2 Aralık 2013 Pazartesi

Neredeyse Aynı




-Çıkarma, dedi
-Öyle gir. Çıkarmadan.

Allah Allah..Nasıl gireyim çıkarmadan? Kapıyı açınca çamaşır suyu vuruyor adamın yüzüne. Nasıl alırsın beni çamurlu ayakkabılarımla eve.  Kurumamış çimentoya kazara basmıştım üstelik.

-Ah, dedi. Ne güzel fikir.
-Ne güzel fikir?dedim. Montumun kolundan çekiştirerek aldı  içeri beni.
Montumu omzumdan sıyıracaktım.

-Çıkarma, dedi.
-Öyle otur işte, çıkarmadan.

Olur mu hiç.  Isınmak için evin ortasında koca bir şehri yakmış gibisin. Yanaklarım buharlaşacak.
Omzumu avucunun içiyle itip oturttu koltuğa. Karşımdaki bordo kadife koltuğa oturdu da. Yüzüme  bakmadan gülümseyerek koltuğun yanındaki komodine uzanıp eski çalar saati aldı kucağına. Çocuğunun yüzünü sever gibi dokundu camına ve kulağını yalandan çeker gibi çevirip kurdu bir zamana saati.

-Neye kurdun saati? Dedim
-Dur, dur, bak ne yapacağım, deyip sıçradı sorumu yanıtsız bırakıp yerinden. Saati kucağıma bırakıp hem.
Yokluğunda geçen iki dakika boyunca kucağımdaki akrebin yelkovandan hızlı dönüşünü hayretler içinde izledim. Odaya avucunda armutla (armut evet) girdiğinde dizlerimde gezinen örümceği atar gibi telaşla atmıştım saati yere. Gülümseyişinden eksiltmeden yere eğilip aldı, şaşırmadan üstelik. Yerine koydu.

-Neye kurdun saati? Dedim
-Bak şimdi.
Dedi.. Armutu koydu sobanın üzerine. “Pişmiş armutu hatırladın mı?”
Hatırladım aslında.Yine de “Yoo…” dedim.
Elimden geldiğince inandırıcı olmak için “neydi o?”
Dedim.
Ben yalan söyleyince onun dili kaşınırdı. Bilirdim. Yutkunup sobanın üzerindeki armutu biraz daha arkaya, sobanın ateşinin kapağı yaladığı yere yerleştirdi özenle.
Oda öyle sıcaktı ki, en azından başımdaki bereden kurtulmaya giriştim.
-Çıkarma..,dedi, öyle otur işte. Çıkarmadan. Saçın üşür.
-Burası çok sıcak, dedim.Saç üşümez, dedim.
-Olsun.. Çıkarmazsan ikimiz de rahat edeceğiz inan bana, dedi.
Yumuşayan armutun mandalina kabuğu kadar keskin olmayan, ondan daha mütevazı, ondan daha nadir, ondan daha az tecrübe edilecek kokusu yayılmaya başladı odaya. Tadını hatırladığım bir koku.

-Peki, anlat bakalım ..dedi..Neler yaptın?
-Neler yaptım? Hiç..
-Ben de hiç. Dedi.

Oysa zamanı saçlarındaki beyazları saymama yetirmeyecek kadar hızlı dönüyordu akrep. Gözümün takıldığını fark edip
-Sen gitmek istediğin an çalacak. Sakın merak etme, dedi
-Etmiyorum ki hiç, dedim. Çamurlu ayakkabılarımı halıdan utanarak çekince, topuklarım kadife koltuğun püsküllerine dokundu. Sanırım kirlettim.
-Olsun, dedi. Bak bunu dert etmemelisin. Çok çabuk kirleniyor her şey. Öyle alışkınım ki. Temizlemek hoşuma gidiyor. Ben bu şekilde var oluyorum. Senin kirlettiğini temizleyerek...
Armutu ters yüz etti. Yüzümü astım . O hala gülümsüyorken. Bir saniye olsun göz göze gelmiş değilken.

Terleyen alnımı rahatlatmak için beremi başımın arkasına ittim biraz.
-Buraya nasıl geldiğim hakkında en ufak fikrim yok biliyor musun? dedim.
-Bilmez olur muyum? dedi.
Kalkıp kalkmayacağımı kontrol için çalar saate kaçamak baktığını yakaladım.
-İstediğinde burada olursun. Ne zaman istediğini bilemezsin. İstediğinde fark edemezsin. Böyledir bu.
Dedi.
-Tadına bakabilir miyim?
-Ah, tabii! Dedi. Öyle neşelenmişti ki bir an gözlerimin içine baktığına yemin edebilirim. Yanılmış da olabilirim.
Armutu avucunun içine alıp iki eli arasında küçük küçük zıplatıp soğutarak geldi yanıma.
-Sıcak ama. Dikkat et
Ağzıma götürüp üflemeden, soğutmadan ısırdım. Ağzımın içine ikimizin de kokusu yayıldı. Öyle bir koku ama, ikimizin de zamanına ait değil. Ne onun telaşlı akrebine, ne benim durulmuş yelkovanıma.
Uzun uzun çiğnerken ben, yavaşça karşımdaki koltuğa oturup izledi beni. Eğer gözlerimi avuçlarımdan ayırıp yüzüne baksaydım, eminim göz göze gelecektik.
-Daha sık gelmelisin.
-Çok istiyorum. Ama şu halde öyle rahatsızım ki, dedim. Elimi yüzüme uzattım, çıkaracaktım ki

-Çıkarma!! Dedi. Bu kez biraz yüksek sesle. Kalsın öyle!
-Ama ..dedim. Beni böyle görmelisin. Bu şekilde iki ayrı insan gibiyiz.
-İki ayrı insan olduğumuzdandır
Dedi.
-Değiliz! Bu kez benim sesimdi yükselen
-Öyleyiz.
Çalar saat bir yandan bağırıp, bir yandan komodinin üzerinde tepinmeye başladı.
-Ama ..dedim. Biz aynıyız. Bunu çıkarsam yüzümden aynıyız işte. Çıkarken takarım söz yine.
-Sen yüzündeki maskesiz de ben değilsin. Sen onu çıkarırsan ben ne olacağım hem? Kim olacağım?
-Yaşlanmışsın…
Dedim.
Canını acıtmak istediğimden.
-Sen hala çok gençsin, dedi. Çıkarma maskeni. Ve gitsen artık keşke.
Armutu çalar saatin yanına koyup gücenerek kalktım yerimden.
Alnımdaki teri koluma silip kapıya yürüdüm. Arkamdan geldiyse ardımda kalmak isteyerek. Kapıya ulaştığımda tam yanımda olmamaya gayret ederek.
-Bu kez gerçekten  incittin beni.
-Sen de hep beni. dedi.
-Ben ne yaptım sana? İnsan ne yapabilir kendine en fazla? Ne kadar incitebilir ki kendini?

Saçımın alnıma düşen ıslak tutamını beremin içine sokuştururken, çaktırmadan gözümün yaşını sildim maskemin üzerinden.
-Ne zaman istersen gel. Ben daima buradayım tahmin edersin. Yeter ki geldiğinde çıkarmaya kalkışma şu maskeyi.  Sen maskeni çıkardığında bana gerek kalmayacak.  Bunu bana yapmamanı dilerim.

Kapının eşiğinden bir adım atınca ben, göz göze geldik. İki aynı çift göz. Neredeyse aynı iki çift göz. Benden daha hızlı yaşlanmışsa da, gözlerinin feri benimkinden daha genç neredeyse aynı iki çift göz.
-Armutu bitirseydim bari.
Dedim.
Seneler sonra yeniden tattığına dua etmelisin, diyerek tuttu kapıyı. Yüzü nasıl da aynıydı benimkiyle öyle..
Biraz daha hızlı yaşlanmış. Biraz daha ağır eksilmiş ama neredeyse başka bir zamanda, kendine benden daha çok sahip çıkmış.


Kapının dışında kaldığımda içeride bir şarkı çalmaya başladı. Eşikteki tozlu paspasa oturup başımı kapıya dayayarak, şarkıyı sonuna dek dinledikten sonra gittim. Nereye gittiğim hakkında en ufak fikrim yok. 















15 Kasım 2013 Cuma

Beyaz Sabun Kokuyor





Şilan söyledi bugün. Ablası yırtıp atıyor verilen kartları. Numaranı veremiyorsun Şilan'a. O da sana veremiyor.

Kısa vicdan yolculuklarımızda kendimizce sözüm ona daha çok insan oluyoruz bazen hani. Bir çocuğun eline iki kuruş sıkıştırınca, yanağını sevince, hal hatır sorunca... Hatrı sayılır şiddette bir egosal mastürbasyon bu, en eğreti haliyle kabullenmek lazım önce. Hepimiz tecrübe ettik muhakkak zaman zaman. Kendi dünyasının öznel nazarında kaybedenleri bayılır daha esaslı kaybedene kurtarıcı rolüne soyunmayı. Açıkçası, ne bir başkasına aksini iddiaya, ne kendime inkara niyetim ve halim yok.

Bir tepsiyi alıp çıkıyoruz üst kata. Bu Şilan'ın ricası. Şilanın güzel saçları ve gözleriyle birlikte çıkıyoruz.
Şilan ömrümce olamadığım kadar neşeli bir çocuk. Dans ederek geçiyor tepsiyi tutan kollarımın altından merdivenleri.
Koşuyor"nereye abla?" diyor, "pencere kenarına tabi" diyorum. Oturuyor.
Tepsiyi onun önüne koyuyorum, iki kaşık var tepside, birini uzatıp ısrar ediyor beraber yiyelim diye kumpiri.
Hiç kırasım yok.


Şilan ilk kaşığı ağzına götürürken, abla diyor, orta yerden, benim arkadaşımın evinde sadece kilim var. Bunu söylerken ses tonuyla senkronize daralan dudakları ardısıra sırra koşuyor. Şilan'a onu sordukça ben, o bana arkadaşına ne kadar  üzüldüğünü anlatıyor sorularımı pek duymamış gibi. Ama zorlayarak aldığım cevaplar elverdiğince anladığım şu ki, Şilan Mardin'li, 8 kardeşten biri, 8 senedir Ankara'da yaşıyor. Okuyor ve çalışıyor. Çalışıyor ve okuyor ya da.


Haftasonu gece 3'te, haftaiçi 11'de biniyor otobüse eve dönmek için ancak
çoktan keşfetmiş ki evinde yatağı dahi olmayanlar var. Çok tuhaf. İşin başka tuhaf yanı şu ki, Şilan en seveceninden ancak bir o kadar aklı başında. Yani, tesadüf olma ihtimali varsa da, bir belli sebepten olduğunu tahmin ettiğim üzere, ona annesini sordukça bana başka şeyler anlatıyor. Sorduğum her şeye yeterince açık cevaplar verirken annesinden tek kelime etmiyor.

Dışkapı'da kalıyor ve okuyor. Ona ve kuzenine okul çantası almamı istiyor. "Kumpirin üzerine kola içince
ağzım acıyor" deyip kumpiri önüme itiyor. Saçımı çekiştirip dudağının üstüne bıyık yapıp kahkaha atıyor. Elimden telefonu kapıp fotoğraf çekiyor ya da bana sokulup poz veriyor.

Öğretmeninin onu ve bahsini ettiği daha zor şartlarda yaşayan arkadaşını sık sık dövdüğünü de. "Sadece bizi dövüyor"diyor. Ama Şilan belli sorulara kesinlikle cevap vermiyor...Cevapladığı pek çok soruda gözlerimiz buluşmuyor da, sorma sırası ona gelince kocaman gözlerini gözlerinizin içine atıp bekliyor.



