29 Mayıs 2013 Çarşamba

Güneşin Köpekleri











Güneş yalnızlıktan ve umutsuzluktan üşümüş bir gün. Olmaz demeyin işte, olmuş. Havadaki buz kristallerine değen bıyıkları dahi donup kalınca, kendini bu denli düşkün hissetmeye dayanamamış. Her bir ateşten parçasını dünyaya saçarak; yanarak ve yakarak patlamak üzereyken tam, iki gözünden iki ayrı yanağına ve üstelik ilk kez düşen iki küçük gözyaşı, “Biz, demişler, yanındayız merak etmeyesin”.

“Üşümemi nasıl engellersiniz? Koskoca güneş dahi titrerken, şu dikenli kristaller batıyorken demiri eriten göğsüne, siz bu hale nasıl direnirsiniz?
“Bir geçici umutsuzluktan muzdaripsin ve çaresizliğine yalnızlığın yarenlik ediyor da ondan üşüyorsun işte.”
Demiş solundaki.
“Çoğaldığımıza göre duramaz artık kimse karşımızda. Yalnızlıktan men ederek sararız ışığı zayıflamış kalbini. Sen iyi olunca da çeker gideriz sessizce.”
Demiş sağındaki ışıyıp göz kırparak.
“De ki inandım size. Ne der halime insanoğlu? Güneş yanına iki fedai almış, güvenemiş alev alev yanan kalbine derse? Ateşimin kavurduğu çöller düşkünlüğümü fırsat bilip, ayaklanırsa? Dünyayı katı yürekli buzul sarar, durmaksızın kar düşürse yalnızca yağmur bilen yemyeşil ormana? Çıplak ayakla gezen kara çocukları kuru ağaç dalı gibi dondurup atıverirse kaskatı toprağa? “

“İnsanoğlunun bilmesi gerekmiyor. Şaşkınlığı uzun süre oyalayacaktır cehaletini onun. Bir alim sorarsa güneşe hayranlığımızdan hep, deriz. Merak etmeyesin.”

“Renklerinizi kıskanır yedi renkli sevgilim. Öyle nadir gelir ve öyle az kalır ki zaten. Öyle de kırılgandır ki kalbi..Yağmur salık vermeden öpmez bile beni.. Onsuz da öyle yalnızım ki. Ne bileyim, öfkeye kapılıp tümden terk ederse beni?”

“Çok küçük ışırız. Yanaşmayız da sana öyle…Onun ihtişamına yaklaşamayacak kadar kıymetsiz görünürüz. Üzmeyesin kendini.”


“Ay pusuda her gece. Benim soğuk kalpli hasmım sezer de, geceyi ve karanlığı alıkoyduğu yetmezmiş gibi günü de katarsa haremine? Boğarsa karanlığa gökyüzünü? Yem ederse uzak ve küçük hazımsız yıldızlara beni? Ah, bilmezsiniz, düşmanım ne çok..”

“Ayın da bilmesi gerekmiyor ki gerçeği. O gelince paçalarını öperiz, sorunca “güneşin köpekleriyiz” deriz. Büyüklüğünü sorgulamak bir yana dursun, sana olan hayranlığımıza gıpta edecek, gümüş eteğini gerisin geri sürüyecektir, emin ol.”



Güneş ikna olmuş. Yalnız olduğundan ve korktuğundan güneş.. Çaresizliğinden utanıp zavallı güneş.. En büyük korkular, kalbi en sıcak olanlara mahsus olduğundan reddedememiş.  İnsanlık ve ay, kimi kış mevsimi yakınlarında, güneşin iki yanında pırıldayan iki yalancı güneşe kim olduklarını sorunca, “güneşin köpekleriyiz” demişler. Ay, yıldız ordusundan bir teki karanlıkta dahi onlar kadar parlamıyor diye içerlemiş. Ona aşık kutup yıldızı, kıyamayıp bu tasasına, var gücüyle parlar olmuş da gelmiş neşesi biraz olsun. Gökkuşağının takıldıysa da yedi renkli güneş köpeklerine sürmeli kıskanç gözleri, güneşe aşkla değil, hizmet arzusuyla yakın duran, neyse ki pek sokulmayan bu iki köpeğin küçük renklerinde kendini görmek gönlününü bile okşar olmuş.


