30 Ocak 2013 Çarşamba

Tüketerek Tamamlanmak




Kadın yarım konuşuyor. Şöyle yarım, şu şekilde eksik:

"Nasıl...?  Ama..? Yetmeli...Eşim daha bu sabah...Bakiye yetmeli..Dalga mı geç..."

İnanın aynen bunları söylüyor..İnanın yarım konuşuyor..

Yarım konuşmak da neymiş, demeyin..Oluyor işte..Hep oluyor..



Bir anne kızına

"Olmaz..Biraz daha..olmalı.."

diyor eteğıne bakıp.Kız anlıyor muhakkak..Ben part-time konsantrasyonla pek de anlamıyorum ama olasılıklar konusunda tecrübe sahibiyim. Daha uzun bir model tutuşturuyorum ellerine. Sosyolojiye giriş dersinin vizesi var elli dakika sonra.

Genç bir kız, arkadaşına
"Basenlerim..Önceki kız arkadaşı... Bu çok.. gösteriyor..olmaz..." diyor

Kabinden uzanan el,
" Kalıp dar.. yoksa ben aslında 36.."
diyor, aklımdan tamamlıyorum cümleyi, 38  beden olanını uzatıyorum.


Askıdan düşürdüğünü elime tutuşturan kadın,
"Bunun...yok mu?" diyor.

İnanın öyle diyor. Herkes yarım konuşuyor. O kadar yorucu ki tamamlamak..Beynim uyuşuyor, karıncalanıyor.

İşim, burayı bir tür acil servise çeviren insanların kanamayı sürdüren yaralarını sezonun favori renkleriyle sarmak. Kanama şiddetini azaltmak için kalp seviyesinden yukarıda tutuyorum yarayı. Parayı uzattıkça kalp seviyesinden de uzaklaşır hemen hemen tüm yaralar.. Eğer göğsünün tam ortasından, aniden boş kalmış kollarından, daha incesi bulunmuş belinden, içinde binbir türlü fikrin birbirini ıskalayan kurşunlar gibi öfkeyle uçuştuğu başından  henüz ve derinden yara almış  bir kadınsa canhıraş kabine kendini atan, durum daha ciddi olduğundan, bası noktalarına yüklenerek durduruyorum kanı. Basenlerine, göbeğine, haddinden büyükse göğüslerine baskı uygulayarak onları bir beden küçük giysilerin içine sığıştırmam gerekebiliyor. Olduğunuzdan daha zayıf gösteren bir elbisenin içindeyken, sizi terkeden adamı daha az önemsersiniz, ve kuşkusuz kanamanın şiddetini azaltacaktır bu. Yarım kalmışlığınızı da..Bir süreliğine. Etkisi geçtiğindeyse, yine bana geleceksiniz.


Kan kaybetmek şoka girmeye sebep oluyor. İşim vücut ısınızı mümkün olduğunca normal seviyeye çekmek üzere, üşümenizi engellemek oluyor o durumda. İçinizi ısıtmak için, sadece iki adet üretilmiş, deri, kan kırmızısı çantanın üzerinde ışıldayan sıcacık logoyu göstermem yeterli olacaktır. Şokun azalan etkisi, yarım kalan, daha ziyade; günde yüzlerce kez duyduğumdan kulaklarımın duyarsızlaşıp ara ara sansürlediği  aceleci cümlelerinizle vuracaktır açığa kendini. Hayata tutunma çabanızı şöyle dile getirebilirsiniz; "kaç taksit...benim...hediye puanım da.."


Mutsuzluğun kanattığı yaralara pos makinemle dikiş atıp gülümseyerek evinize dönmenizi sağlamak işim.Eşiniz ona aldığınız bu harika cüzdana bayılacak inanın ve kendiniz için aldıklarınız da birer birer öyle yakıştı ki size, gözlerine inanamayacağından şüphe etmeyin.

Yalan söylediğimi farketmeyecek kadar güvenirsiniz bana. Bazen üzmüyor değil, ama bu esasen sizin talebiniz.


Kadın yarım konuşuyor...Tamamlamazsam ailemden gelen üç beş kuruşla kitaplarımdan fazlasını alacak şansım yok. Yarasını onlarca barkodla temizlemezsem, O'nu haftanın dört günü buraya yollayan "eksikliği" unutturmazsam, tüm ay makarna yiyeceğim.  Yarım kalmış cümlesini tamamlıyorum doktor yorgunluğu ve özgüveniyle.O'na kredi kartını patlatmış olduğunu söyleyemem; bu nabzını daha da yavaşlatacaktır. Bunun yerine kampanyanın kapsamadığı diğer kartlarından birini kullanırsa, taksit erteleme şansı olacağından bahsediyorum. Gözleri parlıyor, cümlesi tamamlanıyor. Yarımlığını unutup kartı uzatıyor.


Mesaim on dakika sonra bittiğinde, yarım yamalak hazırlandığım sınava gecikmemek uğruna yarısını yiyeceğim yemeğin..Yarım kalacak içeceğim..Uykum da uyanıklığım da daima yarım. Başkalarının tüketerek tamamlanmasına yardımcı oldukça eksilmeyi sürdürmenin karnımı doyuracağı bir düzenin aşınmaya  mahkum dişlisiyim.
Bu arada,
Hoşgeldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim?






29 Ocak 2013 Salı

Cüce Hikayeleri



Annesinin topukları arnavut kaldırımında harikalar yaratıyor. Ömrünce tanık olacağı en büyülü ritim festivali bu..Sokağın leblebi tozunu iştahla çekiyor genzine, kısacık adımlarıyla salınarak kadının peşisıra.