Şilan söyledi bugün... Ablası yırtıyor verilen kartları. Numaranı veremezsin Şilan'a, o hiç vermez zaten.
Ablası güvenmiyor kimsenin samimiyetine. Öğrenmiş ki bir bar çıkışı herkes kendini yeterince insan
sanacak kadar sarhoştur. Muhtemelen ben de öyleyim ..Biz sohbet edip kumpiri kaşıklarken,geldi diyor,
16 yaşında çekik gözlü güzel sarışın bir kız gergin bir ifadeyle yüzüme bakmadan çekiyor yanımdaki
sandalyeyi."Ablam"diyor Şilan. İlk beş dakika ablası sorduğum hemen hiçbir şeye cevap vermiyor, belli ki
Şilan'ı alıp götürmekten başka dileği yok. Ancak çok az sohbet edince, yanağında bolca çil bitmiş
bu güzel, sarışın kızın gözlerini gölgede bırakan gülümseyişini keşfediyorum.Arada kol çantasından
ev ödevini çıkarıp yersiz vaazıma cevaben, "çalışırken bile ödevimi yapıyorum zaten abla diyor."

Şilan ayrılmadan önce sıkıca sarılıyor belime. Kolumu aşağı çekip yanağımdan öpüyor, yanağından öptürüyor.
Onu yan masaya çekip kulağına eğiliyorum, bir şeyler söylüyorum.
Ablasına dönüp numaramı yazdığı kağıdı yırtmamasını rica ediyorum, gülümsüyor.

Oysa kesinlikle vaadi kıymetli sayılacak bir halt değilim. Hiç olmadım ömrümce. Ama saat 2.30 ve Şilan henüz otobüse binmiş evine yol alıyor değil. Ben evimdeyim. Rahatsız ediyor bu derinden.. En çok da bu yüzden acıma hissimiz alınmadan insan olamazmışız gibime geliyor.

Zira acıma hissini lütufla karıştıracak kadar cahilim çoğu gibi muhtemelen.

Şilan'ın tırnaklarında mantar var, arada işaret parmağına bakıp "aa geçmiş şuradaki"diyor. Şilan'a sarıldığımda
mis gibi beyaz sabun kokuyor oysa diğer yandan. Üzerindeki eski pembe mont griye çalmışsa da çoktan,
sokaktaki tüm insanları tek tek çevirsem duyamayacağım kadar katışıksız kokuyor. Abartmadığıma nasıl ikna ederim bilemiyorum. Gerçekten bilemiyorum. Mühim de değil.

Ayrıca, yanlışım yoksa, bitti gibi. Başlamadı da zaten adamakıllı. Öylesine bir karalama olsun işte..





30 Ekim 2013 Çarşamba

KURTARICI DEĞİL-İZ/MİYİZ ?





-Tanrıyı içimde aradım bir gün.. Buldum da hemen. Konuştum bulmuşken. Baba dedim ona. Benim babam döverdi hep..
Otobüsten 3 durak sonra inip derslerimize koşacağız. Elimdeki falanca kahve firmasının logosunu baş parmağımla severek içindeki soğumuş kuşburnu çayının son yudumunu dikiyorum kafama.

-          Tanrının en güzel yanı şu ki, arar aramaz buluyorsun..
-          Ölen onca masum çocuk?
-          Sonra şöyle oldu birden. Birden değilse de, tanrıyı içime davet edişimin üzerinden iki hafta geçmişken.. Ah….Çocukluğumun önemli kısmının annemi hastanede ziyaret ederek geçtiğinden bahsetmiş miydim?
-          Evet.
-          Tanrıyla 14 yaşımda konuştum ilk. Varsayımın ötesindeydi inan. Gerçekten konuştum..
İki hafta sonra babam yine elini kaldırdığında bana, tuhaf bir şekilde indirdi. Bunu anlatması zor biraz, abarttığımı düşüneceğinden neredeyse eminim ama elini indirirken gözlerime bakıyordu. Ömrümde ilk kez gözlerimin içine ve yine ömrümde ilk kez korkarak.. 14 yaşındaydım. Daha önce defalarca yaptığı üzere tahmin edemeyeceğin kadar acıtabilirdi canımı. Babamın gücü buna yeterdi. Yapamadı. O gün ve o günden sonra bir daha hiç.. Sana annemin hayatının önemli bir kısmının hastanede geçtiğinden bahsetmiş miydim?

İki durak sonra ineceğiz. Derse 10 dakika kaldı. Mika fincanı elimde evirip çevirmeye başladım çoktan, içi boş artık.
-          Soranlara hristiyan olduğumu söyleyemiyorum bu ülkede. Bunu sana anlatıyorum sorduğun için. Güvenilir türden gibisin. Hristiyanım demek bir tür mezhepsel aidiyeti beraberinde getirmek durumunda genelde. Oysa ben 14 yaşıma kadar Ortodoks, 14’ümden sonra hiçbir mezhebe hapsolmadığım bir yerdeyim. İnsanlar katolik olmamı umuyorlar bahsini edince.. Ki kesinlikle değilim..
-          Protestan da değilsin?
-          Aslında en yakın olduğum.. Yine de protesto ettiğim hiçbir şey yok neredeyse.. (Bunu söylerken gülüyor, sanırım kelime oyunundan fazlası değil kastı) O yüzden literatür bu anlamda önümü kapıyor.
-          Anlıyorum.
-          14 yaşımda mezheplerden arınarak inanıyorum tanrıya ve incile. Bunu anlatması zor ancak….
Otobüs son durağa yaklaşıyor. Kıpırdanmaya başlıyorum. Çantamı omzundaki yerine oturtuyorum.
-          Ben tanrıya inanıyorum ancak tanrım çoğu insanınkiyle bir değil
-          Benim tanrım da bana ait. Diyorum
Panikle atılıyor sözcüklerime,
-Yo yo… Kesinlikle öyle bir yerde değilim. Aynı yerde değiliz. İnandığımla kurduğum iletişim, onu bana özel kılan pek çok emare taşıyorsa da, benim tanrım senin durumunda olduğu gibi bana ait değil. Ona kendini gerçekten açan herkese ait.
-Bana bile mi?
Olabilirdi elbet ama sorguladığın, benimseyemediğin, kendini açamadığın sürece kesinlikle senin tanrın değildir. Mesele şu ki, bir müslümanın tanrısıyla benimki bir de değil.
-Tanrı öyle söylemiyor ama? Bu söylediğin tuhaf biraz..
-Tanrı kendini tanıtmayı sever. Ama öylesi bir tanıtma değil. Ünlü olma aşkı gibi değil. Tanrı kendini “gerçekten” tanıtmayı sever. Tanrı onu tanımanı sever. Sizin kitabınızda kendini tanıtan tanrıyla benim kitabımdaki çok farklı, beni yanlış anlamazsan eğer.
-Ölen onca masum çocuk? Onca aç insan? Bunları anlattı mı sana tanrı hiç?
-Ateist olabilir misin?
-Değilim. Müslümanım. Bildiğin türden bir Müslüman değilsem de öyleyim.
-Müslümanlık inanışıyla çelişen sorular soruyorsun aslında.
-Neyle çeliştiğimden emin değilim. Beni geçelim mi? Mucizeler diyordun.
-Öyle yoksulduk ki, ben  10 yaşımdan 14 yaşıma kadar annemle aynı ayakkabıyı dönüşümlü giydim. Ayaklarımın içinde yüzdüğü ayakkabılarla oynadım sokakta.. Küçümsenecek bir yetenek değil bu, seni temin ederim.. Paylaştığımız o koca ayakkabı da kullanılır olmaktan çıkmıştı çoktan. Tanrıyı içime alıp onunla konuşmaya başladıktan sonra, ona “baba” diye hitap etmeye başladığım sıralarda, “baba, dedim…ayakkabı alır mısın bana? Benim ayakkabım yok.”
Son durağa varmak üzere ayaklanıyoruz. Dilimdeki kuşburnu tadını yutkunarak tekrarlıyorum. Kulaklarımın onda olduğundan emin sürdürüyor:
“İnanmayacaksındır. Ama inanmasan da anlatacağım şu ki, bu duadan iki gün sonra, sokağımızdaki belediye binasının önündeki basamaklara oturduğum bir an, bir yabancı adam geldi ve elindeki bir çift ayakkabıyı uzattı bana. Ayakkabılar benim ayak numaramdaydılar ve hiç kullanılmamış olduklarına yemin edebilirdim. Parlak ve güzel..Parlak ve renkli… Ayakkabıları bana uzatıp, bunları kullanmıyorum, alın lütfen siz, dedi.
Elime tutuşturdu. Ayakkabılara bakakaldığımda geçen kısa sürede çekip gitmişti. Buna inanmıyor olabilirsin ama hayatımdaki mucizelerden sadece biriydi. Devamı daima geldi. İki çocuğum ve aşık olduğum adamla çok güzel bir işim var. 14 yaşına kadar üç kez ölümden dönmüş birinin göreceği düş kadar iyi bir hayatım var. Bunu tanrıyla konuşmaya başladığım güne borçluyum. Biliyorum ki bana yardımcı olmak, beni sevmek ve kollamayı seviyor.. Hepimizi seviyor…
Savaşlar…Tecavüz… Çocuk işçiler.. Açlık sınırı..Asimilasyon… Çocuk gelinler… Kadın… Modern kölelik…Kafamın içinde vızıldayıp duruyor ezberimdeki klişeler, kaldırımda koşturuyoruz otobüsten inmiş..
-          İlahi adalete inanıyor musun peki? Diyorum.
-          İlahi adalet kimi için acı çekmekten geçen uzun bir patikanın sonunda görünür olabilir ancak. Tanrı, kusursuz bir baba olmakla,
İşini iyi yapan bir yargıç olmak arasında kalır bazen. Kimi zaman başka insanların günahlarının bedelini masumlar öder yazık ki.. Ancak neyin bedelini neden ödüyor olduğumuzu ve bunun sonucunda –çoğu teolojik kriterce masum olanlar için şu sözüm- bilecek kadar vakıf değiliz tanrının ilmine..
-Kurtarıcıdan bahsettiğini hatırlıyorum.. Kimini vakıf olmadığımızı iddia ettiğin türlü sebepten kurtarmayı tercih etmemiş şu durumda tanrı? Tanrın?
-Siz kurban bayramlarında kurban sunarsınız tanrınıza, bizim tanrımız İsa’nın bedeninde Adem ve Havva’nın günahının bedelini insanlığa ödetmemek, insanlığı affetmek için kendini kurban etmiştir.. Hepimiz onun sayesinde günahsız geliriz dünyaya. Sonrası ise  bireysel günahlarımız için bizi bağışlamaya daima istekli olduğu bir ömürden ibarettir. Oysa bazımız öyle büyük günahları korkusuzca işleriz ki, bunların bedelini masumlara ödetiriz..Tövbe etmekten uzak dillerin günahı muhakkak bir başka canlının ömrüne musallat olur..
-Masumlar tanrıyla konuşamıyor mu? Konuşuyorlarsa neden mucizeler çoğu için işleyemiyor?
Binanın kapısından giriyoruz. Derse  iki dakika var.
-Mucizeleri görmek için, bakman gerekir.. Tanrıya kalbini açmak için nefes alman gerekir. Mesele şu ki, herkes bakabilecek takati bulamaz bazen. Acı çekmeye de büyük anlamlar yüklüyoruz belki. Ben de öyle yaptım uzunca zaman. . Ancak “acı” nın da anlatmak istediği var muhakkak..
-O ayakkabıları çok istedin.. Babanın eli kalkmasın istedin. Acıyı sevmedin. Kimse sevmez.
-Acıyı kimse sevmez ancak herkes tanrısıyla konuşabildiği kadar evirebilir şartlarını.
-Herkes öncelikle kendini umarsamalı ‘ya çıkıyor sözlerin.
-Sana 14 yaşımdan beri hiç yalan söyleyemediğimden bahsetmiş miydim? Yapmadıysam tam yeri: evet.. Kurtarıcı biz değiliz. Kendin dahi bunca günahkarken insanları kurtarmayı umamazsın Görkem. Bu gerçekten hiç mümkün değil.. Beni yanlış anlama ama hiç değil…


Koridorda ayrılmadan önceki son cümlesi bu. Sonrası ders..İş……

14 Ekim 2013 Pazartesi

Aklımdan bir kırmızı tutarım





Satranç tahtasında mahallenin delisidir at..Nizamlı manevradan yaka silken, mütevazılığı burun farkıyla inadına yenilmiş taş..Aklıma getirdikleri var..

