriniz türlü türlüdür muhakkak. Sormuştunuz. İnsan sarrafı değilim. Not almamın hatrı sayılır bir amacı da yok üstelik. Bulunduğu yerde olma sebeplerini kendine açıklamayan biriyim ben de ve bir anlık da olsa kendime benzettiklerimin ihtimallerini hafta sonu bu sinemada not edip hafta içi ofisimde, orada bulunma amacımı ya da amaçsızlığımı sorgularken okuyup kendimi bir parça iyi hissederim.  Yaptığımın sizinle özel bir ilgisi yok, bana mekanla olan savaşımı hatırlatan hemen herkes ve her şeyle ilgisi var.”
Çantasını omzuna sanki zaten orada değilmişcesine yerleştirip kapüşonunu sanki kafasında değilmişcesine saçının üzerine yerleştiriyor. Gözlüğünü sanki orada değilmişcesine sabitliyor burun kemiğinin üzerine. Ankara’da bulunduğunuz her metrekareyi terk etmenin bir yordamı var. İstanbul’da elinde bere taşıyanı, İzmir’de çantasının askısını omzundan düşürerek yürüyeni görmek ne kadar olağandır oysa.

“İhtimallerimin türlü türlü olacağınız siz nereden bileceksiniz ki! Tanımıyorsunuz beni! ”
Diye sesleniyorum içimden.
Elleri ceplerinde yağmurda hızla uzaklaşırken  beni susturacak cevap verebilirdi sesimi duyurmayı seçseydim. O ihtimali seçemedim. Film arasına merakla aranarak çıkan arkadaşımın beni bulamayınca aramasına fırsat vermeden bir kısa mesaj atarak, atkımı gözlerime çekip evime dönmeyi tercih ettim.


“ Boynumun ağrısı rahat vermedi, affet. Sıkıldım da hem. Eve gidip uyuyayım dedim. Hıhım; keyifçiyim.. “

2 Aralık 2013 Pazartesi

Neredeyse Aynı




-Çıkarma, dedi
-Öyle gir. Çıkarmadan.

Allah Allah..Nasıl gireyim çıkarmadan? Kapıyı açınca çamaşır suyu vuruyor adamın yüzüne. Nasıl alırsın beni çamurlu ayakkabılarımla eve.  Kurumamış çimentoya kazara basmıştım üstelik.

-Ah, dedi. Ne güzel fikir.
-Ne güzel fikir?dedim. Montumun kolundan çekiştirerek aldı  içeri beni.
Montumu omzumdan sıyıracaktım.

-Çıkarma, dedi.
-Öyle otur işte, çıkarmadan.

Olur mu hiç.  Isınmak için evin ortasında koca bir şehri yakmış gibisin. Yanaklarım buharlaşacak.
Omzumu avucunun içiyle itip oturttu koltuğa. Karşımdaki bordo kadife koltuğa oturdu da. Yüzüme  bakmadan gülümseyerek koltuğun yanındaki komodine uzanıp eski çalar saati aldı kucağına. Çocuğunun yüzünü sever gibi dokundu camına ve kulağını yalandan çeker gibi çevirip kurdu bir zamana saati.

-Neye kurdun saati? Dedim
-Dur, dur, bak ne yapacağım, deyip sıçradı sorumu yanıtsız bırakıp yerinden. Saati kucağıma bırakıp hem.
Yokluğunda geçen iki dakika boyunca kucağımdaki akrebin yelkovandan hızlı dönüşünü hayretler içinde izledim. Odaya avucunda armutla (armut evet) girdiğinde dizlerimde gezinen örümceği atar gibi telaşla atmıştım saati yere. Gülümseyişinden eksiltmeden yere eğilip aldı, şaşırmadan üstelik. Yerine koydu.

-Neye kurdun saati? Dedim
-Bak şimdi.
Dedi.. Armutu koydu sobanın üzerine. “Pişmiş armutu hatırladın mı?”
Hatırladım aslında.Yine de “Yoo…” dedim.
Elimden geldiğince inandırıcı olmak için “neydi o?”
Dedim.
Ben yalan söyleyince onun dili kaşınırdı. Bilirdim. Yutkunup sobanın üzerindeki armutu biraz daha arkaya, sobanın ateşinin kapağı yaladığı yere yerleştirdi özenle.
Oda öyle sıcaktı ki, en azından başımdaki bereden kurtulmaya giriştim.
-Çıkarma..,dedi, öyle otur işte. Çıkarmadan. Saçın üşür.
-Burası çok sıcak, dedim.Saç üşümez, dedim.
-Olsun.. Çıkarmazsan ikimiz de rahat edeceğiz inan bana, dedi.
Yumuşayan armutun mandalina kabuğu kadar keskin olmayan, ondan daha mütevazı, ondan daha nadir, ondan daha az tecrübe edilecek kokusu yayılmaya başladı odaya. Tadını hatırladığım bir koku.