Büyüyünce anlatacak bolca hikayesi olur herkesin.. Zor olan o tertemiz cüce hikayelerini işitmektir. Duyu organlarının tanık olduğu yaşantılar, öykülenmektense duygulara dönüştürülür ve naftalinlenerek  ceviz sandıklara istiflenir. Ve çocuk dediğinin göğüs kafesi, tartıp biçerek değil, duyu organlarıyla kalkıp inen uçuk mavi bir tahterevallidir.


Annesi dar ve loş konfeksiyonda kısıtlı bütçenin kazandırdığı kusursuz seçicikle bayramlık bakarken, o köşedeki kırmızı montun kürkünü okşuyor. Bilmemek en büyük lütfudur evrenin. Enflasyon oranından, katma değer vergisinden, memur maaşlarına yapılan mütevazı zamdan bihaber olmak, alınmayacak kırmızı montu aidiyet sanrısıyla okşamak demektir. Sanrı, yetişkine ters, çocuğa lütufkar bir deneyimdir.



 Çamurlu sokaklarda ani bir frenle kızdırıyor annesini. Seyyar dönen dolaptaki şanslı çocukları gülümseyerek izliyor. Bir çocuğun kıskançlığını gülümseyişinden ayırt edemezsiniz. Onun da ayırdına varamadığı şeker kokulu ve lezzetini riya bilmezlikten almış bir karışımdır bu. Dünyanın en unutulmaz neşesini, dünyanin en değerli kahkasını cebinde olmayan bir bozukluk uğruna harcayıp, çekiştirilerek ve bakışlarını o sokakta bırakarak ilerliyor.

O durunca durmak zorunda olmayan, ama her adımına sadık kalarak ilerlediği kocaman bir eli tutuyor. O elin salınışına isyan etmemek için bolca gerekçesi var. Elin sahibi durduğunda durmak için anlamlandıramadan kabullendiği bir gerekçesi de.Sokakta karşılaşılan tanıdık, yaklaşık bir metre yukarıdan annesiyle sohbet ederken, yukarı bakmaktan yorulan küçük zayıf bir boynu var çok geçmeden önüne düşürdüğü. Konuşulanları anlamakla ilgilenmektense, annesinin topuklu ayakkabılarını giydiğini hayal etmesininin O'na iyi geleceğini fısıldayan bir aklı var. Yürümeye devam ettikleri sokakta pencereden dil çıkaran çocuğa tanıyormuşcasına el sallamanın iyi hissettireceğini tavsiye eden, ambalajından çıkmamış kokulu silgiden yapılma, yumuşacık bir kalbi var..


Gelecek iki sene boyunca içinde kaybolacağı, içinde iyi görünmeye başladığındaysa kardeşine devredeceği bayramlık elbisenin poşetini, annesinden artakalan elinde, yere sürterek dönüyor köşeyi.  Yarım saate sığdırılmış onlarca  hikayesi var; anlatmayıp unutacak hepsini ama her birine ayrı bir duyu organınca sıfatlar yükleyip,  saklayacak tamamının geride bıraktığı izleri. 

Ah, o akılda kalmayan, detayları uydurulan ama hissinden ve kokusundan kurtulmanın çocuk kalmaktan bile imkansız olduğu cüce hikayeleri. Baştan aşağı kirlendiğiniz yetişkinliğinizde dahi, bir göz kapama mesafesinde, aldığı tertemiz nefesi yüzünüze nazikçe verip saçlarınızı uçuştururken "şimdi uyanabilirsin" diye fısıldayan...


28 Ocak 2013 Pazartesi

Düşmekten Korkmadıkça, Uçmaktan Vazgeçmeyenler



-E uç yani..Ne var..? Düşse ölüyor mu insan?
dedim O'na.. Bazen kendi içinden söktüğü kabloyla başka hatlara bağlıyor insan kendini..En çok da sevdiklerine çekiyor o kaçak hattı..O'na biraz yazıp haddimi bilme kaygısıyla susunca, sustuklarımı kendime saklayacak bir akıl ve gönül genişliğim de olmadığından, buraya çekildim yine.

Bu türden bir anlatma ihtiyacına biraz da şu yüzden sürüklenmiş olabilirim; bugün internet okumalarım sırasında oradan oraya kontrolsüzce, ağırlıklı olarak sanal ortamın "laf lafı açıyor"u denebilecek "link"lerle savrulup, "özgüven ve cesaret" üzerine yazılmış bir makaleye çarpınca başımı, irdeleme ihticayıyla son soluğu ilgili alıntılarda aldım.

Tamamına hayran olmadığımdan,  ilgimi çekmiş pek azına yer vereyim devam etmeden önce:

“I have great faith in fools - self-confidence my friends will call it.”
Edgar Allan Poe, Marginalia  



“If being an egomaniac means I believe in what I do and in my art or music, then in that respect you can call me that... I believe in what I do, and I'll say it.”
John Lennon 


“Because one believes in oneself, one doesn't try to convince others. Because one is content with oneself, one doesn't need others' approval. Because one accepts oneself, the whole world accepts him or her.”
Lao Tzu 



“I'm not insecure. I've been through way too much f**king sh*t to be insecure. I've got huge balls. But I've been humbled. That makes you grateful for every day you have.”
Drew Barrymore


“Fear? What has a man to do with fear? Chance rules our lives, and the future is all unknown. Best live as we may, from day to day.”
Sophocles, Oedipus Rex 


Ruhumuzu, ve karakterimizin ustaca zulalanmış zaaflarını bizden de iyi biliyormuşcasına, bir sele limondan bahsediyormuşcasına basmakalıp tespitlerden aldığı güçle çılgınca satan kişisel gelişim zımbırtılarından kopmuş satırlar olmayacak bunlar, ürkmeyin. Bu alıntıların ne kadarına katılacağınızı merak ettiğimden değil, tamamına onay vermeniz beklentisiyle hiç değil, ki onu ben de yapmıyorum, üzerine edeceğim bir iki kelam öncesi, yazımdan da -çelişkili olacak ama- bağımsız birer önsöz olsunlar diye daha çok..