Misafirliğe gelen komşu kızını annesi elinden tutup yanıma, halının üzerine attığında plastik yapboz parçacıklarıyla manavcılık oynuyordum sessizce kendimle. Sarılar limon. Yeşiller maydanoz. Kırmızıları bilirsiniz..Bol pantolonun ceplerine ellerini büyük oyuna açılan kadife perde gururuyla soktuğunda neler bekliyordum kim bilir.. Ceplerinde bir süre gezinen ellerini çıkarınca onlarca (yüzlerce değil belki ama kesinlikle bolca onlarca) düğme saçıldı halıya. Rengarenk onlarca düğme..Cebine nasıl sığdığını anlayamadığım, nereden gelip hangi hevesle oraya girdiklerine akıl erdiremediğim. Çok kısa vaktimi aldı yadırgamak, sonra neden bilmiyorum tam da alışmışken bu tuhaf oyuncaklara, elimi uzatınca yine aynı kibirle avuçlayıp sokuşturup ceplerine, kalktı halının üzerinden... Sarılardan limon yapacaktık oysa tam, yeşillerden maydanoz, ve kırmızıları bilirsiniz..

Köy lojmanında yan yana evimiz, tuhaf bir başka arkadaşım çağırmıştı evine. İkimiz de severdik bebekleri. Bebeği yoktu ikimizin de. O ağbisinin arabasıyla, ben anaokulundaki tahta mavi yapbozlarla. Eve girip, masanın ayakları altına oturunca renk renk minik metal arabaları dizdi önümüze özenle. Arabalarla nasıl oynanacağına dair en ufak fikrim yoktu ama istersek sarılar limon olabilirdi, yeşiller maydanoz, kırmızıları bilirsiniz. Tam elimi uzatıyorken itti kolumu.Çocukluğun o popüler repliğiyle.. "Git evimizden.." Koşarak gittim muhtemelen...

Satranç tahtasında mahallenin delisidir at. Deliliğinden hesap sorulan görmedim hiç. Çılgınlık delilik sınırına dayanmadıkça kurcalayıp dururlar oysa..Apartman çıkışında önümü kesip ceplerimi boşaltan komşu çocukları sonra.. Deli damgası yemiş olmanın, suçu meşruluğa ittiği gerçeğini daha o yaşta keşfeden. Küçük sayı fasulyeleri vardı ceplerimde ve birkaç kıymeti az bozukluk... Sarı fasulyeler limon, yeşiller maydanoz, kırmızıları ezberlediniz. Ah, bozukluklarla muhtemelen sakız..

Ne zaman alıkonsa elimi uzattığım, çalınsa cebimden sakındığım  muhakkak içerleyerek, ama her nasılsa gülümseyerek anımsarım. Varsa sarılar, yeşiller ve en kıymetli kırmızılar..Renkli düğmeler, metal arabalar, plastik fasulyeler.. Alıkonmasaydı derim yani, limonlar yapardık onlarla, belki maydanoz ve..Ama işte..Aklım elimde kalsalar ne yapacağımı tahmin bile edemediğim kırmızıların merakıyla boşalırken, satranç tahtasından siyah delimserek atımı kapıp kaybetmek pahasına kalkarım. Yesin birbirini diye, kibirli şah, yalancı vezirler ve ketumluğuna kurban olacak kulağı şefkatle sevilesi filler..

Aklımdan bir kırmızı tutarım sonra. Bırakamam, kalır orada öyle...




















4 Ekim 2013 Cuma

Hoşgeldin



Üzerinden kentler geçmiş toprak gibi yüzü seçilebilir değil bir vakittir..Terminalden çıkışından bu yana geçen bir garip vakittir..Bir köşesinden aşağı salınıyor bedeni, köküne inatla tutunan parmak uçları kalmış ondan geriye seçilebilir.Her seferinde yarısı yerin altında, her seferinde diğer yarısı kayıp.


İyi ki diyor kendine ışıklı tabelaların gölgesinde soluklanıp, iyi ki anlıyorum kapı gıcırtısının dilinden; trenin düdüğünden, toprağın hışırtısından ve akan suyun şırıltısından. İyi ki, çatık kaştan, bükük dudaktan ve solgun yanaktan.. İyi ki yürümek aynı ve koşmak, yutkunmak ve hapşırmak. İyi ki kahkahanın dili aynı, ıslığın ve çığlığın. Şükür edip caddenin bir ucundan diğerine her dilde yürümeye devam ediyor. Soğuktan kızarmış avucunda taşıyarak ikiye katlanmış terli kağıdı, gülümseyerek dinliyor arabaların üst ve alt kimliksiz kornasını, caddenin karşısına ürkerek geçerken.

Üzerinden tufan geçmiş kentler gibi sesi seçilebilir değil bir kısa vakittir. Bir tanıdık yakasından diğer henüz keşfedilmemiş yakasına çapa atıyor zihninin adım attıkça..Tente altında akordeon çalıyor bir Boşnak kızı. Önünde duruyor her dilde. Kalbi iki yana çekilmiş dudaklarında dinliyor. İyi ki diyor çekinerek göz göze gelmenin dili yok. Usulca açılıp göğsünün ortasında birbirine yaklaşan kollarına ve ince-narin uzun parmaklarının bir tuştan diğerine utanarak atlayışına dalıyor, akordeonun üzerine düştükçe başını küçük bir hareketle geriye atıp tuşlardan ayırdığı sarı saç tutamlarına..Şükür diyor, bunu görebilmek için bakmam yetiyor. Genç kızın birkaç adım ötesindeki mavi tabelaya takılıyor gözü, tabela ona konuşmuyor, ona anlatmıyor hiç. Başını önüne eğip geri geri birkaç adım atıp sırtını dönüyor akordeonun anlaşılır sesine. Müzikten uzaklaştıkça susmalarına yakınlaşıyor.

Hava karardığından çoktan, telaşı artıyor. Avucu daha çok üşüyor, avucundaki kağıt parçası daha çok terliyor. Dakikalar geçtikçe her caddenin bir ucundan diğerine geçmek zorlaşıyor, omzuna çarpan her bir omuzdan sessizce ve bir türlü anlaşılamayan bir dilde özür diliyor. Kimse nezaketini takdir etmiyor. Gün boyunca işaret parmağını kaldırıp başını müsaade isteyerek eğip, avucundakini göstermeye çalıştığı onca insandan bir tanesinin dahi yüzüne bakmayışını bir türlü anlayamıyor. Oysa o, her soruşunda, her birinin gözünün bebeğinin en orta yerine bakıyor karşılığını arayan gülümseyişiyle.

İyi ki diyor, gökteki ay tanıdık ve biliyorum yıldızların görünmeseler de orada olduğunu. Gösterişiyle telaşı yarışan bir kavşakta gördüğü trafik polisine yanaşıyor. İyi ki diyor, üniformayı sevmek her dilde mümkün değilken, seçebilmek her dilde mümkün. Yanaşıp bir süre bekliyor. Bölmek istemiyor. Bölmek istemiyor. Sadece yeterince anlaşılmak üzere bekliyor. Fark edilmeyince inadına her dilde dokunuyor omzuna. Her dilde irkilip dönüyor üniformalı genç adam. Her dilde çatarak kaşını bir dilde bir şeyler söylüyor. İyi ki her iklimde aynı soğukluğu soru işaretinin diyor kendi kendine. Avucunu uzatıp kağıdı gösteriyor. Her dilde susarak soruyor. Genç polis, sorarken soğuğa terslenerek terleyen alna bakıyor, yere bakan gözlerinden ziyade. Sağ elini uzatıp yolun karşısındaki dolmuş durağını işaret ediyor parmağıyla, sırtını dönüyor.

Üzerinde kurşun sekmiş çarşaf gibi korkudan kırışarak yürüyor dar ve arka sokaklarında kentin. Ardında bıraktığı dolmuştaki o tanıdık, üşümüş ter ve yatışmış yorgunluk kokusu şimdiden burnunda tütüyorken henüz, gördüğü ilk bakkala atıyor kendini. Ağzını bile açmadan avucundaki yumuşamış, yorulmuş, belki çoktan uyumuş kağıdı tezgahın ardındaki yaşlı adama uzatıyor. Adam her dilde merak ederek alıyor kağıdı eline,
B'xêr Hatî, diyor.

Tezgahın ardında tanıdık dilde fokurdayan demlikten bir ince bardağa ve buyur edişe dökülen çayı, bilindik bir dilde höpürdeterek içip yol alıyor adresteki eve. İki sokak ötedeki sıvası yaşlanmış eve. Mavi demir kapı gıcırdayarak açıldığında ne'ce olduğuna kafa yormaksızın kucaklıyor karşısına hasretle çıkan göğsü. Üzerinde Kenger biten toprak kokusundan doğma huzur yürüyor göz kapaklarına..İyi ki'den medet ummayacak kadar bilindik kokan çarşaflara sarılıp, yarını bir gecelik unutup, esasen her dilde, ama en çok da kendi dilinde, uyuyor...












1 Eylül 2013 Pazar

ÜÇÜNCÜ İHTİMAL




İki ihtimal var, diyor.
Üçüncüsü yok.
Sol gözümü öyle sıkı kapıyorum ki, tek kaldığını sanan zavallı sağ gözüm bir başına içine tüm dünyayı sığdırıyor .

Kaldır şu elini be, diyor
Arkama geçip.
Dirseğimin altından yukarı doğru sertçe itip diğer eliyle durduruyor istediği yüksekliğe varınca.
Sapan tutan elime kramp girdiğini söyleyecek cesaretim olsa keşke..


Evimden iki sokak ileride büyükçe bir evin bahçesindeyim; buraya gelmemi o istedi. Hava kararmaya yüz tuttuğundan elimi çabuk tutmalıyım. Önceki gün yediğim tokadın hesabını beş metre yükseklikteki camdan soracağım. Öyle diyor. Ben aslında tokadı unuttum ama o unutmamış, öyle diyor.

İki ihtimal?
Vurup kaçacaksın. Vurup kalacaksın ya da. Ama muhakkak vuracaksın, diyor.
Üçüncü ihtimal yokmuş, öyle diyor.
Bunu söylerken enseme çarpan nefesi öyle buyurgan ve tehditkar ki, soluğunu o ağaca üflese, titreyerek tüm meyvelerini dökerdi.

O ağaca işte. Yazın ilk kayısısının duvarın ardından göz kırptığı... Ufak tefek olduğumdan, hızlı koştuğumdan, ağaç tepesinde evcilik oynamışlığımdan bu görevi daima bana verirler.. Bir çırpıda en yetişkin dalların arasında kaybolur, dala sarılan çıplak ayaklarımın altına gerilen küçük eteklere ve bluzlara düşürürüm beşer onar hepsini. Bahçe sahibinin yaklaşan küfrü, duvarın ardına geçiş vizemdir. Çabucak da yaparım.Yapardım. Bluzum ağaç dalına takılınca yırtılmasın diye durakladığımdan, herkes çekip gittiğinde ağaç dibinde bir afili tokat yedim dün.

Çabuk ol be, diyor yanıma geçip. Gelmelerini mi bekliyorsun?
Gelmelerini beklemiyorum.
Sol gözümü sıkmaktan yanağım ağrıyor ama sapana yapışmış kolum iyi artık neyse ki. Üçüncü ihtimal takılıyor aklıma. Ne olabilirdi, var olsaydı eğer? Camı kırıp kalmaktan ve camı kırıp kaçmaktan başka ne olabilirdi, var olsaydı eğer?