Donduran yalnızlığında, telaşa salan her çaresizliğinde gerçekten ama derinden korktuğunda, herkesten saklayarak çok geçmeden sildiğin, iki gözünden yüzünün iki yanına düşen birer damladır “Güneşin Köpekleri”.  Akıttıkça kendini sana bir türlü daha iyi, daha güçlü hissettiren.. Her Yunan mitinden insana düşen kaçınılmaz pay gibi.. 



Kandıran iki güneş..”Yalancı güneşler” demiş Yunan mitolojisi kimi kaynağa göre, beni hiç yanıltmayarak bahsedip muhakkak. Bazı kaynaklara göre daha yaygın olan “Güneşin Köpekleri” ismini de yine Yunan mitolojisi doğurmuş. Doyuran bir öykü ya da mit bulamadım aradım da. Hikayeyi uydurdum evet. Ama olabilirmiş de…

21 Mayıs 2013 Salı

Duvarınız Cam, Pencereniz Yok..





Sırada oturuyorum. Bazen kalkıp geziniyorum açık pencere bulurum umuduyla.
Duvar boydan boya cam, hiç pencere yok.
Duvar cam. Pencere yok.


Camlara yükleniyorum bütün ağırlığımı vererek avuçlarımın içine.
Ağaçları izlerken, her seferinde dallarındaki çiçeklerini kokusunu daha çok merak ediyorum. Cama dayıyorum burnumu, içime çekiyorum bir iki koku zerreciği bulur da gömersem ciğerlerime diye.
Ne imkansız şeyler umuyorum..

Sırada oturuyorum. Oturduğumda gerçekten iyi yapıyorum bunu. Dizlerim hareketsiz, soğuk kara metalini öpüyor masamın. Sıram ahşap ancak metali aratmayacak kadar soğuk. Üşüdüğüme direnmeksizin oturuyorum. Önümdeki saman kağıdını havaya kaldırıp ışığa tutuyorum. Binbir hayal gösteriyor bana içine saklı sıkıştırılmış krem-kahve gölgeler.. Sıramın üzerine koyuyorum sonra. Kimse yok burada. Merak ederseniz, kapı da kilitli. Hiç çıkış yok..
Belki, çoktan çıkarılıp ardiyeye atılmış sobanın duvarda bıraktığı öksüz delik?…Olmaz değil mi..


Yazacak bir şey bulamadıkça duvarın köşesindeki plastik çöp kutusuna sokulup, omzumu duvara dayayarak kalemimi açıyorum.Kalemimin ucunu kırana kadar çeviriyorum. Kırılınca yerime oturuyorum.

Sırada oturuyorum. Bazen kalkıp dışarıdaki seyyar satıcıyı izliyorum. Uzun sopasına nizamla tutturulmuş sarı ve pembe pamuk şekerlerin tadını merak ediyorum. Alnımı duvara dayıyorum.
Duvar boydan boya cam, hiç pencere yok.
Duvar cam. Pencere yok…


Önümdeki kağıdın yüzündeki kırışıklıkları izliyorum.Defalarca kağıttan gemi yaptım ben. Yüzdürecek deniz yok. Açtım. Uçak yaptım. Henüz havalanmışken yapışıp cama, titreyerek düştü önüme. Açtım. Şapka yaptım. Güneş yok. Açtım..

Bazen bir öfke sarıyor, çizmediğim her şeyi siliyorum kağıttan. Çizmediğini silmek daha zor. Nerede duracağını bilmiyor insan. Yeterince iyi olduğundan emin olamıyor. Yeterince yok ettiğine ikna olamıyor.