Lise yıllarımda yazmayı sevdiğimi bilen ve teşvik etmekten yorulmayan müdür yardımcısı, ders arasında odasına çağırıp, bir kompozisyon yarışmasından haberdar etti beni. Aynı günün akşamı, hevesle tamamlanmış olacaktı. Teslim ettiğimde kendimden ne kadar emin olduğumu anlatamam. Aynı hafta içinde, başka bir okuldan, kanaat notuyla edebiyat dersindeki eksikliğini gidermek için yardım isteyen arkadaşım, bir kompozisyon yazmamı rica etti. Ricasını kabul ederken, yazacağım konunun yarışma konusu olduğunu farketmemiştim. Kendimce O'nun işine yaramasına uğraştığım, kesinlikle özendiğim ancak sipariş olduğu gerçeğinin aramıza koyduğu mesafeyi inkar edemediğim, "şişirilmiş" ama özüyle aşk yaşayamadığım bir yazı yazdım. Birkaç hafta sonra, öğretmenim mansiyon ödülü aldığımı söyledi. Hayal kırıklığı yaşattığına değinmeden geçmek samimiyetsizlik olur, ancak il genelinde eli kalem tutan onlarca genç varken, bu ikincil başarı üzerine çok da düşünmeden heyecanla ödül törenine katıldım.

Törende şunu öğrenme fırsatım oldu; arkadaşım için yazdığım kompozisyon bir şekilde yarışmaya katılıp, birincilik ödülü almıştı. Bunu bilmiyormuşcasına elini sıkıp tebrik ettim O'nu.. Gerisi pek mühim değil; tuhaf olan, bazen arkasında durduğunuz özgüvenin, "genel"in, "otorite"nin, ya da adına "sistem" deyin, keyfinizce ( bu noktada sözcüklerden çok neden oldukları şey önemli), umduğunuz ve beklediğiniz şeyin üzerine sapladığı fiyat levhasının, sizin içsel enflasyon oranlarınızla uyuşmayabiliyor oluşu. O durumda, size kalan, özgüvenin sizi sizden çıkana kadar sırtlanıp, bir tür harici karar mekanizmasıyla karşılaşır karşılaşmaz, sırtından atabileceği gerçeğine hazırlıklı olmak..O gün, genel kanıyla verdiğim savaşın skorunu takip ederken yıkıcı olan, inandığımın değil, inanmış gibi yaptığımın kabul ve takdir görmüş olmasıydı..Bu, belki özgüvenden de çok, özgün olma uğraşına atılmış bir tokat gibiydi. Ve o yıllarda hemen hepinizin yeteneğini yoğunlaştırdığı alanlarda kazandığı başarıların varlığından emin olarak, hikayemdeki başarı öyküsünü göstermeye çalışan bir zavallı olduğum hissine kapılmamanızı rica ediyorum. Zira bu anıda, inancım inançsızlığıma mağlup olmuşsa da, başka bireye, ya da mevzunun ta kendisine mağlup olup, kafayı gözü dağıttığım yenilgilerim de oldu çokça.


Benzer pek çok hayal kırıklığı var kuşkusuz; ironik oluşu bu anıyı hatırda kalma açısından güçlü kılıyor olsa da, özgüvenle dolup taştığım pek çok durumda yanağımdan dalga geçerek makas almış türlü sonuçlarım var. Aksini de sıkça yaşadım, özgüvenin güçlü ve olumlu sonuca katkısıyla harika bir yardımcı oyuncu olduğu anılarım da var elbet. Hepsi aynı damar atsın diye didiniyor. Uçmaktan korkmayacaksanız, yer çekimi yasasıyla eriyebilecek kanatlarınız olduğu gerçeğini kabullenerek başlamalısınız kendinize inanmaya. Tüylerinizi ürperten yoğunlukta bir özgüven ve onun doyurduğu inançla yola çıkıp, kapıların yüzünüze kapandığı anları düşünürseniz, özgüvenin başarmaya tek başına yetmeyeceğinden emin olabilirsiniz. "Siz" öznesiyle tamamlanmış bir ifade olsa da, tamamen kişisel bir çıkarım tabi bu nihayetinde kendi yaşantımdan yola çıkarak vardığım..

Yine de ve en az çoğu zamanki kadar çelişerek anlattıklarımın tamamıyla,  ekleyerek bitirmeli:

Özgüven düşmeye engel değilse de, uçmaya da mani değil. Düşmekten korkmadıkları sürece, uçmaktan vazgeçmeyenlerin o özünde naif ama genelde çılgınlığa ya da yalnızca cesarete yorulan gerekçesi bu  işte..






26 Ocak 2013 Cumartesi

Sosyal Hastalık




"-Kaç kez deneyeceğiz daha?"