Sağ gözümün kirpikli çerçevesinin içine pencereyi alıyorum. Balon sarmaşığının sarktığı iki saksının ardında beyaz ahşap çerçeve. Camları öyle büyük ki, kucağımda bir koyunla içinden geçebilirim. Pencereler kapalı, ardında mavi pötikareli perde. Balon sarmaşığı duvarın toprağa değdiği yere kadar sarkıyor aşağı. Toprağa varınca, patisini sudan sakınan kedi gibi duraksayıp kalmış halini seviveriyorum birden...

Canım bu sapanı kullanmak istemiyor gerçekten. Canım enginar bile ister biraz zorlasam ama bu sapanı kullanmak istemiyor hiç.. Cam kırıldığında çıkacak gürültüye heveslenmiyor kulaklarım. Üçüncü ihtimal, sapanı atıp balon sarmaşığına koşarak yakından bakmak mıdır acaba? Ona sorarsam kızacaktır.

Elimde kıvrımlı beyaz ve iri bir çakıl taşı var. Omzumu sarsmadan dokunuyor, bu "hadisene!" demek onun dilinde. Çaresiz, lastiği geriyorum çakıl taşını önce yüzüme yaklaştırıp ardından omzumun gerisine yavaş yavaş çekerek.


Yanımda ve yüzünü görmediğim halde geri geri adım attığını hissediyorum, sanki bir de..Ne bileyim, gülüyor gibi de sanki.Üçüncü ihtimal sapanı onun eline tutuşturmak olsa keşke, ama üçüncü ihtimal yok işte.

Taşı lastiğin son demine vardırıp bırakırken, yorgunluktan bayılmak üzere olan sağ gözümü de sıkıca kapıyorum. Duvarın ardında kahkaha atan çocuklara, koşarken hışırtısını geride bıraktığı kurumuş çimler karışıyor, kırılan camın sesine korkuyla uçuşan saçlarım karışıyor. Saçlarıma mahalle çocuklarınca kandırılmaya alışkın dudağımın bükülüşü karışıyor..Tüm bunlara küfürler savurarak yanıma koşan ev sahibinin öfkesi ve hemen ardından kokusu ve sapanın elimden düşerkenki sessizliği karışıyor. Üçüncü ihtimal tam şu anda yok olmak olsa keşke, ama yok işte..

Avucumla yanaklarımın ayıbını örterek atlıyorum duvarın üzerinden. Hepsi kahkahalarla kaçışıp gitmiş çoktan; o ve duvarın ardındakiler.. Duraksayıp dönüyorum duvar dibinde, başımı kaldırıp kayısı ağacının duvardan beni gözetleyen dalına bakıyorum. Dala oturmuş kıkırdayan sarı kayısılara bakıyorum. Hiç sevmediğimden, tadına bile bakmadan aşağı attığım kayısılara .. Biraz düşününce binlerce üçüncü ihtimalle bir çırpıda tanışıp, aklım yine de güzelim balon sarmaşığında; duvara yaslanarak ayakkabılarımı ayaklarıma geçirip üzerimi çırparak eve dönüyorum.




11 Ağustos 2013 Pazar

İki Sonbahar Arası

Duvarın üzerine oturup aynı kulaklığın iki ayrı ucundan iki ayrı şarkı dinlerdik. İnanması güç ama öyle.

...Bu bize kulağımızda farklı sesler çınlarken dahi karşımızdakini anlamayı öğretecekti...

Her sene sonbaharda yapardık bunu. Her seferinde çocuktuk. Zamanın üzerimizde bulut gölgesinden daha büyük bir etki yaratmayacağına söz vermiştik çünkü.
Yaşlanan sonraki sonbaharda gelmeyecekti.Çok büyük bir kayıp ya da irice bir hayal kırıklığı aklımızı başımıza alıp kırsaydı birimizin sözünü, diğeri duvarın üzerinde oturup kulaklığın boş kalan ucu avucunda, kendi şarkısını dinleyecekti ayaklarını sallayıp tempo tutarak.


İki ayrı şarkı bitince atlardık duvardan, çiçeksiz ve yeşilsiz toprağı tozutarak koşardık bağırarak.Bağırarak,evet.Gelişigüzel..

...Bu bize susmak için bulunmuş tüm mazeretlerin ne kadar sıkıcı olduğunu öğretecekti...

Canımızın dilediği telden
iki ayrı ses. Her seferinde cesurduk. Sesimizi kısmalarına izin verenlerden saklanacağımıza söz vermiştik çünkü. Ve haykırmaktan ya da koşmaktan çekinen bir sonraki sonbaharda gelmeyecekti.Çileli ve uzun bir kramp girip bacağına, büyük bir el omzunu tehditle sıkıp kırsaydı birimizin sözünü, diğeri toprağa adım izlerini, havaya ağzından yayılan haykırışı bırakacaktı tek başına coşkuyla.

Koştuğumuz istikametin sonunda yüksek ve geniş, kahverengi toprağa kibirle oturmuş bir kayanın dibinde dururduk. Birer sır takas ederdik birbirimize. Ama öyle bir sır olacaktı ki, karşımızdakinden başka herkesin bildiğinden emin olacaktık. Öyle bir sır ki bir sonraki sonbahara dek oturup kafa yoracaktık üzerine ayrı ayrı.

...Bu bize cehaletimizi hatırlayıp, öğrenmenin can sıkan yanıyla başa çıkmayı öğretecekti..

Bize gereken zamanın karşılığı iki sonbahar arasıydı işte. Hayatla tanışmanın ve öğrenmenin yükünü kanıksamak zaman isterdi...Üstelik dozunu kaçırırsak sırrın zihnimizde patlayan flaşını, birbirimizi öldürebilirdik.

Bir sonbahar günü, duvarın üstünde kulaklığın bir ucu elimde kaldı. Sözünü tutamamış olabilirdi. Ruhu yaşlanmış, yorulmuş olabilirdi. Sebepsizce koşup anlamsızca bağırmayı küçümsemeyi öğrenmiş olabilirdi. Gerçi ben de ona yeryüzünde bir onun bilmediği öyle bir sır verdim ki, kaldıramayıp ölmüş olabilirdi.

Şarkı henüz başlamıştı ki küçük bir kız çocuğu dokundu kapalı avucuma. Açtım, kulaklığı aldı gülümseyerek.

"Muhtemelen bir-iki sonbahar sonra sen de gelmeyeceksin. İzin verirsen, eninde sonunda yenileceğim bu çabayı seninle kaldığın yerden sürdürmek isterim."
Ekledi,
"Endişelenme, sırrımı yanımda getirdim."

Başımla onaylayıp önümdeki toprak araziye daldım ve bir önceki sonbahara. Yanıma usulca yanaşıp, kulaklığı taktı. İki ayrı şarkı başladı yeniden....

29 Temmuz 2013 Pazartesi

DÖNÜŞÜM KUTUSU




Kapıyı sessizce kapayıp topuklu ayakkabılarımın ucunda acı çekerek koşuyorum koridorun ucundaki asansöre.İşe geç kalmış değilim.Asansörün önünde bitmeden tam, uzanıp avucumun içiyle sertçe basıyorum düğmeye. Bir alt kattan geleceğini fark edince sessiz ve derin bir oh çekiyorum.Çok sessizce.. Birkaç gündür yaptığım üzere kabine adım atar atmaz rahatlıyorum. Kapı kapanınca koridorda depar atan topuklarının sesini duyup hızla düğmeye saldırıyorum ancak bu kez olmuyor. Kapıyı aceleyle açıp asansöre dalıyor. Koşarken sarsılan topuzunu avuç içiyle yoklayıp aynaya hızlıca göz atarken o, suratımı düşürerek düğmeye basıyorum. Başını kaldırıp olmasından korktuğum şeyi yapıyor; kocaman gülümseyerek "Günaydın!" diyor..Bir iki saniye içinde hızlıca ona içimden geldiği şekilde mi yoksa içimin elvereceği şekilde mi yanıt versem diye neredeyse bomboş bakan gözlerimi gözlerinden ayırmadan düşünüyorum. Teslim olup, ben de bir o kadar genişçe gülümseyip "Günaydın" diyorum.Geçen iki saniye boyunca, gözlerime bayram şekeri yerine bayram harçlığına uzanan çocuk gözleri parıldıyor birden, boş bulunup tekrarlıyor o neşeyle "Günaydın.." İki metrekarelik demir yığınının içinde baş başa kaldığımız bu apartman, kare şeklinde tasarlanmış çirkin bir mimarinin kustuğu yıllanmış lojmanın bloklarından biri. Tüm sakinlerinin aynı rutini yaşadığı, tuvalet kapılarının sabahın aynı saatlerinde açılıp kapandığı, beş servisin onar dakikalık aralarla kapısının önünden kalktığı, akşam aynı saatlerde kafası önüne düşmüş memurların asansör kabininden inerken gönülsüz vedalaşmalarıyla birer birer on metrekarelik stüdyo tipi dairlerine dağıldığı ,bej rengi bakımsız dış boyasından rehavet akan bir şekilsiz blok işte..Ben ona "dönüşüm kutusu" diyorum aslında.

Risk almaktan hoşlanmadığımdan ve biraz da, müdürün selamımı mümkünse biraz daha az ekşi yanından alışıyla güne başlamayı çelimsiz de olsa uğur saydığımdan, genelde ilk servise binerim. Ancak o işe başladığından beri son servise kadar bekliyorum. Bekliyordum. Bugünden sonra pek de önemi yok..Aslına bakarsanız, bu son servise kalma işi ona has bir plan da değil. Bulunduğum blok ne zaman işe yeni başlayan bir memur yutsa, deneyimleyip sonucundan bazen memnun kaldığım bir yöntemdir bu. Bugün de işe yaramadı işte..

Beş katı ağır ağır indikçe, gözlerimi hemen önümde yukarı akan çirkin duvara büyük dikkatle dikmiş, bitmesini bekliyorum. Onunsa vücudu duvara dönük olduğu halde "günaydın"da kalmış yüzü gülümsemekten vazgeçmeden ısrarla beni izliyor.Yalandan öksürüyorum bir adım geri çekilip. Ona malzeme vereceğimi hesaba katmamış oluyorum böylece. "Geçmiş olsun"diyor. Bir anlık kibar ve sırıtkan bir bakış atıp "teşekkür ederim"diyorum, hala hasta olduğumu düşünmesinde fayda görüyorum, bir ihtimal serviste yanımda oturmaya kalkmazsa diye.."Son servisi kaçırmamışızdır değil mi?" diyor. "Yo.." diyorum. Kısa kesiyorum çünkü yanıma oturma ihtimali her cümlede artacak. "Yeni başladım da, kestiremiyorum hala"diyerek her şeyi başlatmış oluyor asansör zemin kata otururken. Kapıyı açarken yüzüne kaçamak bir bakış atarak, "hayırlı olsun" diyorum. Hızla yürüyorum, yanımda koştururken gülümsemekten vazgeçmediğini sesinden görebiliyorum yüzüne bakmadan.."Teşekkür ederim. Üç gün oldu. Bakalım işte.."
Cevap vermiyor, riyakarca gülümsüyorum sadece apartman kapısından çıkarken.  Kendimi servise atıp, en arka koltuğa, cam kenarına oturuyorum. Zira şu dakikadan sonra ikili sıranın ikincisi olarak oturursam, onca boş koltuk varken niyetimi açık edip nezaketsizlik etmiş olmak bana göre değil pek. Sorun da bu zaafım zaten. Anlatacağım.