-Peki, anlat bakalım ..dedi..Neler yaptın?
-Neler yaptım? Hiç..
-Ben de hiç. Dedi.

Oysa zamanı saçlarındaki beyazları saymama yetirmeyecek kadar hızlı dönüyordu akrep. Gözümün takıldığını fark edip
-Sen gitmek istediğin an çalacak. Sakın merak etme, dedi
-Etmiyorum ki hiç, dedim. Çamurlu ayakkabılarımı halıdan utanarak çekince, topuklarım kadife koltuğun püsküllerine dokundu. Sanırım kirlettim.
-Olsun, dedi. Bak bunu dert etmemelisin. Çok çabuk kirleniyor her şey. Öyle alışkınım ki. Temizlemek hoşuma gidiyor. Ben bu şekilde var oluyorum. Senin kirlettiğini temizleyerek...
Armutu ters yüz etti. Yüzümü astım . O hala gülümsüyorken. Bir saniye olsun göz göze gelmiş değilken.

Terleyen alnımı rahatlatmak için beremi başımın arkasına ittim biraz.
-Buraya nasıl geldiğim hakkında en ufak fikrim yok biliyor musun? dedim.
-Bilmez olur muyum? dedi.
Kalkıp kalkmayacağımı kontrol için çalar saate kaçamak baktığını yakaladım.
-İstediğinde burada olursun. Ne zaman istediğini bilemezsin. İstediğinde fark edemezsin. Böyledir bu.
Dedi.
-Tadına bakabilir miyim?
-Ah, tabii! Dedi. Öyle neşelenmişti ki bir an gözlerimin içine baktığına yemin edebilirim. Yanılmış da olabilirim.
Armutu avucunun içine alıp iki eli arasında küçük küçük zıplatıp soğutarak geldi yanıma.
-Sıcak ama. Dikkat et
Ağzıma götürüp üflemeden, soğutmadan ısırdım. Ağzımın içine ikimizin de kokusu yayıldı. Öyle bir koku ama, ikimizin de zamanına ait değil. Ne onun telaşlı akrebine, ne benim durulmuş yelkovanıma.
Uzun uzun çiğnerken ben, yavaşça karşımdaki koltuğa oturup izledi beni. Eğer gözlerimi avuçlarımdan ayırıp yüzüne baksaydım, eminim göz göze gelecektik.
-Daha sık gelmelisin.
-Çok istiyorum. Ama şu halde öyle rahatsızım ki, dedim. Elimi yüzüme uzattım, çıkaracaktım ki

-Çıkarma!! Dedi. Bu kez biraz yüksek sesle. Kalsın öyle!
-Ama ..dedim. Beni böyle görmelisin. Bu şekilde iki ayrı insan gibiyiz.
-İki ayrı insan olduğumuzdandır
Dedi.
-Değiliz! Bu kez benim sesimdi yükselen
-Öyleyiz.
Çalar saat bir yandan bağırıp, bir yandan komodinin üzerinde tepinmeye başladı.
-Ama ..dedim. Biz aynıyız. Bunu çıkarsam yüzümden aynıyız işte. Çıkarken takarım söz yine.
-Sen yüzündeki maskesiz de ben değilsin. Sen onu çıkarırsan ben ne olacağım hem? Kim olacağım?
-Yaşlanmışsın…
Dedim.
Canını acıtmak istediğimden.
-Sen hala çok gençsin, dedi. Çıkarma maskeni. Ve gitsen artık keşke.
Armutu çalar saatin yanına koyup gücenerek kalktım yerimden.
Alnımdaki teri koluma silip kapıya yürüdüm. Arkamdan geldiyse ardımda kalmak isteyerek. Kapıya ulaştığımda tam yanımda olmamaya gayret ederek.
-Bu kez gerçekten  incittin beni.
-Sen de hep beni. dedi.
-Ben ne yaptım sana? İnsan ne yapabilir kendine en fazla? Ne kadar incitebilir ki kendini?