Yan masada sessizce kıyamet koparan bir çift var.Onları duymamak için pipetin boş şişenin dibindeki ucuyla son birkaç damlayı havaya gürültüyle karıştırarak içime çekmek zorunda kaldım, ama kulaklarım iyi duyuyor, ve rahatsız oluyorum uyarımı takan da yok, yan yan bakan garson dışında. Randevularına geç kalmayı benim kadar çok seven arkadaşımı beklerken, çantama dörde katlayıp şıkıştırdığım mizah dergisini çıkarıyorum, ikinci içeceğim benden pek hoşlanmamış garsonun elleriyle masama özensizce bırakılırken.

"-Dün saatlerce bekledim aramanı.. Ben uykusuz kalmak için mi sevdim acaba seni ?"

"-Arasaydın o zaman. Neden aramadın? Aramalara mı kapalı telefonun? "

Üniversite yıllarımız beraber, aynı evde geçti.Birbirinden geçimsiz iki insanın kalabalık amfide birbirini tanıyıp bulmasını ve senelerce attıkları her adımın aynı yere çıkmasını tesadüfle açıklamanız ikna edici olmayacaktır. İnsanların hastalıklı ortak yanlarının en az yüzleri kadar görünür olduğunu anlatmayı denerseniz, dikkate alınacaktır fikrimce.

"- Neden, sözcüğünü Merhaba'dan bile sık kullanıyorsun"
"-Dağarcığıma daha sevimli sözcükler eklememiş olmak senin tercihin..Üstelik hemen her cümleye "ben" diye başlamak kadar hayal kırıklığı yaratmıyor dinleyende"

O kadar aynıydık ki, birlikteyken üçüncü şahısların anlamayacağı aptal şakalar yapmaktan ve karnınızı tutarak saatlerce gülmekten dertleşmeye vaktinizin kalmadığı dostluklarınız gelsin hafıza gözünüzün önüne..Karşınızdakine ne kadar benziyorsanız, acılarından o denli büyük bir ustalıkla kaçar olursunuz. Aynanın karşısında durdukça daha çok kusur bulmuyor olsak, içimizdeki narsist canavar kaçmamızı salık vermezdi, eminim. Bu yüzdendir ki, zaman geçtikçe paylaşımlarımız tükenmeye, birbirimizde kendi zaaflarımızı; yüzü aşınmış tutkularımızı, ikiz yalnızlığımızı ve sayısız benzer eksikliği gördükçe, odalarda karşılaşmak ve yemek masasına beraber oturup, faturayı yatırma sırasını birbirimize hatırlattığımız anlardan başka kalanımız yoktu bizden geriye..

"-Gitmeyi düşünüyorum"
"-Böyle erken?"
"-Öyle değil, sahiden gitmekten bahsediyorum"
"-Ayrılıp kavuşmaktan yalama oldu kollarımız, yapma yine, ne olursun"
"-İtalya'ya..Lecce'ye.. Sana bahsetmiştim, kabul edildi başvurum"
"-.....

Sonra tüm biriktirdiklerimizi öfkeyle akıtıp ayrı evlere çıktık.Hani yılların iyi-kötü onca paylaşımını, anısını ve hatrını olabildiğince saygısızlıkla buruşturup attığınız türden bir kopuş. Size uzaktan bakanların ve kusursuzluğunuza inanmış dostların, "tüh!", dediği türden "Niye böyle oldunuz siz?Siz....."  İnsanın kendine kopyası kadar yakın olan bir ruhla, aynı hayatı ya ardıl  ya eş zamanlı  tepkilerle sürdürmesinin ne kadar tahammül zorlayan bir tecrübe olduğunun farkında olmayanların o saçma soru cümlelerine "Biz.. ne? Neymişiz ki biz? Ne sanıyordunuz acaba, benzerliğimiz, varoluşumuzu ikiye katlayıp dünyayı kurtaran bir koalisyona mı dönüşecekti?Biz... ne?!" diye bağıra çağıra ve omuzlarından itip acıma sözcüklerini uzaklaştırmak istersiniz hani..Öyle bir kopuş.. Öyle gecikti ki, ve yanıbaşımdaki çift öyle derin sustu ki, öyle sıkılıyorum ki..Mizahın tamamlayamadığı bir sıkılma aralığı.Dergiyi itiyorum kenara.

Sevimsiz garson elimde evirip çevirip plastik formundan olabildiğince faydalandığım pipete elini uzatırken başka bir şey isteyip istemediğimi soruyor,cep telefonumu kulağıma götürürken, sırf kabalığına ithafen kaşlarımı kaldırarak veriyorum yanıtımı. Çalmaya başlar başlamaz da kulağımdan indiriyorum çünkü O da tıpkı benim gibi geç kalacağı ya da hiç katılmayacağı randevunun sadık tarafından gelen aramaları sessize alır.Aramamın tek sebebi O'nu strese sokmak ve işin trajik boyutundan mümkün olduğunca verim almak aslında.

Uzun bir sessizlik sonra yan masanın düşük volumlü kıyameti kaldığı yerden devam ediyor. Kıyamet ne kadar sessizse, kulaklarınız o kadar net duyacaktır, benim kadar eminsiniz buna değil mi?

"-Son ana kadar söylememen seni hafızamda tamamlayan son detay olacak"
"-Kesinleşmemiş durumlara dair açıklamalar yapmak, tutulmayan sözler kadar başarılı olduğun bir alan. Sen değilim neyse ki.."

Son senemiz aynı sınıfta geçti..Her gün, saatlerce ve yaklaşık yirmi metrakarelik alanda bir kez olsun pişti olmayan bakışlarla bir yılı devirerek, ortak başarılarımıza bir yenisini ekledik. Duvara asılı ders notlarında gezinen işaret parmağım, sıra onun ismine gelince teması kesip, sonraki isme dokunarak devam etti yoluna hep, ve aynı şeyi O'nun işaret parmağının da yaptığından emindim..