Yanıma oturup çantasına kucağına alıyor. Hiç istemiyorum onun bahsini etmeye can attıklarını dinlemek. Ancak on dakikalık yola ne sığıştırırsa bir parçası olmak durumunda kalacağım. Bana sığınacak. Yalnızlığını benim üzerimde yatıştıracak. Tedirginliğini benim üzerimde atacak. Yeni işini ve yeni evini, dolayısıyla benim sekiz senedir bir parçası olmaktan yıldığım hayatı ilk günkü saçma heyecanlarıyla benimle paylaşacak. O konuştukça üstüm başım umut kokacak. O sordukça ağzım dilim yalan kusacak.. Zira ona hevesle koyulduğu bu yolun ondan neler çalacağını acımasızca ve içten içe hazla anlatacak onca insanla dolup taşan bu lojmanda, bula bula beni buldu. Olasılıkla önceki günaydınlarından, yani meslektaşlarımdan yüz bulamadığından..Sekiz yıldır tanıdığım ve haz etmediğim her insana dair fikir danıştıkça, ilk fırsatta ayakkabılarımı dahi giymeden koşarak uzaklaşacağım bu silik hayata yüklediği umutlarından bahsettikçe yorulacağım. İş bitip kendimi evime atmak istediğimde beni yemeğe davet edecek evine. Önüme utanıp sıkılarak lapa olmuş ilk pilavını koyacak. Bazen kapımı hevesle tıklatıp kahve sohbetine yeltenecek. Sabırla dinleyip, yine sabırla anlatacağım kahvemi ikram ederken. Üzülmesine dayanamayacağımdan dinlemelerim de cevaplarım da birbirinden yalan olacak..Sonra ne mi olacak?

Şöyle olacak; başladığı noktadan kendi tecrübeleriyle hızla artan bir ivme edindikçe, soruları azalacak, dinleme arzusunun yerini anlatmak alacak. Daha az gülümseyip, "günaydın"ın volumü gittikçe düşerken, yemek davetinin yerini işle ilgili sorunlarının çözümüne yönelik kısa iş ziyaretleri alacak. Önceleri heyecanla ve neşeyle paylaştığı günlük tecrübeler, yerini daha kıdemli bir başka memurun ona o günü nasıl da zehir ettiğine bırakacak. İçimden "elindeki dosyayı suratına patlatıp çantanı alıp çıkmalıydın" geçerken, "aranı iyi tutmanda fayda var, sorun büyümesin" çıkacak ağzımdan. İçimden "bence ciddi ruhsal sorunlardan muzdarip o" geçerken, ağzımdan "aslında keyfi yerindeyken çok tatlı insandır inan, sıkma canını" çıkacak.. Beni halihazırda yalanlarından sıkıldığım hayatın en kaçmak istediğim odasında ağlama duvarı edinecek..Ve çok geçmeden olması gereken olacak. ..Dönüşecek... Ona haksızlık yapan, onun canını acıtan ve tüm özel sorunlarını hiyerarşinin sunduğu tatmin sunağında çözen kim varsa, onlarla asansörde denk gelmek, selamlaşmak isteyecek. Bir süre sonra beni görmemiş gibi davranıp onların yanına oturacak. Onlarla samimiyet kurma çabasının dışına iterken beni, ona bugün asansörde yaptığım şeyi, o bana asla yapmayacak..

Olacakları adım gibi biliyorum, zira defalarca yaşadım. Tekrarı olmaması adına, o ilk günaydın'a gülümseyerek karşılık vermeyenlerden olmam gerekirdi. İş yerinde masama danışmaya gelme cesareti dahi gösteremeyeceği sertlikte ve lojmanda kapımı bırakın kahve, tuz istemek için dahi tıklatamayacağı soğuklukta biri olsaydım eğer..Yazık ki değilim. Ofiste ve lojmanda, bu hayatın gerektirdiği hiç bir dönüşüme izin vermediğimden, kendi  dipsiz yalnızlığımı o zengin riya partisine tercih ettiğimden, doğal olarak dışlandığım o stüdyo tipi, açık ofis özgürlüğündeki zavallı hayatıma, ondan başka hiç kimsenin girmeyi tercih etmediğini keşfeder keşfetmez, dönüşecek...Tercihli yalnızlığımdan çıkaracağı nihai sonuç, diğerleri gibi beni yok saymak olacak.

Her gün bindiğim ilk servis, yanım boş olduğu halde kalkar normalde. Önümüzdeki birkaç hafta böyle olmayacak. Şimdi bana dönüp, defalarca duyduğum cümleyi gülümseyerek kuracak, "Ben falanca, memnun oldum...? Kısa süre sonra umurunda bile olmayacak adımı söyleyeceğim gülümseyerek..






25 Temmuz 2013 Perşembe

RASGELE




Bu koyu sever balıklar..Balıkçılar da sever..Senede iki kez uğrarım muhakkak kapıp misinamı..Olta gelmiyor bana pek, balık büyüdükçe misina avucumu acıtır ki o an, denizle aramızdaki alışverişte bir bedel ödüyor olmanın rahatlığıyla hafifler vicdanım..Ve misinayı koparan balık, boyumu aşan armağanıdır mavi pazarın. Haddimi bilmeyi çok severim..Razı olmayı severim..Çoğu sevmez..

Balıkçı değilim..Hafta sonu uğraşım da değil denizle laflamak..Senede iki kez işte..Ne azından, ne çoğundan ibaret alışkanlığım...Alışkanlıklarımın tamamı mütevazı  esasen, günde 9 sigarayı geçmem ve 4 şişe biradan sonra uyumakla sınırlı ayyaşlığım...Çoğuna yetmez..

"Adrasan'daydım dün, iki kolumu iki yana açsam içini dolduracak bir pırıl pırıl kuzuydu kardeş", diyor dişinin arasında sigara kalmış sarı bıyıklı adam. "Hafta sonu turistler saldırınca tuttuğum balıktan dahi haz etmiyorum, ızgarada evirip çevirirken burnuma yarım pansiyonluk kahkahalarının kokusu geliyor, iştahım eziliyor o an, inan" , diyor. Ondan buradaymış..Gülümseyip tur attırıyorum misinama, saplıyorum mavinin bağrına.. Pis pis sırıtıyor.. "Amatörsün kardeş, belli ama derya ehline değil kısmetine çalışır, rasgele!.."diyor..Gülümseyip birkaç adım geri çekiliyorum misina avuçlarımda..


Susmak sevmiyor anlaşılan.."Güleçsin..Hayat sana güzel be kardeş",diyor..
Tutamıyorum artık, şapkamın gölgesini güneşin vurduğu açıyı gözeterek yüzüme düşürerek, soruyorum,

"Gülümsemek mutluluk emaresi midir dersin?"
"Ne bileyim, zordur yani.." diyor..
"Ama aşını denizden topluyorsan sen,..." diyecek olunca ben, bölüyor;
"Biliyorum, denizden beslenenler de güleçtir, umursamazdır, balık-rakı  arasında gidip gelir hafif meşrep bellenmiş neşemiz bizim, biliyorum, tam da onu diyecektin.."
"Onu diyecektim,evet..Ateşini alabilir miyim?"
diyorum
Kibrit kutusu uzatıyor..Balıkçı dediğinin her bir cebinden ve her daim temkin akacağından, pratiğe aşık olmasını umduğum adamın rüzgara yenileceği malum kibrit kutusunu elimde evirip çevirerek dalıyorum.

"Sigaranı bile rüzgarla savaşarak yakacaksın ki tadı çıksın be kardeş" diyor.
Gülümseyerek başımı sallıyorum.Çok haklı..

Buralı mıyım diye soruyor..Bilmiyorum ki buralı mıyım, oralı mıyım..Cevap vermeden önce duraksayışıma basıyor notunu,
"Buralı değilsin sen.." diyor
"Bildin de, nasıl?"

"Misinanı savururken tereddüt edişinden bildim" diyor
Sanarsın bu memleketin her evladı doğuştan balıkçı..Cevabını içten içe savuruşumu hisseder gibi,
"Dur yahu..Yalnız ondan da değil" diyor....Elimden kapıp birkaç dakikadır boğuştuğum kibrit kutusuna siper ediyor yaşlı ve terlemiş avucunu.
"Kimi memleketin evladı uzağa dalar, kimi uzaklarda boğulmadan israf eder kelamını..Kimi az düşünür ama her nasılsa bol bol da konuşur..Sen ilkisin kardeş" diyor..
"Nereye tekabül ederim o zaman?"
diyorum
"Sohbete çalışan yabancıya temkinle yaklaştığını uzağa dalarak saklayanın uzaktadır, çoğu zaman imkansızlık mesafesindedir memleketi" diyor...
Sigarasını yakmayı unutup, oltasını küçük hareketlerle geri çekip balıklarla oynaşırken, cebindeki minik radyonun antenin uzatıp bir kanal seçiyor tek eliyle, arka cebine sokuşturuyor keyfince mırıldanan kanalı bulunca..

Bir elim sıkmadan tuttuğum misinamda, gözlerimle yanıt arıyorum hareket edip duran sarı bıyığında.
Yanıt beklediğimi bilmenin tadını, arka cebine soktuğu radyosundan boşalan eliyle kutlayarak, rüzgarın evini saptayıp çaktığı kibritle tek hamlede tutuşan sigarasını bıyığının altına sokuşturarak çıkarıyor. Yanlışım yoksa gülümsüyor..Pek seçilir değil..

"Rahmetli karım.."
diyor.
"..Ben oltamı hazırlarken o radyoyu açar, kumlara yayarak eteğini, oturup sabah güneşine dalardı elinde yaz ortasında yünü-ipi....Bu kentin ilk yerel-gönülsüz mültecilerindendi. Ailesini tanıyarak büyümedi ya..Neyse... Yetimliğin memleketsizlikten aşağı olduğunu bilirim ondan.."

Anlamak isteyişimin kanıtı oluyor o an çattığım kaşlarım, mavi çizgiye sus payı veren ufka dalıp...
Sigaramın dumanını inceden esen rüzgar usulca ağzıma tıkıştırırken, alnımdan akan teri silmekten büyük bir ihtiyaç oluyor sarı bıyıklı adamın sohbetinin nihayeti..Ama küçük bir ses versem ürküp kaçacakmışcasına içine dönmüş olduğundan, sesine dokunmadan, yan gözle izleyerek dinliyorum.Gözümün diğer ucu misinamı öpecek balıkta...

"Misal biz kışın toroslara çıkardık kardeş. Yaylaya..Benim köyüm, benim memleketim de orası işte.. Ağaca ve toprağa bir ürkek bakardı karım..Sormadığımdan anlatmadı hiç ama, şöyle düşünmeli; annesi olmayan çocuğun anneler günü kutlayan çocuklarla çiçek toplayışı gibi geçti benimle ömrü...Karım hayatı hep öyle ikinci elden kutladı..Daima benim hayatım üzerinden, daima benim elle tutulur geçmişim üzerinden...

"Memleket?"
diyorum..

"Memleketi yoktu karımın..Şimdi ben sevmem pek avlanırken siyaset esasen...Bak bu şarkıyı da çok severdi...Bak...Karım bayaa erken öldü inan..Bu kadar erken ölünmezdi bana sorsan..O bana sormadan öldü ama..Geçmişi kayıp insan geleceğe tutunmazmış ya kardeş....Düşün ki kökü kazınmış ağaç yağmurda dallarını göğe açsın..Mümkün mü hiç..Karım da açmadı inan..İnan ki açamadı..

Olasılıkla demlenmiş olduğunu düşünüyorum..Düşünmekten ziyade, eminim..Ancak kastını üş aşağı beş yukarı anlamış olduğumu da itiraf etmeliyim..Hikayesine içimin kavrulduğunu da..Hakkımdaki tahmininde zerre yanılmadığını da...

Nereye gitse yabancı olacak insanlar denize aşıktır...Bundandır işte, deyip kati sona erdirmek de istemiyorum cümlelerimi ama, sanki tam da bundanmış gibi...Çocukluğunda deniz görmemiş bir insanı, evinden-yurdundan uzakta bir toprağa kondurursanız, inanın bana fırsatını bir türlü yaratıp soluğu denizde alacaktır...Memleket dediğin toprak ve ağacı, betonu ve lisanı, insanı ve pazar meydanını sokar hükmün diline..Elinden memleketi çalınan insana tüm bunlardan artakalan denizdir...Belki tam izah edemedim ama, inanın bana, yalnız deniz, sadece o herkesindir..Ona sahip olmayanın ve kıyısında büyümemişindir deniz...Sarı bıyıklı balıkçı tam da bundan bahsetti işte..Tam da bundan, tam da benden...