Kara tahtanın üzerinde tıkırdayarak gezen bilge sarı tebeşirim benim… Neyse ki o var. Başka hiçbir şeyin içime konmadığı, hiçbir türlü içimi sarmadığı,  penceresiz kapısız ve kokusuz bu odada, önüme konmuş kalemi bileyip küçültürken öfkeyle, o bitmesin diye tahtaya fazla bastırmadan titizlikle yazıyorum. Gece olduğunda tahtaya yaklaşıp alıyorum elime, ya da o beni eline, inanın emin olmak zor. Yüzüme gülümseyerek yaklaştırarak kokluyorum önce. Sonra tahtaya usulca dokunduruyorum. Ay ışığının aydınlattığı bu sınav odasında, yazarak anlatıyorum; uçuşturarak tozunu keyifle ve tahtanın pürüzsüz yüzeyinde gezinerek, gülümseyerek dinliyor. Sonra o anlatıyor. Onu okurken ölebilirim. Bana camın ardındaki kuşların seslerini ve ağaç dalındaki  bahar çiçeklerinin kokusunu, kapının açılacağı anı, sınavı vereceğim günü anlatıyor.  Yalanı olmasın diye uyarıyor bazen:
“Dışarıda bazen kar yağar, hazır mısın?”
Tahtaya kocaman bir “Evet” yazıyorum.
“ Tüm çiçekler kuruduğunda yaprakları toplayıp toprağı temizlemen gerekecek, yapar mısın?”
 Cevabı yineliyorum.
“Bazen bir bankın üzerinde üşüyerek uyumalısın, korkar mısın?”
Küçük bir “Hayır” yazıyorum.
Gülümsüyor sarı bilge tebeşir..
Gün ışımaya başlayacağı konusunda uyarana dek yazıyorum, okuyorum, yazıyorum, okuy..Uyuyakalıyorum öylece ayakta ve kara tahtanın önünde.
Uyandığımda yerime oturup uzaktan okuyorum yazdıklarımı. Sonra yaklaşıp sessizce siliyorum, yer yaparak sıradaki geceye.

Bir sınav..Bir sorusuz sınav.. Haliyle cevapsız.. Nasıl geçileceğine dair tek bir kriter yok. Varsa da tahmini zor. Boğazımı ıslatacağım bir damla su yok. Zamana konmuş sınırlar yok. Bir ölümsüz sınav. Bir sonsuz.. Yan odada duvarı çaresizce yumruklayan bir başkasının sesi geliyor ara sıra. Dışarıyı gören cam duvar dışında her bir duvarın arkasında başka birinin sınavı var biliyor musunuz? Tabi ki biliyorsunuz..
Bunu anlıyorum. Herkes için geçerli olanı yaşıyor olmayı anlıyor, adaletten hoşlanıyor ve itiraz etmiyorum. Duvarları falan yumruklamıyorum beklerken. Kimisi camın dirayetini test ediyor yan odada bazen. Camların kırılgan olmadığını anlayınca son buluyor gürültü. Bazen bir kapı gıcırtısı duyuyorum. Kendi kapıma koşup, kalbim çarparak kulağımı dayıyor, koridorda keyifle uzaklaşan yabancı adımların zeminde bıraktığı özgürlüğün sesini dinliyorum. Çok imreniyorum. Herkesin bir zamanı var, anlatmak boş. Zira benim kadar iyi biliyorsunuz. Yan odadasınız. Kendi sınavınızda. Soluk alıp verişinizi duyuyorum.
Duvarınız boydan boya cam, hiç pencereniz yok.
Duvarınız cam. Pencereniz yok…




18 Mayıs 2013 Cumartesi

HATIRDA KALIR BİRİ




Kadın elindeki market poşetini kaldırıma fırlatarak bağırıp çağırmaya başladı.Kaldırımda, yürüyen yeşil adamın onayını bekleyen kalabalık yalnızca başını ondan yana çevirip bakınmakla yetindi.İçlerinden biri adımını caddeye attığında geri kalanı da toparlanarak başından beri yenilmedikleri birer fiske merakı da yola serpiştirerek arkalarında bıraktılar onu. Uzaklaştıklarından emin olunca eğilip etrafa dağılan elmaları poşete sakince doldurarak geçen ilk taksiye bindi.