"-İyi de oldu aslında. Yıllardır aynı beceriksizlikle sevmeye çalışıyoruz birbirimizi. Bitirmek için öncekilerden daha fiziksel bir nedenimiz var artık. İyi ki gidiyorsun aslında."

Söylemek istediği bu değil adamın.Ama söylediği bu, çünkü gurur çoğu insanın aşağılamış rolü kestiği en etkili ilacıdır ikili kangrenin.Üniversite yıllarını geride bıraktıktan birkaç yıl sonra internetten bir mesaj gönderdi bana.Yaşadıklarımızı iyi yönüyle hatırlamayı seçtiği bir gün olsa gerek. Beni kaybetmenin yıllar sonra bile canını acıttığından bahsetti, beni tekrar görmeyi çok istediğinden, tabi eğer ben de istersem'di.

"-Haklısın. Aksini söyleyip ve bileklerimden sıkıca tutup, kalmam için yalvaracak bir sevgili olmadın hiç, en çok da bu yüzden tereddüt etmeyeceğim gitmekte. Bize daima "hata" benzetmeleriyle yaklaştın.Çok alışıldık bu."

Söylemek istediği bu değil kadının. Ama söylediği bu, çünkü terketmek çoğu insanın trajediyle özdeş tariflediği, en etkili ilacıdır sevilmemişliğin. Bu gün buluşacaktık ama gelmedi farkettiğiniz üzere..Daha sonra, saatler sonra arayıp en uykulu sesiyle, uyuyakaldığından, dün arkadaşlarla ne de çok içtiğinden, çok çok üzgün olduğundan bahsedecek. Ben de, ah, hiç önemi yok, daha uygun bir zamanda yeniden deneriz deyip, sıranın bana geleceği buluşmayı bekleyeceğım.Biz birbirimizi içten içe çok severken, birbirimizin canını yakmaktan asla vazgeçmeyecek iki dostuz işte. Sizin de olsa gerek, karşı taraf size çok benzediğinden, tutunmaya çalışan yanlarınızı sabote ederek tükettiğiniz bir dostluğunuz. Kadın masadan sessizce kalkalı çok oldu. Sessiz kıyametini masadaki adamın üzerine yıktığını sanarak.."Sanarak" dedim çünkü, içinde aşk olsun ya da olmasın, iplerin kopuşuyla kimselere hissettirmeksizin rahat nefes alan bir tarafı vardır her ilişkinin. Gözyaşı döken taraflardan biri teatral başarıdan ibarettir. Beni aradığında telefonu açıp, açıklama yapmasını, özür dilemesini zevkle dinleyeceğim.Gelmeyeceğinden emin olduğumdan, O'nu randevulaştığımız yerde değil, bambaşka bir mekanda beklediğimi itiraf edersem, kaybetmiş gibi görünmekten zevk alan insanlar hakkında bir küçük fikriniz daha olacaktır.

Garsona fena sayılmayacak bir bahşiş bıraktım.Kabalığı mazeret değil..Kaybetmiş rolü yapmanın hazzı hatırına..Şaşırttığımdan emin olmak da benim ödülüm. Bir tür hastalık..Sizin de olsa gerek bir ince sosyal hastalığınız, ayıplamadan önce, o  meşhur ve kullanmaya zorunlu tutulduğunuz  maskenizin altındaki yüzü şöyle bir yoklayıp düşünün..Olmaz mı?

11 Ocak 2013 Cuma

HAFIZANIN İNTİHARI







Yeterince gençtim o zaman. Yeterince genç olmak, sigara kutusuna şu küçük çakmağı tek harekette sokmak demektir. Televizyon kanallarında bas bas bağırıyordu spiker, hep aynı ses ve her kanalda. Gözlerimizi kuşkuyla kısıp, kulağımızı merakla açarak, ellerimizi cüzdanlarımıza götürmüştük farkında olmadan hemen hepimiz. İri vatkalı ve iri göğüs dekolteli güzel spiker, kanyon kenarında mikrofonu ısıracakmışcasına heyecanla yüksek perdeden konuşurken, kimliklerimizi tek harekette çekip çıkarıyorduk cüzdanlarımızdan. Yeterince orta yaşlı olmak , kimliği cüzdandan işaret ve orta parmakla silah çeker gibi atiklikle çekip çıkarabilmektır. Spikerin rüzgarın örtemediği en anlaşılır cümleleri şunlardı: "Kanyon, ilk adımı atıp kimliğinden kurtulan talihlilerini bekliyor. Buraya ölmeden gelecek insanları sabırsızca bekliyor sevgili izleyiciler! Zamanın daraldığını hatırlatalım. Unutmayın, kanyon dolduğunda şansınızı kaybetmiş olacaksınız. Yayınımız kesintisiz devam ediyor küçük reklam molaları dışında...."

Elimdeki kimliği yanımdaki boş sandalyenin üzerine bırakıp koşarak çıkmıştım kafeden. Kapıdan geçmek için birkaç kişiyi omzumla itip düşürmem gerekmişti.. Arabaya kendimi atıp kontağı çevirdiğimde, hızlıca düşünmek için nereden baksanız on saniyem vardı. Başlayacağım yere karar vermek için acele etmezsem, araç izdihamına kapılıp, otoparktan çıkamayacaktım. Burası bir dakika içinde muhtemelen oldukça telaşlı bir çarpışan araba pistine dönecekti, biraz daha tehlikelisi aslında. Yeterince temkinli olmak, kurtulacağın herşeyi saniyeler içinde hesaplayarak emniyet kemerini takmak demektir. Radyoyu ve akabinde sesini açtıktan sonra, eve giden en kestirme yola sapmak üzere, arabayı bağırtarak kaldırmıştım. Radyo'da banka reklamları yalvarıyor, "gitme ..." diye; bizzat ismimle hitap ediyordu..