Saçımın alnıma düşen ıslak tutamını beremin içine sokuştururken, çaktırmadan gözümün yaşını sildim maskemin üzerinden.
-Ne zaman istersen gel. Ben daima buradayım tahmin edersin. Yeter ki geldiğinde çıkarmaya kalkışma şu maskeyi.  Sen maskeni çıkardığında bana gerek kalmayacak.  Bunu bana yapmamanı dilerim.

Kapının eşiğinden bir adım atınca ben, göz göze geldik. İki aynı çift göz. Neredeyse aynı iki çift göz. Benden daha hızlı yaşlanmışsa da, gözlerinin feri benimkinden daha genç neredeyse aynı iki çift göz.
-Armutu bitirseydim bari.
Dedim.
Seneler sonra yeniden tattığına dua etmelisin, diyerek tuttu kapıyı. Yüzü nasıl da aynıydı benimkiyle öyle..
Biraz daha hızlı yaşlanmış. Biraz daha ağır eksilmiş ama neredeyse başka bir zamanda, kendine benden daha çok sahip çıkmış.


Kapının dışında kaldığımda içeride bir şarkı çalmaya başladı. Eşikteki tozlu paspasa oturup başımı kapıya dayayarak, şarkıyı sonuna dek dinledikten sonra gittim. Nereye gittiğim hakkında en ufak fikrim yok. 















15 Kasım 2013 Cuma

Beyaz Sabun Kokuyor





Şilan söyledi bugün. Ablası yırtıp atıyor verilen kartları. Numaranı veremiyorsun Şilan'a. O da sana veremiyor.

Kısa vicdan yolculuklarımızda kendimizce sözüm ona daha çok insan oluyoruz bazen hani. Bir çocuğun eline iki kuruş sıkıştırınca, yanağını sevince, hal hatır sorunca... Hatrı sayılır şiddette bir egosal mastürbasyon bu, en eğreti haliyle kabullenmek lazım önce. Hepimiz tecrübe ettik muhakkak zaman zaman. Kendi dünyasının öznel nazarında kaybedenleri bayılır daha esaslı kaybedene kurtarıcı rolüne soyunmayı. Açıkçası, ne bir başkasına aksini iddiaya, ne kendime inkara niyetim ve halim yok.

Bir tepsiyi alıp çıkıyoruz üst kata. Bu Şilan'ın ricası. Şilanın güzel saçları ve gözleriyle birlikte çıkıyoruz.
Şilan ömrümce olamadığım kadar neşeli bir çocuk. Dans ederek geçiyor tepsiyi tutan kollarımın altından merdivenleri.
Koşuyor"nereye abla?" diyor, "pencere kenarına tabi" diyorum. Oturuyor.
Tepsiyi onun önüne koyuyorum, iki kaşık var tepside, birini uzatıp ısrar ediyor beraber yiyelim diye kumpiri.
Hiç kırasım yok.


Şilan ilk kaşığı ağzına götürürken, abla diyor, orta yerden, benim arkadaşımın evinde sadece kilim var. Bunu söylerken ses tonuyla senkronize daralan dudakları ardısıra sırra koşuyor. Şilan'a onu sordukça ben, o bana arkadaşına ne kadar  üzüldüğünü anlatıyor sorularımı pek duymamış gibi. Ama zorlayarak aldığım cevaplar elverdiğince anladığım şu ki, Şilan Mardin'li, 8 kardeşten biri, 8 senedir Ankara'da yaşıyor. Okuyor ve çalışıyor. Çalışıyor ve okuyor ya da.


Haftasonu gece 3'te, haftaiçi 11'de biniyor otobüse eve dönmek için ancak
çoktan keşfetmiş ki evinde yatağı dahi olmayanlar var. Çok tuhaf. İşin başka tuhaf yanı şu ki, Şilan en seveceninden ancak bir o kadar aklı başında. Yani, tesadüf olma ihtimali varsa da, bir belli sebepten olduğunu tahmin ettiğim üzere, ona annesini sordukça bana başka şeyler anlatıyor. Sorduğum her şeye yeterince açık cevaplar verirken annesinden tek kelime etmiyor.

Dışkapı'da kalıyor ve okuyor. Ona ve kuzenine okul çantası almamı istiyor. "Kumpirin üzerine kola içince
ağzım acıyor" deyip kumpiri önüme itiyor. Saçımı çekiştirip dudağının üstüne bıyık yapıp kahkaha atıyor. Elimden telefonu kapıp fotoğraf çekiyor ya da bana sokulup poz veriyor.