Şoför nereye gideceğini sorunca hıçkırarak ağlamaya başladı arada göz atarak dikiz aynasına şoförün meraklı ve ilgili gözleriyle çarpışmak için. Ancak şoför kadın karar verinceye kadar taksimetreye büyük laflar ettirecek ters bir yola girmenin daha mantıklı olacağına karar vermiş, radyonun sesini açmıştı çoktan. Popüler, hareketli bir şarkı başlayınca kadının gözyaşları da kuruyuverdi birden. Birkaç dakika öncesini yaşamamışcasına parmaklarıyla dizlerine tempo tutarak dışarıyı izlemeye başladı kadın, ağzından bir cadde ismi çıkarıp verdi adama. Adam gözlerini açıp kapattı “olur” anlamında.

Kadın sahil caddesinde indi taksiden. Havada baharın anlık özenişi vardı yaza. Bir banka oturup vapurlardan kaçışan dalgaları izlemeye koyuldu. Yanına yaşlı bir adam oturdu kadının. Bastonunu bankın arka kısmına asıp gazetesini açtı adam, gözlüğünü düzeltti. Kadın başını adamın omzuna koyuverdi. Bir süre kalakaldılar öylece. Kadın adamın geri çekilmesini ve ona gözlüğünün altından ters ters bakmasını, ya da hiçbir şey söylemeden kalkıp gitmesini bekledi. Adam başını hafifçe sağa çevirip bakmıştı ama yadırgayan bir ifadeyle değil. Hemen sonra gazetesine dönmüştü zaten. Sayfayı çevirince adam, kadının adamın omzundaki başının rahatı bozuldu. Çekildi kadın poşetini yerden alıp sahil boyunca yürümeye başladı.

Annesinin elini çekiştirerek bir çocuk, ona mor deniz anasını göstermeye çalışıyordu. Kadın durdu yanlarında. Poşeti yere bırakıp, dizlerinin üzerinde çömelerek çocuğun kulağına bir şey fısıldadı, geri çekilip sordu.”Bunu duydun mu?” Çocuk başını salladı. “Peki, diye ekledi kadın, ne hissettirdi sana bu?” Çocuk “çok üzüldüm” dedi, ekledi “ şu poşetlerin arasında kalmış deniz anası gibisin o halde” dedi. Kadın başını sol omzu üzerinden eğerek, denize baktı. Çocuğun annesi çocuğu çekiştirerek uzaklaştı denizin kıyısından. Kadın bir süre dizlerinin üzerine çökmüş bakakaldı denize. Mor deniz anasına baktı. Üzerindeki mor elbiseye baktı. Tek benzerliğin bu olmadığının farkındaydı çocuk kadar o da.. Kalkıp dizlerini sildi elleriyle. Yürüdü eve.

Akşam çocukları ve eşi eve geldiğinde, ve masayı kurduğunda, yemek yerken, bulaşıkları yıkarken ve televizyon başında elmaları soyarken, en sevdiği diziyi izlerken, kocasına sorduğu sorunun yanıtını alamazken, çocukları uyarılarını dinlemeyip topu vitrine attıklarında, ve vazonun kırıntılarını toplarken, yatağa girdiklerinde sessizce gözlerini kaparken son derece sıradandı kadın. Kendi varlığından şüphe ederek geçiriyordu bu saatleri. Ancak diğer yandan ve neyse ki bir sonraki günü iple çekebiliyordu hala. Yarın başka semtte başka bir pazardan alacaktı elmayı, kim bilir bu kez insanlara ne sıra dışı görünecekti..Hissettirmeseler de her birinin eve gidip ondan bahsettiğini adı gibi biliyordu. Son bir haftadır yaptığı adı her neyse bu şey, var olduğunu hissetmek konusunda en etkili ilacı olmuştu. “Hatırda kalır biriyim” dedi kendi kendine. Gülümsedi.Uyudu. 

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Dizlerindeki Yara İzlerini Öpenler




Babam güçlü olmaya dair tek cümle kurmadı ömrümce..Gece yarıları bir küçüğün yanına boylu boyunca uzanmış beyaz peynirin dalgalandırdığı mazisi elverdiğince üç beş nasihat.. Küçük bir denklemde dört bilinmeyenli denklem.. Gözlerini koca koca açmış kendini bilmez çocuklar yani, bazen uykuları gelmiş de geçmiş..Babam bolca soru sorardı, cevabı içine sığışmış hepsinin, usturupsuz cevaplar vermeyelim diye.Cevaplaması en zor olanları seçer zaten her baba ki bir korkudur kuşatır, alıkoyar da cevabı kendine saklatır bir ömür..