Trafik çoktan kilitlenmiş, tamponlar üst üste binmiş ilerliyordu ağır ağır. Evime yakın oluşum keyiflendiriyordu, anayoldan sapmış olmak keyiflendiriyordu, oraya ölmeden varacağıma dair sezgilerim keyiflendiyordu. Komşum göğsüme toslayarak atladı asansöre, güçlükle çıktım. Alelacele içeri dalıp dolabın yanındaki büyük valize yolda aklıma gelmiş herşeyi sıkıştırdım. Yükte hafif, pahada ağır ne varsa..Faturalar, kredi kartı ekstrelerim, vaktiyle imzalanmış sözleşmeler, diplomam, fotoğraf albümlerim ve borç senetleri .. Nakliyeciler doluşmuştu sokağa, insanlar her zamanki gibi garantici davranarak aptallıklarını kanıtlıyorlardı yine. Çıkarken kapıyı kapamak zorunda değildim. Veda edecek kimsem olmadığı gibi , "beni de götür" diyeceğini sandığım mevzudan bihaber kedim, arkamdan huzursuzca miyavlamaktansa, kaldırımdaki dişi sokak kedisinin peşine takıldı keyifle salınarak. Çiftleşme mevsimiydi ya da mevcut akımdan haberi vardı.

Birkaç riskli manevra ve belli bir düzeyde seyreden küfür alış-verişinden sonra, şehirlerarası yoldaydım. Yeterince yaşlı olmak, ağlayıp çığlıklar atan eşini ve çocuklarını döverek aracına sokan adama müdahele etmeyecek kadar kararlı olmak demektir. Spiker kanyondan bildiriyordu, "hayal değil, getirdiğiniz herşeyi kanyona itip, hayalinizdekilerle değiştiriyoruz!" Yol kenarında ellerinde diplomalarıyla ve ders kitaplarıyla otostop çeken çaresiz öğrenciler vardı. Bunu yaparsam, teknik olarak bakıldığında, aracıma aldıklarımı kanyona atmak zorunda kalabileceğimi düşünerek avuttum kendimi. Dört şeritli yolda bile,  trafik yer yer durdurabiliyordu sizi türlü nedenle. O zaman, omuzlarında yükleriyle depar atarak yol alan yayaları izliyordunuz camı kapayıp, kapıların kilitli oluşunu teyit ederek.

Radyoda el çabukluğuyla güncellenip yayına sürülmüş banka reklamları ağlayıp zırvalayarak sürüyordu. Artık ilk adımı da kullanarak, babaannemi hatırlatmaya çalışıyordu sinsice, reklamdaki ses. Çocukluk anılarımın en keyiflilerini seçip kısa kısa anlatıyordu. Kim olduğunu tek tek ve herkese hatırlatmaya çalışıyordu sistem, reklamlar aracılığıyla. Reklam yayını bitip, tüm kanalları elindeki o isimsiz yetkiyle ele geçirmiş spikerse, özgüvenle tekrarlıyordu. "Hayatınızı, yenisiyle değiştireceğiz, kanyon dolmadan siz de burada olmalısınız sevgili dinleyiciler. Buraya değiştirmek istediklerinizle ve tek parça varmanız yeterli." Birbirinin önüne kırıp zincirleme ölümlere yol açarak sağa sola savrulmuş sürücü bedenlerini, trafiği durduran ve daha ne istiyor olabilir ki dediğiniz "nüfuslu vatandaş" için yol açan eskort köleleri, trafiğin durduğu noktalarda cama yapışan yayaların zombileri aratmayan öfkeli, darmadağın yüzlerini izlemek.. Tüm bunların ruhunuzda derin şaşkınlık, tereddüt ve yaralar açmasına izin vermeyecek kadar inatçı olmak demektir yeterince çocuk olmak.

Genç ve hamile bir kadın, aracına aldığı bir başka kadın tarafından öldürülmüş.."Sakın ha", dedı ağır ilerlediğimiz bir noktada, sigara içmek için araladığım camın ardından, arabadaki yaşlı adam."Kimseyi alma aracına, kulaklarımla duydum, çok insan ölmüş öyle."  Dumanı dışarı verirken ve yenisiyle değiştirmeyi planladığım ciğerlerim gücenerek öksürürken, "Olur" dedım. " "Boş pet şişen varsa uzatır mısın, mola veremiyorum" dedi yaşlı adam. Sigarayı atıp, camı kapadım.


Reklamlar spikerin çekici teklifiyle yarışıyordu ve tüm frekansları esir alacak kadar güçlü kadın, reklamlara izin vermek zorundaydı. Boğazını temizlemek, tuvalet ihtiyacı, sigara içmek, yemek yemek ve tahmin edeceğeniz diğer tüm ihtiyaçlarını gidermek zorundaydı. Sisteme kafa tutan bu alternatif akım, dalga geçerek izin veriyordu bu ajitatif molalara. Reklamlarda ilk aşkımı ve okuma bayramını anlatıyorlardı, artık soyadımı da kullanarak. İyice yüzsüzleşip araba taksitlerimi vade farksız onbeş sene uzatmayı teklif ediyorlardı. Kim olduğumu unutturmamak için, spikerin beş dakikalık şekerlemesinde, çaresizce teklife, yer yer tehdite sığınıyorlardı. Bunun bir suç olduğundan, bunun izdiham ve kırımları tetikleyen belalı bir bulaşıcı akıl hastalığı olduğundan, bunun yalnızca hayal olduğundan bahsediyorlardı. Kimlik numaramı adımın başına ekleyerek yapıyorlardı bunu, vites büyütürken ben..