Misina öyle bir çekiştiriliyor ki dalga eliyle, sigaramı boştaki elimle savurup iki elimde abanıyorum. Adam gülüyor

"Rasgeldi kardeş, rasgeldi, maşallah..Çek....."


3 Temmuz 2013 Çarşamba

İP



Dualarımı bir iple çekmek istiyorum gökten..Aynı iple asıp gezdireceğim boynumda. Ah, tanrım ne çok şey istedik senden. Bu uğultuya dayanmak kim bilir ne zor oldu senin için. Onca zaman...Hak vermemek elde değil.

Şimdi bu et ve kemik, şimdi toprak ve gök, şimdi ezel ve ecel, bir olmuş içimize sıkışan ruhlara birer perdelik oyunlar biçiyor ya, biz daima yazara öykünmüş amatör oyuncular, çoğumuz da doğuştan yeteneksiz..Şimdi hal böyle olduğundan sahneden inip ön sıradan kendi hikayemize cahilce çekirdek çitleyişimiz..İnan ki biz “kendimizi” baş rolde oynamaya hazır değiliz. Aramızdan çıkan birkaç jönün tozunu yutmayı, eteğini tutmayı yeğleriz. Ah tanrım, annelerimiz bizi böyle terbiyeledi küçükken. Hiçbir anne çocuğu kahraman olsun istemedi, kahramanlar erken öleceğinden.. Biz etliye ve sütlüye bir soluk mesafesinde duramadık hiç. İstedik ki onlar yanaşıp meydan okusunlar gözlerimize. İşte buna hep hazırdık. Biz sonsuz karakter kartelandan en çok mağduru sevdik. Delirdiğimizden değil, gücümüz bir ona yettiğinden.

Dualarımı bir iple çekmek istiyorum gökten. Aynı iple bir halı dokuyup üzerinde uyuyacağım. Ah tanrım, ne çok şey istedik senden. Belki izah etmek istedin Kızıldeniz kıyısında, yahut Ağrı yamacında karşılıklı oturup tek tek teknik imkansızlıkları, ancak arada bir hiyerarşi olmaksızın da yürümezdi işler..Hak vermemek elde değil.

Şimdi bu yaz ve güz, şimdi bu çamur ve su, şimdi bu ateş ve kül, bir olmuş soluk almaksızın çekiştirirken bizi karnına yatırdığın doğada, biz piknik yerlerinde karınca yuvalarını deşmeyi oyun sanarak büyümüşken.. Şimdi mazimiz böyle olduğundan, acıyı senin gerçekliğin, neşeyi kendi maharetimiz bildiğimizden; olana bitene tırnak kemirme düzeyinde tepkilenmişiz canı yanan öteki değil biz olunca. İnan ki biz, neyin yanlış neyin doğru olduğunu anlayacak kadar da yetişkin değiliz. Aramızdan çıkan birkaç bilgenin ardı sıra koşmayı bırak, muhakeme umudumuzu taptığımız kitaplara sığıştırıp kütüphaneden bozma morglarımıza kilitleyip gitmişiz. Ah tanrım! Annelerimiz bizi böyle büyüttü inan.. Hiçbir anne çocuğu alim olsun istemedi, alimler doğduğu evi erken terk edeceğinden. Biz sapı ve samanı bir arada tuttuk hep. İstedik ki ayrıştırmadığımız her şey, tüm genellemeler, analojiler, benzetmeler, mazeretimiz olsun hatalarımızı ve yalanlarımızı meşru kılmaya. Çünkü sevgili tanrım, çünkü sonuçta bulutlar da yere inmiyor, ve elma toprakta bitmiyor, pencereden dışarı "bakılıp", kapıdan dışarı "çıkılıyor". Çünkü güneş de sonuçta hep aynı yerden doğuyor, ve muhakkak batıyor. Sonra nasıl ki düşten uyanılıyor, nasıl ki kapanmayan göz düş de görmüyor..Yani bunca şey böylesine sabitken, çok da kafa yormamak küçük ve yasaklı akıllarımızla yapacağımız yanlışlara iyi geleceğinden..

Dualarımı bir iple çekmek istiyorum gökten. Aynı ipten ağ yapar denize atarım sonra belki. Bir suç işlerim, avuturum kendimi ağa takılan düşlerimin bir bir ölüşünün yarattığı kini meşru müdafaa bileceğimden. Ne bileyim.. Belki ipi ayaklarıma dolar denize dalarım. Deniz kızlarının ayakları da yok diye, boğulmayacağıma inanarak kaya aralarında saklanırım bir yarım sonsuzluk kadar, sonraki yarısı üzerine düşüneceğim. Ah tanrım... Ne bölük pörçük anlattık ve ne tarifsiz boşlukları doldurmanı istedik senden. Yine de keşke bizi birazcık daha fazla sevsen..Biliyorum çirkiniz  biraz, is de tutmuş üstelik içerimiz. Doğduğumuzda ne güzeldik her birimiz.. Düşsüz ve duasızken en temiz. Niye öyle sahi?  Niye onlar arttıkça kirlenerek?  Ve kirlendikçe bizi pek de sevmediğine inandığımızdan mı acaba..Ondan mı suya atılan her dilek taşının peşi sıra giysilerimizle atlayışımız gerçekleşmeyeceklerini sezip? Ve ondan mı o küçük taşı öfkemizin delili olarak cebimizde gezdirişimiz?

Dualarımı bir iple çekeceğim gökten. Sonra ipi parmağıma dolayıp her birine tek tek baktıkça hatırlayacağım. 
Son kez seslenip susacağım şimdilik, ah tanrım!
Kabalığımı affetmeni diliyorum. Kaldı ki yalan söylüyorum başından beri: Annelerimizin hiç suçu yok…


20 Haziran 2013 Perşembe

NE MALUM





-sen mi aldın?
-almadım… derken cebinden sarkıyor anahtar destesinden bir asi. Yalanın ağır ucu içeride kalıp cebini kaşındırıyor. Kapıyı kilitleyip kaçmıştı evden. Odada köpeği var, diyorlar ki ölüyor. Ne malum diyor, belki iyileşecek? Köpek odadan çıkmadıkça ölmeyecek, anlatamıyor kimseye.

Annesi odaya girince yere bırakıp koltuğun altına itiyor kitabı topuğuyla. Atıyor kendini yatağa. Sakladığı mektubun adresi henüz yazamadığı zarfı buruşturulmuş, elinde; mektup kitabın içinde. Çok istiyor o şehre gitmeyi, mektubuna yanıt gelirse. Bir saklı hayali var ki içine sığmıyor, bir ucu ağzından sarkıyor türkü niyetine. Ne malum diyor, belki olacak? Kimse bilmedikçe gerçekleşecek, o halde anlatmıyor kimseye.

Fırçaları ve şövalesi, ve kapağı keten yağıyla sıvanmış boya tüpleri apartmanın bodrum katında tozlu bir kolide uyusun istiyor annesi. Oysa okulunu bitirene kadar ders kitapları arasında yitirmek istemiyor düşlerini. Ne malum, diyor resim yaparken yakalandıkça babasının dayağını yemiş Michelangelo'ya öykünüp, ne malum hayallerimin bu çatışmayla beslenerek gerçekleşmeyeceği? Az da tokat yemiyor hani bu uğurda, biraz da kahramanca ona sorsan. Babasına içinden geçen bu güzel senaryoyu anlatamıyor.

Bir ara büyüyor sonra, öyle böyle değil, koca adam artık. Ne malum diyor genç kadına, belki hala buradasın? Kadın telefonun ucunda susuyor. Kadın telefonun ucunda bile değil esasen, kapatalı olmuş biraz. Adam hala, ne malum diyor, belki döneceksin? Kadın dönsün diye telefonu kapamıyor. Telefon son kez kapanmadıkça bitmeyecek kadın, anlatamıyor ahizeye.

Ayağına beton dökülmüşcesine hareketsiz durup dinliyor bağırıp çağırmakta olan çirkinliği. İç çekiyor, cevap vermek istiyor ancak cümlenin sonu daima içinde kalıyor. “..ama ben de zaten dün iki kez onları….” “elbette, ama sonradan size de söylediğim gibi..” “anlıyorum o zaman ben…” Ne malum diyor kendi kendine, belki yarım kalırsa cümlelerim, anlayacak.. Patron bir türlü anlamıyor yarım kalmış cümlelerdeki haklılığı. Tamamlamadan içindeki yarım küfürlü cümleyi, kovuluyor.


Karısının ellerini sımsıkı tutuyor. Morarmış elleri kadının. Hasta bakıcı, kadının elini bırakmasını öneriyor bıkkınlıkla. Kadının ellerini sıkıyor inatla, ruhunu çekiştirerek. Başını yerden kaldırmadan “doktoru çağırın, diyor, gelsin bir daha baksın. Ne malum öldüğü? Belki tereddüt ediyor?” Kadının elini bırakırsa, asıl o zaman ölecek, kimseye anlatamıyor.


Yaşlanıveriyor hızlıca. Öyle bir hız ki saçları bile ağarmıyor. Dimdik ve seri yürüyor sokakta. Ne parktaki banka, ne kahvedeki sandalyeye oturan biri değil o. Adım attıkça ayağının altından kayan zamanı başından savıyor her gün ve saatlerce.  Dünyanın dönüş yönünün aksine hızlıca yürürse eğer, zamandan kaçacağı doğmuş içine. Evine dönünce her akşam, duvarları boyuyor nabız dalgaları gibi oynaşıp duran titrek elleriyle. Delirdiğini iddia eden eş-dost uğramaz oluyor evine. Oysa delirmiş falan değil. Ummaktan vazgeçmediği sürece ömrünce yanılmadığını ispat ederek ölecek. Bunu da kimseye anlatamıyor. Anlatacak kimsesi kalmadığından tabii. Olsun.



  

19 Haziran 2013 Çarşamba

"AZ ÖTEDE" OYNAMAK İSTEMİYORUZ





Benim de bir mahallem var. Adını ne yapacaksın, var işte. Gün ışıdı, sokağa attım kendimi, ayakkabılarımın bağcığı açıldığında uçlarını içine sokuşturduğum bir yaştayım. Kaç olduğunun önemi yok, küçük işte…

Bizim sokakta park yok inan. Çamurlu bir saha var, bazen onun bile içine sokmuyorlar. O yüzden yarım saat kadar yürürüm üşenmeden biraz aşağıdaki parkı güzel mahalleye. Ayakkabılarım eskidi bu yüzden. Güneşin ısıttığı metal salıncakların izi var bacaklarımda. Annem sormaz hiç nedenini..Öyle işte..

Parkın tüm boş salıncakları benim, en az ait olduğu mahalleli kadar severim. Nasıl sevmeyeyim, adım üzerimde; çocuk işte… Bir ağaç var parkta gölgesinde cirit atar bakışlarım, inseler de tırmansam diye. Her dalında ayrı meyve var, nasıl olur deme, oluyor işte…

Bir bekçisi var parkın, ağacın yanındaki sağlam kulübesinde. Bildin, evet, pek bayılmaz o bize. Kesmek istedi ağacı, dalı camına çarpıyor diye. Baltayla bir güzel adam edip, sobasında yakacak diye. Dalında meyve var, kesilir mi hiç, düşünemiyor işte..