Babam..Güçlü olmaya dair tek bir cümle kurmadı ömrümce.. Kimi yasaklar indi boğazımızdan aşağı, öyle pürüzsüz aktılar ki nasıl yuttuğumuzu fark etmedik çoğu kez... Sorsalar tadını bilmediğimiz ancak tatmanın ve yadsımanın ötesine geçtiğimiz türden her biri..Yasakları uzunca süre koltuk değneği diye sırtımızda taşıdık; kolumuzun altında değil..Öyle ağırdı ki, sızlanmaktan vaktimiz olmadı nedenini düşünmeye, ardını eşelemeye..Öğrenmeye...Öğrenemeyecek kadar bağlıydık yasakların bizi temsilen ettiği işgüzar ve emrivaki yeminlere..Tabi bir süre..

Bilmiyorum o yüzden, neye karşı nasıl ayakta durulur, neden ardıma bakmadan kaçmalı seçemiyorum pek. Kaçmayı da bilmiyorum zaten; de ki seçebildim. Varsayalım bildim, sevmiyorum kaçmak.. Kaypakça geliyor..Yaşayıp altüst olanların hikayelerinde yalan yok, yaşamadan atlatılmış öykülerinse inanırlığı...Babam çocukluğumuzca ve gençliğimizce "ben yaşadım canım yandı, siz yaşamayın" ı ezberletip, yetişkinliğimizin"ben yaşamadım, siz yaşayın" ezberbozanı oldu birdenbire.. Oysa biz,  çoktan dayatılmış ezberlerimizi bozmuş, koltuk değneklerimizi kırıp sapan yapmıştık..Ne çok cam kırmıştık, bilmek istemezdi eminim..Hala güçlü olmaya dair en ufak fikrimiz yoksa da, güçlü olmanın beş para etmediğine, dahası, duygularla lanetlenmiş her canlı gibi güçten ve dirayetten  doğuştan men edilmişliğimizi hazmetmiştik bile..

Yine de, her çocuk gibi, babamın ölümsüzlüğüne ve artık bana uzanıp dokunmayan yasaklarına ihtiyacım var..
Bilmiyorum nereden geldi aklıma,
Hiç görmediğimiz insanlarca konmuş yasaklara riayet ederken, kapalı mekanlarda sigara içmiyor ve kamusal alanlarda pek de öpüşmüyorken, her insanın çocukluğunda anlamadığı, gençliğinde reddettiği baba yasağına özlemi olmalı bana sorarsanız..Kanunların insanları değil, devlet otoritesinin sürerliğini koruduğu ve düzenin "yara almadan öğren istiyorum" yerine " canımı sıkma benim" anlayışından büyüdükçe tiksinmiş her yetişkinin komutları tanıdık çatık kaşlardan alası, o bilindik  "neredesin bu saate kadar!" ı duyası olmalı bence..


İnsan küçük evreninden koptukça, atmosfer tabakalarını aştıkça unufak olan, heybetini-görkemini acınası yollarla yitiren bir zavallı gök taşına benziyor..Hesaplarınızı yalanlayan faturalar elinize tutuşturuldukça, asla büyümeyeceğinizi garanti ederim. Yanılma halimde, başıma gelecek tek şey bir başka şaşkınlık olacaktır. Büyük risk değil...

Babam, güçlü olmaya dair tek cümle kurmadı ömrünce..Sanıyorum biraz gerçekçi olduğundan..Sanırım biraz..Neyse işte..İyi ki kurmadı, iyi ki mümkün olmayan üzerine, tatmadığı ve yaşamadığı, tanık olmadığı ve olmayacağı üzerine koca bir yalan söylemedi bize..İyi ki öyle bir iddiam yok, ve bu yüzdendir ki dizlerindeki yara izlerini minnetle öpenlerdenim ben de..