Son derece aç, susuz, sıkışmış ve yorulmuş halde vardım kanyona..

Radyoyu kapayıp indim aracımdan.

Ortalıkta spiker ya da başka biri yoktu.

Kuvvetli bir rüzgar, önce fırtınaya dönüştü. Sonra hızla yaklaşan o hortuma. Gözlerime doluşan toza elimi siper ederek baktım ileriye. Kanyonun etrafı bomboştu... Hepsi ölmüş olmalıydı gelirken. Attığım ilk adımdan men ederek ve savurarak geriye doğru fırlattı rüzgar. Sonra içime giren ve içine girdiğim hortum, vücudumu güçlü elleriyle havalandırıp savurdu oldukça yükseğe..Dönerek elimdeki valize yapıştıysam da, lanet hortum  parmaklarımı tek tek açarak aldu onu benden. Yeterince ölümlü olmak, fiziksel koşullar karşısında, psikolojik sarsıntılara gösterdiğiniz dirayetle duramamak demektir.  Fırıl fırıl dönen bedenimi havada taşıyarak, kanyonun içine bıraktı...


Halisünasyonlarla adrese teslim edilen intihar girişiminden onlarca kırık kemikle çıktım. Anlatılanlara göre, arabamı sağa çekip, bariyerlerden atlamışım. Olanların en güzel yanı, amacıma ulaşıp, senelerce silmeye çalıştığım hafızamdan uzak yaşamaktı. Yeterince zayıf olmak,  hayatınızın değişeceğine olan inancınızın çoğu kez tamamen yitmesi demekti, benim için. Çakmağı titreyen ellerimin birkaç teşebbüsünün ardından sigara kutuma yerleştirdiğim bir yaştayım şimdi ve geçmiştekinin  aksine, sisteme kiraladığım kimliğimle, kimselerin takasa yanaşmadığı anılarım ve yalnızlığım, o kadar da acı vermiyor artık.



4 Ocak 2013 Cuma

Ne diyelim?



"..yanlışın olmasın?" diyor..
"Olsun.." diyorum, "Kimin yanlışı yok ki?"
İçinde kaybolduğu kitabı da alıyorum elinden,
"Sevmezsin onu sen, sana göre değil," diyorum, gözleri kocaman olurken.
"Başlayalı bir hafta oldu kitaba, hem senin de değil o, benim için almıştın.." Ben kitabı elimde kıvırıp bükerken, derin bir nefes alıyor," hastasın gerçekten" diyerek de veriyor, ayağa kalkıp portmantoya yürüyerek.
"Yarım bırakırsın, haketmiyor o kitap yarım kalmayı" diyorum, onunla yarışarak, sıçrayıp kapıya.
Kapıyı açıyorum, montunu hırsla çekiyor omzuna,
"Her şeyin, her adımın hastalıklı, ne zaman adam olursun bilmiyorum" diyor.
Çantasını tutuşturuyorum eline,
"İyiyim böyle." diyorum "düşünmeyi pek sevmiyorum"
İşaret parmağını yüzüme dayayıp
"Bak.. bu sondu, bir daha sakın.." diyor,
Sözünü kesmekten her zamanki kadar zevk alarak,"sakınırım, merak etme. arayacak değilim."
diyorum.
Dişlerini sıkıp, gözlerini içinde tutuşturduğu öfkesiyle kısıp gidiyor.

Buna basıp gitmek diyebiliriz. Buna bir doğum günü anısı diyebiliriz. Demeyebiliriz de. Uyduruyor olabilirim. O gittikten sonra getirdiği meyveli pastayı çöpe tıkıştırmış olabilirim. O günden sonra tüm doğum günlerimi en sevdiğim şarkılarla başbaşa geçirmiş olabilirim.. Olmayabilirim de..

Buna tecrübe edilmemiş olasılık ya da kurgusal yaşantı diyebiliriz, kulağa edebi densizlik gibi gelse de.. Hikayelerimize uydurma kılıflar geçirerek daha değerli hissetmiş oluruz hem böylece..Öfkemizi küçük kağıt parçalarına kusup, doğum günü mumlarıyla yakabiliriz, daha fazla taviz ve sabır için yer açmış oluruz çekip küçülmüş kalbimizde böylece..Buna rahatlamak diyebiliriz.

O'ndan geriye kalan kitabın üstüne koyuyorum demliği bir hafta boyunca.. Sonraki bir hafta, sevdiği şarkıları detone olmaya özen göstererek bağıra çağıra söylüyorum evin içinde oda oda gezerek. Takip eden dört günü en sevdiği battaniyeyi köpek kulübesinin içine minder yapıp koyduktan sonra, köpeğin kirli patileri için yağmur duası etmekle geçiriyorum ve son üç günü uyuyarak..

Buna alışmak diyebiliriz. Demeyebiliriz de.. Demeyelim.. Tamamen uydurdum çünkü..

O halde, buna sıkılmak diyelim olur mu? Yetmezse pekiştirmelerle altını da çizelim. O da yetmezse onlarca hüzünlü sebep bulabiliriz el ele vererek.  El ele vermek kazara umutlandırırsa bizi, şımarıp hayal gücü deriz buna, yazma uğraşı deriz, kalem aşkı deriz..