Ben bu mahalleden değilim ama ağacı en az diğer çocuklar kadar severim, nasıl sevmem, bir  durup bakın, serin gölgesi ve renkli meyvelerine. Alınca eline baltayı, önünde dikildik direnip. Bekçi koşturdu peşimizden, kaçtık. Döndük ama hemen sonra, parktan çıkmadık. Günlerce sürdü bu. Öyle ki ayakkabısı yeni çocuk kalmadı içimizde. Her mahalleden onlarcası koştu biz ses verdikçe. Tanışmazdık, koşarken sevdik birbirimizi. İnsan koşarken bir başka severmiş meğer diğerini, öğrendik işte.

Nereden baksan çokuz biz, sayımızın önemi yok, bekçiden çok işte..Eline taş alanın yanağından öptük, koydu taşı yere. Bazen tuttu yakalayıp kolumuzdan bizi. Küçük yüzlerimizde yadigar bıraktı kocaman parmaklarının izini.  Bazen düştük, ekleyip kolumuzdaki bekçi izlerine kanayan dizlerimizi. Kimimizi kaybettik parkta, seslendik aradık, bulamadık. Çok ağladık . Çocuklar ağladıkça daha hızlı koşar, ve kimi çocuklar ağlasak da dönemez aramıza, iyi bilirim bizim mahalleden. Koşarken ve dönerken, dururken bazen, düşüp gülümseyerek kalkarken, ve ağlarken, tüm bunları nefesimiz kesilerek ve öksürerek yaparken, fark ettik ki dalı çoktan aşmış mesele. Nasıl olur deme, insan düşerken daha iyi anlıyor işte.. Değil mi ki, topumuzu kapmış, alıkoyarmış kulübesinde. Oyunlarımızı yasaklarmış rahatsız oluyor diye. Bizim sokakta hep yasak aslında. Ama olsun, her sokak bizim. Fark ettik ki bağırıp korkutur olmuş, sesimizi kısalım diye. Canı sıkıldıkça kulağımızı çeker olmuş, az ötede oynayalım diye. Koştukça fark ettik. Koştukça benim sokağımda bir park bile olmadığını unuttum. Koşarken yokluğu unutup, varlığın umudu doluyor insanın içine..Bu yüzden olacak, bir yandan ve hep bir ağızdan şarkılar da söyledik, bağırdık. Herkes kendini bağırdı  önce, başta yadırgadık, sonra alıştık birbirimizin sesine. Biz hep beraber koşarken, ilk defa ne güzel gülümsedik birbirimize öyle...

Bazen soluklanıp birbirimizin yarasını öptük, iyi gelirse diye. Ağacımız yaşasın diye. Bekçi oyunlarımızı susturmasın diye, topumuzu versin diye. Mahallemdeki maç sahasına dokunmasınlar diye. Tanımadığım kızıl saçlı çocuğun canını bir daha acıtmasın, saçı örgülü esmer kıza bağırmasın, sarışın tombul çocuğu her sabah caddenin karşısındaki bakkala ekmek almaya yollamasın diye. Cebimizdeki yemişlere göz koymasın diye. Ağaca kıymasın diye…”Az ötede” falan oynamak istemiyoruz diye…


Hep beraber ve günlerce koştuk.Düşüp kalkıp yorulduk. Yağmur yağdı üzerimize. İnsan yağmurun altında daha çok  örtüyormuş diğerini, fark ettik. Yağmur dinmeden parkın dışında ve bir eski kaldırımda birbirimize sokulup uyuyakaldık öylece. Uyandık sonra, duruyoruz şimdi. Bekçi durmamıza da kızıyor, bana sorma neden, git sor, orada işte.. Ama ağaç kalacak yerli yerinde.. Nereden biliyorsun dersen, bir umut var içimde..Nasıl tarif ederim çocuk cümlelerimle; umut işte.. Bekçi de yoruldu ama. Bence bizden çok yoruldu. Ağacı kurtarmışa benzeriz, sıra topta ve yasaklanmış oyunlarımızda bence..Sence?


29 Mayıs 2013 Çarşamba

Güneşin Köpekleri











Güneş yalnızlıktan ve umutsuzluktan üşümüş bir gün. Olmaz demeyin işte, olmuş. Havadaki buz kristallerine değen bıyıkları dahi donup kalınca, kendini bu denli düşkün hissetmeye dayanamamış. Her bir ateşten parçasını dünyaya saçarak; yanarak ve yakarak patlamak üzereyken tam, iki gözünden iki ayrı yanağına ve üstelik ilk kez düşen iki küçük gözyaşı, “Biz, demişler, yanındayız merak etmeyesin”.

“Üşümemi nasıl engellersiniz? Koskoca güneş dahi titrerken, şu dikenli kristaller batıyorken demiri eriten göğsüne, siz bu hale nasıl direnirsiniz?
“Bir geçici umutsuzluktan muzdaripsin ve çaresizliğine yalnızlığın yarenlik ediyor da ondan üşüyorsun işte.”
Demiş solundaki.
“Çoğaldığımıza göre duramaz artık kimse karşımızda. Yalnızlıktan men ederek sararız ışığı zayıflamış kalbini. Sen iyi olunca da çeker gideriz sessizce.”
Demiş sağındaki ışıyıp göz kırparak.
“De ki inandım size. Ne der halime insanoğlu? Güneş yanına iki fedai almış, güvenemiş alev alev yanan kalbine derse? Ateşimin kavurduğu çöller düşkünlüğümü fırsat bilip, ayaklanırsa? Dünyayı katı yürekli buzul sarar, durmaksızın kar düşürse yalnızca yağmur bilen yemyeşil ormana? Çıplak ayakla gezen kara çocukları kuru ağaç dalı gibi dondurup atıverirse kaskatı toprağa? “

“İnsanoğlunun bilmesi gerekmiyor. Şaşkınlığı uzun süre oyalayacaktır cehaletini onun. Bir alim sorarsa güneşe hayranlığımızdan hep, deriz. Merak etmeyesin.”

“Renklerinizi kıskanır yedi renkli sevgilim. Öyle nadir gelir ve öyle az kalır ki zaten. Öyle de kırılgandır ki kalbi..Yağmur salık vermeden öpmez bile beni.. Onsuz da öyle yalnızım ki. Ne bileyim, öfkeye kapılıp tümden terk ederse beni?”

“Çok küçük ışırız. Yanaşmayız da sana öyle…Onun ihtişamına yaklaşamayacak kadar kıymetsiz görünürüz. Üzmeyesin kendini.”


“Ay pusuda her gece. Benim soğuk kalpli hasmım sezer de, geceyi ve karanlığı alıkoyduğu yetmezmiş gibi günü de katarsa haremine? Boğarsa karanlığa gökyüzünü? Yem ederse uzak ve küçük hazımsız yıldızlara beni? Ah, bilmezsiniz, düşmanım ne çok..”

“Ayın da bilmesi gerekmiyor ki gerçeği. O gelince paçalarını öperiz, sorunca “güneşin köpekleriyiz” deriz. Büyüklüğünü sorgulamak bir yana dursun, sana olan hayranlığımıza gıpta edecek, gümüş eteğini gerisin geri sürüyecektir, emin ol.”



Güneş ikna olmuş. Yalnız olduğundan ve korktuğundan güneş.. Çaresizliğinden utanıp zavallı güneş.. En büyük korkular, kalbi en sıcak olanlara mahsus olduğundan reddedememiş.  İnsanlık ve ay, kimi kış mevsimi yakınlarında, güneşin iki yanında pırıldayan iki yalancı güneşe kim olduklarını sorunca, “güneşin köpekleriyiz” demişler. Ay, yıldız ordusundan bir teki karanlıkta dahi onlar kadar parlamıyor diye içerlemiş. Ona aşık kutup yıldızı, kıyamayıp bu tasasına, var gücüyle parlar olmuş da gelmiş neşesi biraz olsun. Gökkuşağının takıldıysa da yedi renkli güneş köpeklerine sürmeli kıskanç gözleri, güneşe aşkla değil, hizmet arzusuyla yakın duran, neyse ki pek sokulmayan bu iki köpeğin küçük renklerinde kendini görmek gönlününü bile okşar olmuş.


Donduran yalnızlığında, telaşa salan her çaresizliğinde gerçekten ama derinden korktuğunda, herkesten saklayarak çok geçmeden sildiğin, iki gözünden yüzünün iki yanına düşen birer damladır “Güneşin Köpekleri”.  Akıttıkça kendini sana bir türlü daha iyi, daha güçlü hissettiren.. Her Yunan mitinden insana düşen kaçınılmaz pay gibi.. 



Kandıran iki güneş..”Yalancı güneşler” demiş Yunan mitolojisi kimi kaynağa göre, beni hiç yanıltmayarak bahsedip muhakkak. Bazı kaynaklara göre daha yaygın olan “Güneşin Köpekleri” ismini de yine Yunan mitolojisi doğurmuş. Doyuran bir öykü ya da mit bulamadım aradım da. Hikayeyi uydurdum evet. Ama olabilirmiş de…

21 Mayıs 2013 Salı

Duvarınız Cam, Pencereniz Yok..





Sırada oturuyorum. Bazen kalkıp geziniyorum açık pencere bulurum umuduyla.
Duvar boydan boya cam, hiç pencere yok.
Duvar cam. Pencere yok.


Camlara yükleniyorum bütün ağırlığımı vererek avuçlarımın içine.
Ağaçları izlerken, her seferinde dallarındaki çiçeklerini kokusunu daha çok merak ediyorum. Cama dayıyorum burnumu, içime çekiyorum bir iki koku zerreciği bulur da gömersem ciğerlerime diye.
Ne imkansız şeyler umuyorum..

Sırada oturuyorum. Oturduğumda gerçekten iyi yapıyorum bunu. Dizlerim hareketsiz, soğuk kara metalini öpüyor masamın. Sıram ahşap ancak metali aratmayacak kadar soğuk. Üşüdüğüme direnmeksizin oturuyorum. Önümdeki saman kağıdını havaya kaldırıp ışığa tutuyorum. Binbir hayal gösteriyor bana içine saklı sıkıştırılmış krem-kahve gölgeler.. Sıramın üzerine koyuyorum sonra. Kimse yok burada. Merak ederseniz, kapı da kilitli. Hiç çıkış yok..
Belki, çoktan çıkarılıp ardiyeye atılmış sobanın duvarda bıraktığı öksüz delik?…Olmaz değil mi..


Yazacak bir şey bulamadıkça duvarın köşesindeki plastik çöp kutusuna sokulup, omzumu duvara dayayarak kalemimi açıyorum.Kalemimin ucunu kırana kadar çeviriyorum. Kırılınca yerime oturuyorum.

Sırada oturuyorum. Bazen kalkıp dışarıdaki seyyar satıcıyı izliyorum. Uzun sopasına nizamla tutturulmuş sarı ve pembe pamuk şekerlerin tadını merak ediyorum. Alnımı duvara dayıyorum.
Duvar boydan boya cam, hiç pencere yok.
Duvar cam. Pencere yok…


Önümdeki kağıdın yüzündeki kırışıklıkları izliyorum.Defalarca kağıttan gemi yaptım ben. Yüzdürecek deniz yok. Açtım. Uçak yaptım. Henüz havalanmışken yapışıp cama, titreyerek düştü önüme. Açtım. Şapka yaptım. Güneş yok. Açtım..

Bazen bir öfke sarıyor, çizmediğim her şeyi siliyorum kağıttan. Çizmediğini silmek daha zor. Nerede duracağını bilmiyor insan. Yeterince iyi olduğundan emin olamıyor. Yeterince yok ettiğine ikna olamıyor.