Öğretmeninin onu ve bahsini ettiği daha zor şartlarda yaşayan arkadaşını sık sık dövdüğünü de. "Sadece bizi dövüyor"diyor. Ama Şilan belli sorulara kesinlikle cevap vermiyor...Cevapladığı pek çok soruda gözlerimiz buluşmuyor da, sorma sırası ona gelince kocaman gözlerini gözlerinizin içine atıp bekliyor.



Şilan söyledi bugün... Ablası yırtıyor verilen kartları. Numaranı veremezsin Şilan'a, o hiç vermez zaten.
Ablası güvenmiyor kimsenin samimiyetine. Öğrenmiş ki bir bar çıkışı herkes kendini yeterince insan
sanacak kadar sarhoştur. Muhtemelen ben de öyleyim ..Biz sohbet edip kumpiri kaşıklarken,geldi diyor,
16 yaşında çekik gözlü güzel sarışın bir kız gergin bir ifadeyle yüzüme bakmadan çekiyor yanımdaki
sandalyeyi."Ablam"diyor Şilan. İlk beş dakika ablası sorduğum hemen hiçbir şeye cevap vermiyor, belli ki
Şilan'ı alıp götürmekten başka dileği yok. Ancak çok az sohbet edince, yanağında bolca çil bitmiş
bu güzel, sarışın kızın gözlerini gölgede bırakan gülümseyişini keşfediyorum.Arada kol çantasından
ev ödevini çıkarıp yersiz vaazıma cevaben, "çalışırken bile ödevimi yapıyorum zaten abla diyor."

Şilan ayrılmadan önce sıkıca sarılıyor belime. Kolumu aşağı çekip yanağımdan öpüyor, yanağından öptürüyor.
Onu yan masaya çekip kulağına eğiliyorum, bir şeyler söylüyorum.
Ablasına dönüp numaramı yazdığı kağıdı yırtmamasını rica ediyorum, gülümsüyor.

Oysa kesinlikle vaadi kıymetli sayılacak bir halt değilim. Hiç olmadım ömrümce. Ama saat 2.30 ve Şilan henüz otobüse binmiş evine yol alıyor değil. Ben evimdeyim. Rahatsız ediyor bu derinden.. En çok da bu yüzden acıma hissimiz alınmadan insan olamazmışız gibime geliyor.

Zira acıma hissini lütufla karıştıracak kadar cahilim çoğu gibi muhtemelen.

Şilan'ın tırnaklarında mantar var, arada işaret parmağına bakıp "aa geçmiş şuradaki"diyor. Şilan'a sarıldığımda
mis gibi beyaz sabun kokuyor oysa diğer yandan. Üzerindeki eski pembe mont griye çalmışsa da çoktan,
sokaktaki tüm insanları tek tek çevirsem duyamayacağım kadar katışıksız kokuyor. Abartmadığıma nasıl ikna ederim bilemiyorum. Gerçekten bilemiyorum. Mühim de değil.

Ayrıca, yanlışım yoksa, bitti gibi. Başlamadı da zaten adamakıllı. Öylesine bir karalama olsun işte..





30 Ekim 2013 Çarşamba

KURTARICI DEĞİL-İZ/MİYİZ ?





-Tanrıyı içimde aradım bir gün.. Buldum da hemen. Konuştum bulmuşken. Baba dedim ona. Benim babam döverdi hep..
Otobüsten 3 durak sonra inip derslerimize koşacağız. Elimdeki falanca kahve firmasının logosunu baş parmağımla severek içindeki soğumuş kuşburnu çayının son yudumunu dikiyorum kafama.

-          Tanrının en güzel yanı şu ki, arar aramaz buluyorsun..
-          Ölen onca masum çocuk?
-          Sonra şöyle oldu birden. Birden değilse de, tanrıyı içime davet edişimin üzerinden iki hafta geçmişken.. Ah….Çocukluğumun önemli kısmının annemi hastanede ziyaret ederek geçtiğinden bahsetmiş miydim?
-          Evet.
-          Tanrıyla 14 yaşımda konuştum ilk. Varsayımın ötesindeydi inan. Gerçekten konuştum..
İki hafta sonra babam yine elini kaldırdığında bana, tuhaf bir şekilde indirdi. Bunu anlatması zor biraz, abarttığımı düşüneceğinden neredeyse eminim ama elini indirirken gözlerime bakıyordu. Ömrümde ilk kez gözlerimin içine ve yine ömrümde ilk kez korkarak.. 14 yaşındaydım. Daha önce defalarca yaptığı üzere tahmin edemeyeceğin kadar acıtabilirdi canımı. Babamın gücü buna yeterdi. Yapamadı. O gün ve o günden sonra bir daha hiç.. Sana annemin hayatının önemli bir kısmının hastanede geçtiğinden bahsetmiş miydim?