Sen söyle, ne diyelim?
....





1 Ocak 2013 Salı

AYAĞI KIRIK AT

"-Atın kırık  ayağı, dedi..
Sağ kulaklığı çıkarıp sordum, "Pardon, bana mı dediniz?"
"Atın kırık ayağı, diye devam etti adam, elindeki gazeteden kopardığı bir sayfayı dizine yatırmış nazikçe yırtarken. "Zor kaynar."
Kulaklığımı takmak istedim, şarkının en güzel yerini kaçırmak işime gelmiyordu hiç, ama anlattığından çok, elindeki gazete parçasıyla ne yapacağına vermek istedim dikkatimi.

Dinlemekte olduğumu bilmeye ihtiyacı olmadığı halde, "anlıyorum" dedim.
"Neyi anlıyorsun?" dedi gülerek, yüzüme bakmayarak ve gazetenin alt kısmını kırpıp, fazlasını elime tutuşturarak.
"Dinliyorum, demek istedim" dedim, elimdeki gazete artığına bakarak.
"Atın koca bedeninin denge yükünün önemli bir kısmı ön bacaklarına yüklenmiştir, dedi. O yüzden bir yerde bir kemik kırılacaksa, genelde ön bacakların başına gelir bu."
Anlıyorum, diyecek gibi olup, "hmhm"a çevirdim sözü. Buna hiç itirazı olmadı.

İki köşesinden buluşturduğu kağıdı bir kez daha katlayıp, ikinci sayfa haberli bir üçgen yaratırken, "Atın, kırık ayağının üzerine basmamak için  diğer üç ayağı üzerinde durma lüksü yoktur, çünkü sağlam ön ayağı dayanamayacaktır bu yüke. Bu yüzden yere yığılmaya çalışacaktır, çaresiz."

Metro uğultusuna omzuma düşürdüğüm kulaklığın tizleri karıştı. Elindeki gazete parçasını nereye vardıracağını merak ettim, aynı merakla hikayesine yaklaşmam çok zordu, sıkıcıydı zira.

Üçgenin iki ayağını çaprazladığında, artakalan büyük köşeden muhtemelen komşusunu bıçaklayarak öldüren adamın resmi bakıyordu. Adama değil, bana...

"Çoğu insan hala ayağı kırık atın, kemiğin doğru kaynama ihtimali olmadığından vurulduğunu sanıyor," dedi.

"Evet." dedim.
"Evet" dedi başını sallayıp gülümseyerek."Oysa temel sebep, atın bir sonraki aşamayı kestiremeyerek acele etmesidir ", dedi. Elindeki gazete parçasına takip ve tarif edemediğim şeyler yaparak.. Fotoğraftaki adamın yalnızca burnunu seçebiliyordum artık.

"Anlamadım." dedim. Origamiyi karışık bulmak, hikayesine yaklaştırmıştı beni.
"Yerde yatar vaziyetteyken, iri organları müsade etmediğinden rahat nefes alamaz at. Bu yüzden alçıladığın ayağın sabitlenmesinin gerektirdiği üzere yatar vaziyette kalmak, ızdıraptır onun için.  Anestezinin etkisi geçer geçmez, doğrulmaya çalışacaktır sabırsızlıkla."  Bunu söylerken, elimdeki gazete parçasını, yüzünü dizlerinden kaldırmaksızın kapıp ellerimden, katlayarak elindeki parçaya katık etti. Kağıt, tutkuyla evrile çevrile şekilleniyordu halinden memnun.

"Anlıyorum" dedim, sınamak için. Tahmin ettiğim üzere gülümsemedi, beni yanıtsız bırakmakla birlikte.

"Ayrıca, dedi, sabitlenmenin yanısıra, enfeksiyon ihtimalini önlemek için bölgede sağlıklı bir kan dolaşımının sağlanmasına ihtiyaç vardır.


"Anlıyorum" dedim, inatla. Önceleri o kadar da umrumda olmayan bir farkedilme ve önemsenme arzusuyla. Önce buruşturduğu alnını ve sonra gözlerimi aşağı indirerek, öfkeyle yutkunmasını izlerken ben, o artık kulaklığım kulağındaymışcasına, şarkının en gerçeklikten koparan yerinde kaybolmuştu sanki. Hikayesine okuru olmadan devam etmek istemişti. Varlığımı unutarak devam etti.

"Ama atların, dizden aşağısında kanlanmaya takviye olacak kasları yoktur. Deri, bağ ve kemiktir var olan", dedi.. Gazete parçasından doğan şekle daldım, katılımımı artık önemsemediği hikayesine kulak kesilerek.

"Ve eğer, sahibinin, modern askılama yöntemiyle onu yaşatacak olanakları yoksa, atın ölümü için tüm şartlar seferber olmuş demektir. Varlığı pek farkedilmeyen küçük "erkek" gözyaşını dirseğiyle silerek, elindeki kağıdı elime tutuşturdu, kucağındaki bereyi kafasına geçirerek.

"Bazen tüm şartlar, çaresizlik için seferber olur çocuk", dedi, bana ilk kez bu şekilde hitap ettiğini düşünerek avucumdaki muazzam şeye bakarken ben.

" Ve ayağı kırık çoğu atın, onları yaşatma dirayetine ya da imkanına nail bir sahibi olmadığı gibi, çoğumuzun da düşüşünü savaşarak, ısrarla erteleyecek cesur bir nedeni yoktur hayatta."

O metrodan inerken, ben kaçırdığım durağın diyeti olan kağıttan atın ayağını incitmeden okşayarak taktım kulaklığı..




"