Kara tahtanın üzerinde tıkırdayarak gezen bilge sarı tebeşirim benim… Neyse ki o var. Başka hiçbir şeyin içime konmadığı, hiçbir türlü içimi sarmadığı,  penceresiz kapısız ve kokusuz bu odada, önüme konmuş kalemi bileyip küçültürken öfkeyle, o bitmesin diye tahtaya fazla bastırmadan titizlikle yazıyorum. Gece olduğunda tahtaya yaklaşıp alıyorum elime, ya da o beni eline, inanın emin olmak zor. Yüzüme gülümseyerek yaklaştırarak kokluyorum önce. Sonra tahtaya usulca dokunduruyorum. Ay ışığının aydınlattığı bu sınav odasında, yazarak anlatıyorum; uçuşturarak tozunu keyifle ve tahtanın pürüzsüz yüzeyinde gezinerek, gülümseyerek dinliyor. Sonra o anlatıyor. Onu okurken ölebilirim. Bana camın ardındaki kuşların seslerini ve ağaç dalındaki  bahar çiçeklerinin kokusunu, kapının açılacağı anı, sınavı vereceğim günü anlatıyor.  Yalanı olmasın diye uyarıyor bazen:
“Dışarıda bazen kar yağar, hazır mısın?”
Tahtaya kocaman bir “Evet” yazıyorum.
“ Tüm çiçekler kuruduğunda yaprakları toplayıp toprağı temizlemen gerekecek, yapar mısın?”
 Cevabı yineliyorum.
“Bazen bir bankın üzerinde üşüyerek uyumalısın, korkar mısın?”
Küçük bir “Hayır” yazıyorum.
Gülümsüyor sarı bilge tebeşir..
Gün ışımaya başlayacağı konusunda uyarana dek yazıyorum, okuyorum, yazıyorum, okuy..Uyuyakalıyorum öylece ayakta ve kara tahtanın önünde.
Uyandığımda yerime oturup uzaktan okuyorum yazdıklarımı. Sonra yaklaşıp sessizce siliyorum, yer yaparak sıradaki geceye.

Bir sınav..Bir sorusuz sınav.. Haliyle cevapsız.. Nasıl geçileceğine dair tek bir kriter yok. Varsa da tahmini zor. Boğazımı ıslatacağım bir damla su yok. Zamana konmuş sınırlar yok. Bir ölümsüz sınav. Bir sonsuz.. Yan odada duvarı çaresizce yumruklayan bir başkasının sesi geliyor ara sıra. Dışarıyı gören cam duvar dışında her bir duvarın arkasında başka birinin sınavı var biliyor musunuz? Tabi ki biliyorsunuz..
Bunu anlıyorum. Herkes için geçerli olanı yaşıyor olmayı anlıyor, adaletten hoşlanıyor ve itiraz etmiyorum. Duvarları falan yumruklamıyorum beklerken. Kimisi camın dirayetini test ediyor yan odada bazen. Camların kırılgan olmadığını anlayınca son buluyor gürültü. Bazen bir kapı gıcırtısı duyuyorum. Kendi kapıma koşup, kalbim çarparak kulağımı dayıyor, koridorda keyifle uzaklaşan yabancı adımların zeminde bıraktığı özgürlüğün sesini dinliyorum. Çok imreniyorum. Herkesin bir zamanı var, anlatmak boş. Zira benim kadar iyi biliyorsunuz. Yan odadasınız. Kendi sınavınızda. Soluk alıp verişinizi duyuyorum.
Duvarınız boydan boya cam, hiç pencereniz yok.
Duvarınız cam. Pencereniz yok…




18 Mayıs 2013 Cumartesi

HATIRDA KALIR BİRİ




Kadın elindeki market poşetini kaldırıma fırlatarak bağırıp çağırmaya başladı.Kaldırımda, yürüyen yeşil adamın onayını bekleyen kalabalık yalnızca başını ondan yana çevirip bakınmakla yetindi.İçlerinden biri adımını caddeye attığında geri kalanı da toparlanarak başından beri yenilmedikleri birer fiske merakı da yola serpiştirerek arkalarında bıraktılar onu. Uzaklaştıklarından emin olunca eğilip etrafa dağılan elmaları poşete sakince doldurarak geçen ilk taksiye bindi.

Şoför nereye gideceğini sorunca hıçkırarak ağlamaya başladı arada göz atarak dikiz aynasına şoförün meraklı ve ilgili gözleriyle çarpışmak için. Ancak şoför kadın karar verinceye kadar taksimetreye büyük laflar ettirecek ters bir yola girmenin daha mantıklı olacağına karar vermiş, radyonun sesini açmıştı çoktan. Popüler, hareketli bir şarkı başlayınca kadının gözyaşları da kuruyuverdi birden. Birkaç dakika öncesini yaşamamışcasına parmaklarıyla dizlerine tempo tutarak dışarıyı izlemeye başladı kadın, ağzından bir cadde ismi çıkarıp verdi adama. Adam gözlerini açıp kapattı “olur” anlamında.

Kadın sahil caddesinde indi taksiden. Havada baharın anlık özenişi vardı yaza. Bir banka oturup vapurlardan kaçışan dalgaları izlemeye koyuldu. Yanına yaşlı bir adam oturdu kadının. Bastonunu bankın arka kısmına asıp gazetesini açtı adam, gözlüğünü düzeltti. Kadın başını adamın omzuna koyuverdi. Bir süre kalakaldılar öylece. Kadın adamın geri çekilmesini ve ona gözlüğünün altından ters ters bakmasını, ya da hiçbir şey söylemeden kalkıp gitmesini bekledi. Adam başını hafifçe sağa çevirip bakmıştı ama yadırgayan bir ifadeyle değil. Hemen sonra gazetesine dönmüştü zaten. Sayfayı çevirince adam, kadının adamın omzundaki başının rahatı bozuldu. Çekildi kadın poşetini yerden alıp sahil boyunca yürümeye başladı.

Annesinin elini çekiştirerek bir çocuk, ona mor deniz anasını göstermeye çalışıyordu. Kadın durdu yanlarında. Poşeti yere bırakıp, dizlerinin üzerinde çömelerek çocuğun kulağına bir şey fısıldadı, geri çekilip sordu.”Bunu duydun mu?” Çocuk başını salladı. “Peki, diye ekledi kadın, ne hissettirdi sana bu?” Çocuk “çok üzüldüm” dedi, ekledi “ şu poşetlerin arasında kalmış deniz anası gibisin o halde” dedi. Kadın başını sol omzu üzerinden eğerek, denize baktı. Çocuğun annesi çocuğu çekiştirerek uzaklaştı denizin kıyısından. Kadın bir süre dizlerinin üzerine çökmüş bakakaldı denize. Mor deniz anasına baktı. Üzerindeki mor elbiseye baktı. Tek benzerliğin bu olmadığının farkındaydı çocuk kadar o da.. Kalkıp dizlerini sildi elleriyle. Yürüdü eve.

Akşam çocukları ve eşi eve geldiğinde, ve masayı kurduğunda, yemek yerken, bulaşıkları yıkarken ve televizyon başında elmaları soyarken, en sevdiği diziyi izlerken, kocasına sorduğu sorunun yanıtını alamazken, çocukları uyarılarını dinlemeyip topu vitrine attıklarında, ve vazonun kırıntılarını toplarken, yatağa girdiklerinde sessizce gözlerini kaparken son derece sıradandı kadın. Kendi varlığından şüphe ederek geçiriyordu bu saatleri. Ancak diğer yandan ve neyse ki bir sonraki günü iple çekebiliyordu hala. Yarın başka semtte başka bir pazardan alacaktı elmayı, kim bilir bu kez insanlara ne sıra dışı görünecekti..Hissettirmeseler de her birinin eve gidip ondan bahsettiğini adı gibi biliyordu. Son bir haftadır yaptığı adı her neyse bu şey, var olduğunu hissetmek konusunda en etkili ilacı olmuştu. “Hatırda kalır biriyim” dedi kendi kendine. Gülümsedi.Uyudu. 

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Dizlerindeki Yara İzlerini Öpenler




Babam güçlü olmaya dair tek cümle kurmadı ömrümce..Gece yarıları bir küçüğün yanına boylu boyunca uzanmış beyaz peynirin dalgalandırdığı mazisi elverdiğince üç beş nasihat.. Küçük bir denklemde dört bilinmeyenli denklem.. Gözlerini koca koca açmış kendini bilmez çocuklar yani, bazen uykuları gelmiş de geçmiş..Babam bolca soru sorardı, cevabı içine sığışmış hepsinin, usturupsuz cevaplar vermeyelim diye.Cevaplaması en zor olanları seçer zaten her baba ki bir korkudur kuşatır, alıkoyar da cevabı kendine saklatır bir ömür..

Babam..Güçlü olmaya dair tek bir cümle kurmadı ömrümce.. Kimi yasaklar indi boğazımızdan aşağı, öyle pürüzsüz aktılar ki nasıl yuttuğumuzu fark etmedik çoğu kez... Sorsalar tadını bilmediğimiz ancak tatmanın ve yadsımanın ötesine geçtiğimiz türden her biri..Yasakları uzunca süre koltuk değneği diye sırtımızda taşıdık; kolumuzun altında değil..Öyle ağırdı ki, sızlanmaktan vaktimiz olmadı nedenini düşünmeye, ardını eşelemeye..Öğrenmeye...Öğrenemeyecek kadar bağlıydık yasakların bizi temsilen ettiği işgüzar ve emrivaki yeminlere..Tabi bir süre..

Bilmiyorum o yüzden, neye karşı nasıl ayakta durulur, neden ardıma bakmadan kaçmalı seçemiyorum pek. Kaçmayı da bilmiyorum zaten; de ki seçebildim. Varsayalım bildim, sevmiyorum kaçmak.. Kaypakça geliyor..Yaşayıp altüst olanların hikayelerinde yalan yok, yaşamadan atlatılmış öykülerinse inanırlığı...Babam çocukluğumuzca ve gençliğimizce "ben yaşadım canım yandı, siz yaşamayın" ı ezberletip, yetişkinliğimizin"ben yaşamadım, siz yaşayın" ezberbozanı oldu birdenbire.. Oysa biz,  çoktan dayatılmış ezberlerimizi bozmuş, koltuk değneklerimizi kırıp sapan yapmıştık..Ne çok cam kırmıştık, bilmek istemezdi eminim..Hala güçlü olmaya dair en ufak fikrimiz yoksa da, güçlü olmanın beş para etmediğine, dahası, duygularla lanetlenmiş her canlı gibi güçten ve dirayetten  doğuştan men edilmişliğimizi hazmetmiştik bile..

Yine de, her çocuk gibi, babamın ölümsüzlüğüne ve artık bana uzanıp dokunmayan yasaklarına ihtiyacım var..
Bilmiyorum nereden geldi aklıma,
Hiç görmediğimiz insanlarca konmuş yasaklara riayet ederken, kapalı mekanlarda sigara içmiyor ve kamusal alanlarda pek de öpüşmüyorken, her insanın çocukluğunda anlamadığı, gençliğinde reddettiği baba yasağına özlemi olmalı bana sorarsanız..Kanunların insanları değil, devlet otoritesinin sürerliğini koruduğu ve düzenin "yara almadan öğren istiyorum" yerine " canımı sıkma benim" anlayışından büyüdükçe tiksinmiş her yetişkinin komutları tanıdık çatık kaşlardan alası, o bilindik  "neredesin bu saate kadar!" ı duyası olmalı bence..


İnsan küçük evreninden koptukça, atmosfer tabakalarını aştıkça unufak olan, heybetini-görkemini acınası yollarla yitiren bir zavallı gök taşına benziyor..Hesaplarınızı yalanlayan faturalar elinize tutuşturuldukça, asla büyümeyeceğinizi garanti ederim. Yanılma halimde, başıma gelecek tek şey bir başka şaşkınlık olacaktır. Büyük risk değil...

Babam, güçlü olmaya dair tek cümle kurmadı ömrünce..Sanıyorum biraz gerçekçi olduğundan..Sanırım biraz..Neyse işte..İyi ki kurmadı, iyi ki mümkün olmayan üzerine, tatmadığı ve yaşamadığı, tanık olmadığı ve olmayacağı üzerine koca bir yalan söylemedi bize..İyi ki öyle bir iddiam yok, ve bu yüzdendir ki dizlerindeki yara izlerini minnetle öpenlerdenim ben de..