İki durak sonra ineceğiz. Derse 10 dakika kaldı. Mika fincanı elimde evirip çevirmeye başladım çoktan, içi boş artık.
-          Soranlara hristiyan olduğumu söyleyemiyorum bu ülkede. Bunu sana anlatıyorum sorduğun için. Güvenilir türden gibisin. Hristiyanım demek bir tür mezhepsel aidiyeti beraberinde getirmek durumunda genelde. Oysa ben 14 yaşıma kadar Ortodoks, 14’ümden sonra hiçbir mezhebe hapsolmadığım bir yerdeyim. İnsanlar katolik olmamı umuyorlar bahsini edince.. Ki kesinlikle değilim..
-          Protestan da değilsin?
-          Aslında en yakın olduğum.. Yine de protesto ettiğim hiçbir şey yok neredeyse.. (Bunu söylerken gülüyor, sanırım kelime oyunundan fazlası değil kastı) O yüzden literatür bu anlamda önümü kapıyor.
-          Anlıyorum.
-          14 yaşımda mezheplerden arınarak inanıyorum tanrıya ve incile. Bunu anlatması zor ancak….
Otobüs son durağa yaklaşıyor. Kıpırdanmaya başlıyorum. Çantamı omzundaki yerine oturtuyorum.
-          Ben tanrıya inanıyorum ancak tanrım çoğu insanınkiyle bir değil
-          Benim tanrım da bana ait. Diyorum
Panikle atılıyor sözcüklerime,
-Yo yo… Kesinlikle öyle bir yerde değilim. Aynı yerde değiliz. İnandığımla kurduğum iletişim, onu bana özel kılan pek çok emare taşıyorsa da, benim tanrım senin durumunda olduğu gibi bana ait değil. Ona kendini gerçekten açan herkese ait.
-Bana bile mi?
Olabilirdi elbet ama sorguladığın, benimseyemediğin, kendini açamadığın sürece kesinlikle senin tanrın değildir. Mesele şu ki, bir müslümanın tanrısıyla benimki bir de değil.
-Tanrı öyle söylemiyor ama? Bu söylediğin tuhaf biraz..
-Tanrı kendini tanıtmayı sever. Ama öylesi bir tanıtma değil. Ünlü olma aşkı gibi değil. Tanrı kendini “gerçekten” tanıtmayı sever. Tanrı onu tanımanı sever. Sizin kitabınızda kendini tanıtan tanrıyla benim kitabımdaki çok farklı, beni yanlış anlamazsan eğer.
-Ölen onca masum çocuk? Onca aç insan? Bunları anlattı mı sana tanrı hiç?
-Ateist olabilir misin?
-Değilim. Müslümanım. Bildiğin türden bir Müslüman değilsem de öyleyim.
-Müslümanlık inanışıyla çelişen sorular soruyorsun aslında.
-Neyle çeliştiğimden emin değilim. Beni geçelim mi? Mucizeler diyordun.
-Öyle yoksulduk ki, ben  10 yaşımdan 14 yaşıma kadar annemle aynı ayakkabıyı dönüşümlü giydim. Ayaklarımın içinde yüzdüğü ayakkabılarla oynadım sokakta.. Küçümsenecek bir yetenek değil bu, seni temin ederim.. Paylaştığımız o koca ayakkabı da kullanılır olmaktan çıkmıştı çoktan. Tanrıyı içime alıp onunla konuşmaya başladıktan sonra, ona “baba” diye hitap etmeye başladığım sıralarda, “baba, dedim…ayakkabı alır mısın bana? Benim ayakkabım yok.”
Son durağa varmak üzere ayaklanıyoruz. Dilimdeki kuşburnu tadını yutkunarak tekrarlıyorum. Kulaklarımın onda olduğundan emin sürdürüyor:
“İnanmayacaksındır. Ama inanmasan da anlatacağım şu ki, bu duadan iki gün sonra, sokağımızdaki belediye binasının önündeki basamaklara oturduğum bir an, bir yabancı adam geldi ve elindeki bir çift ayakkabıyı uzattı bana. Ayakkabılar benim ayak numaramdaydılar ve hiç kullanılmamış olduklarına yemin edebilirdim. Parlak ve güzel..Parlak ve renkli… Ayakkabıları bana uzatıp, bunları kullanmıyorum, alın lütfen siz, dedi.
Elime tutuşturdu. Ayakkabılara bakakaldığımda geçen kısa sürede çekip gitmişti. Buna inanmıyor olabilirsin ama hayatımdaki mucizelerden sadece biriydi. Devamı daima geldi. İki çocuğum ve aşık olduğum adamla çok güzel bir işim var. 14 yaşına kadar üç kez ölümden dönmüş birinin göreceği düş kadar iyi bir hayatım var. Bunu tanrıyla konuşmaya başladığım güne borçluyum. Biliyorum ki bana yardımcı olmak, beni sevmek ve kollamayı seviyor.. Hepimizi seviyor…
Savaşlar…Tecavüz… Çocuk işçiler.. Açlık sınırı..Asimilasyon… Çocuk gelinler… Kadın… Modern kölelik…Kafamın içinde vızıldayıp duruyor ezberimdeki klişeler, kaldırımda koşturuyoruz otobüsten inmiş..
-          İlahi adalete inanıyor musun peki? Diyorum.
-          İlahi adalet kimi için acı çekmekten geçen uzun bir patikanın sonunda görünür olabilir ancak. Tanrı, kusursuz bir baba olmakla,
İşini iyi yapan bir yargıç olmak arasında kalır bazen. Kimi zaman başka insanların günahlarının bedelini masumlar öder yazık ki.. Ancak neyin bedelini neden ödüyor olduğumuzu ve bunun sonucunda –çoğu teolojik kriterce masum olanlar için şu sözüm- bilecek kadar vakıf değiliz tanrının ilmine..
-Kurtarıcıdan bahsettiğini hatırlıyorum.. Kimini vakıf olmadığımızı iddia ettiğin türlü sebepten kurtarmayı tercih etmemiş şu durumda tanrı? Tanrın?
-Siz kurban bayramlarında kurban sunarsınız tanrınıza, bizim tanrımız İsa’nın bedeninde Adem ve Havva’nın günahının bedelini insanlığa ödetmemek, insanlığı affetmek için kendini kurban etmiştir.. Hepimiz onun sayesinde günahsız geliriz dünyaya. Sonrası ise  bireysel günahlarımız için bizi bağışlamaya daima istekli olduğu bir ömürden ibarettir. Oysa bazımız öyle büyük günahları korkusuzca işleriz ki, bunların bedelini masumlara ödetiriz..Tövbe etmekten uzak dillerin günahı muhakkak bir başka canlının ömrüne musallat olur..
-Masumlar tanrıyla konuşamıyor mu? Konuşuyorlarsa neden mucizeler çoğu için işleyemiyor?
Binanın kapısından giriyoruz. Derse  iki dakika var.
-Mucizeleri görmek için, bakman gerekir.. Tanrıya kalbini açmak için nefes alman gerekir. Mesele şu ki, herkes bakabilecek takati bulamaz bazen. Acı çekmeye de büyük anlamlar yüklüyoruz belki. Ben de öyle yaptım uzunca zaman. . Ancak “acı” nın da anlatmak istediği var muhakkak..
-O ayakkabıları çok istedin.. Babanın eli kalkmasın istedin. Acıyı sevmedin. Kimse sevmez.
-Acıyı kimse sevmez ancak herkes tanrısıyla konuşabildiği kadar evirebilir şartlarını.
-Herkes öncelikle kendini umarsamalı ‘ya çıkıyor sözlerin.
-Sana 14 yaşımdan beri hiç yalan söyleyemediğimden bahsetmiş miydim? Yapmadıysam tam yeri: evet.. Kurtarıcı biz değiliz. Kendin dahi bunca günahkarken insanları kurtarmayı umamazsın Görkem. Bu gerçekten hiç mümkün değil.. Beni yanlış anlama ama hiç değil…


Koridorda ayrılmadan önceki son cümlesi bu. Sonrası ders..İş……

14 Ekim 2013 Pazartesi

Aklımdan bir kırmızı tutarım





Satranç tahtasında mahallenin delisidir at..Nizamlı manevradan yaka silken, mütevazılığı burun farkıyla inadına yenilmiş taş..Aklıma getirdikleri var..

Misafirliğe gelen komşu kızını annesi elinden tutup yanıma, halının üzerine attığında plastik yapboz parçacıklarıyla manavcılık oynuyordum sessizce kendimle. Sarılar limon. Yeşiller maydanoz. Kırmızıları bilirsiniz..Bol pantolonun ceplerine ellerini büyük oyuna açılan kadife perde gururuyla soktuğunda neler bekliyordum kim bilir.. Ceplerinde bir süre gezinen ellerini çıkarınca onlarca (yüzlerce değil belki ama kesinlikle bolca onlarca) düğme saçıldı halıya. Rengarenk onlarca düğme..Cebine nasıl sığdığını anlayamadığım, nereden gelip hangi hevesle oraya girdiklerine akıl erdiremediğim. Çok kısa vaktimi aldı yadırgamak, sonra neden bilmiyorum tam da alışmışken bu tuhaf oyuncaklara, elimi uzatınca yine aynı kibirle avuçlayıp sokuşturup ceplerine, kalktı halının üzerinden... Sarılardan limon yapacaktık oysa tam, yeşillerden maydanoz, ve kırmızıları bilirsiniz..

Köy lojmanında yan yana evimiz, tuhaf bir başka arkadaşım çağırmıştı evine. İkimiz de severdik bebekleri. Bebeği yoktu ikimizin de. O ağbisinin arabasıyla, ben anaokulundaki tahta mavi yapbozlarla. Eve girip, masanın ayakları altına oturunca renk renk minik metal arabaları dizdi önümüze özenle. Arabalarla nasıl oynanacağına dair en ufak fikrim yoktu ama istersek sarılar limon olabilirdi, yeşiller maydanoz, kırmızıları bilirsiniz. Tam elimi uzatıyorken itti kolumu.Çocukluğun o popüler repliğiyle.. "Git evimizden.." Koşarak gittim muhtemelen...

Satranç tahtasında mahallenin delisidir at. Deliliğinden hesap sorulan görmedim hiç. Çılgınlık delilik sınırına dayanmadıkça kurcalayıp dururlar oysa..Apartman çıkışında önümü kesip ceplerimi boşaltan komşu çocukları sonra.. Deli damgası yemiş olmanın, suçu meşruluğa ittiği gerçeğini daha o yaşta keşfeden. Küçük sayı fasulyeleri vardı ceplerimde ve birkaç kıymeti az bozukluk... Sarı fasulyeler limon, yeşiller maydanoz, kırmızıları ezberlediniz. Ah, bozukluklarla muhtemelen sakız..

Ne zaman alıkonsa elimi uzattığım, çalınsa cebimden sakındığım  muhakkak içerleyerek, ama her nasılsa gülümseyerek anımsarım. Varsa sarılar, yeşiller ve en kıymetli kırmızılar..Renkli düğmeler, metal arabalar, plastik fasulyeler.. Alıkonmasaydı derim yani, limonlar yapardık onlarla, belki maydanoz ve..Ama işte..Aklım elimde kalsalar ne yapacağımı tahmin bile edemediğim kırmızıların merakıyla boşalırken, satranç tahtasından siyah delimserek atımı kapıp kaybetmek pahasına kalkarım. Yesin birbirini diye, kibirli şah, yalancı vezirler ve ketumluğuna kurban olacak kulağı şefkatle sevilesi filler..

Aklımdan bir kırmızı tutarım sonra. Bırakamam, kalır orada öyle...




















4 Ekim 2013 Cuma

Hoşgeldin



Üzerinden kentler geçmiş toprak gibi yüzü seçilebilir değil bir vakittir..Terminalden çıkışından bu yana geçen bir garip vakittir..Bir köşesinden aşağı salınıyor bedeni, köküne inatla tutunan parmak uçları kalmış ondan geriye seçilebilir.Her seferinde yarısı yerin altında, her seferinde diğer yarısı kayıp.


İyi ki diyor kendine ışıklı tabelaların gölgesinde soluklanıp, iyi ki anlıyorum kapı gıcırtısının dilinden; trenin düdüğünden, toprağın hışırtısından ve akan suyun şırıltısından. İyi ki, çatık kaştan, bükük dudaktan ve solgun yanaktan.. İyi ki yürümek aynı ve koşmak, yutkunmak ve hapşırmak. İyi ki kahkahanın dili aynı, ıslığın ve çığlığın. Şükür edip caddenin bir ucundan diğerine her dilde yürümeye devam ediyor. Soğuktan kızarmış avucunda taşıyarak ikiye katlanmış terli kağıdı, gülümseyerek dinliyor arabaların üst ve alt kimliksiz kornasını, caddenin karşısına ürkerek geçerken.

Üzerinden tufan geçmiş kentler gibi sesi seçilebilir değil bir kısa vakittir. Bir tanıdık yakasından diğer henüz keşfedilmemiş yakasına çapa atıyor zihninin adım attıkça..Tente altında akordeon çalıyor bir Boşnak kızı. Önünde duruyor her dilde. Kalbi iki yana çekilmiş dudaklarında dinliyor. İyi ki diyor çekinerek göz göze gelmenin dili yok. Usulca açılıp göğsünün ortasında birbirine yaklaşan kollarına ve ince-narin uzun parmaklarının bir tuştan diğerine utanarak atlayışına dalıyor, akordeonun üzerine düştükçe başını küçük bir hareketle geriye atıp tuşlardan ayırdığı sarı saç tutamlarına..Şükür diyor, bunu görebilmek için bakmam yetiyor. Genç kızın birkaç adım ötesindeki mavi tabelaya takılıyor gözü, tabela ona konuşmuyor, ona anlatmıyor hiç. Başını önüne eğip geri geri birkaç adım atıp sırtını dönüyor akordeonun anlaşılır sesine. Müzikten uzaklaştıkça susmalarına yakınlaşıyor.

Hava karardığından çoktan, telaşı artıyor. Avucu daha çok üşüyor, avucundaki kağıt parçası daha çok terliyor. Dakikalar geçtikçe her caddenin bir ucundan diğerine geçmek zorlaşıyor, omzuna çarpan her bir omuzdan sessizce ve bir türlü anlaşılamayan bir dilde özür diliyor. Kimse nezaketini takdir etmiyor. Gün boyunca işaret parmağını kaldırıp başını müsaade isteyerek eğip, avucundakini göstermeye çalıştığı onca insandan bir tanesinin dahi yüzüne bakmayışını bir türlü anlayamıyor. Oysa o, her soruşunda, her birinin gözünün bebeğinin en orta yerine bakıyor karşılığını arayan gülümseyişiyle.

İyi ki diyor, gökteki ay tanıdık ve biliyorum yıldızların görünmeseler de orada olduğunu. Gösterişiyle telaşı yarışan bir kavşakta gördüğü trafik polisine yanaşıyor. İyi ki diyor, üniformayı sevmek her dilde mümkün değilken, seçebilmek her dilde mümkün. Yanaşıp bir süre bekliyor. Bölmek istemiyor. Bölmek istemiyor. Sadece yeterince anlaşılmak üzere bekliyor. Fark edilmeyince inadına her dilde dokunuyor omzuna. Her dilde irkilip dönüyor üniformalı genç adam. Her dilde çatarak kaşını bir dilde bir şeyler söylüyor. İyi ki her iklimde aynı soğukluğu soru işaretinin diyor kendi kendine. Avucunu uzatıp kağıdı gösteriyor. Her dilde susarak soruyor. Genç polis, sorarken soğuğa terslenerek terleyen alna bakıyor, yere bakan gözlerinden ziyade. Sağ elini uzatıp yolun karşısındaki dolmuş durağını işaret ediyor parmağıyla, sırtını dönüyor.

Üzerinde kurşun sekmiş çarşaf gibi korkudan kırışarak yürüyor dar ve arka sokaklarında kentin. Ardında bıraktığı dolmuştaki o tanıdık, üşümüş ter ve yatışmış yorgunluk kokusu şimdiden burnunda tütüyorken henüz, gördüğü ilk bakkala atıyor kendini. Ağzını bile açmadan avucundaki yumuşamış, yorulmuş, belki çoktan uyumuş kağıdı tezgahın ardındaki yaşlı adama uzatıyor. Adam her dilde merak ederek alıyor kağıdı eline,
B'xêr Hatî, diyor.

Tezgahın ardında tanıdık dilde fokurdayan demlikten bir ince bardağa ve buyur edişe dökülen çayı, bilindik bir dilde höpürdeterek içip yol alıyor adresteki eve. İki sokak ötedeki sıvası yaşlanmış eve. Mavi demir kapı gıcırdayarak açıldığında ne'ce olduğuna kafa yormaksızın kucaklıyor karşısına hasretle çıkan göğsü. Üzerinde Kenger biten toprak kokusundan doğma huzur yürüyor göz kapaklarına..İyi ki'den medet ummayacak kadar bilindik kokan çarşaflara sarılıp, yarını bir gecelik unutup, esasen her dilde, ama en çok da kendi dilinde, uyuyor...