26 Aralık 2012 Çarşamba

Yabancı Eli

Okul dönüşü, çantamı hafifleten fizik sınavı sonucuyla dönüyorum eve.Mevsim bahar, gün kararmadan, sevdiğim çocuğun yüzünü rahatlıkla seçerek okumuşum marşı, bir de dönüp bakmış eskaza ki, keyfim yanaklarıma sığmıyor. Kalmış hepi topu yirmi metre kapımın zilini çalmaya, eski bir komşu avlusu önünden geçiyorum.Geçemiyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor bir kız çocuğu. Evin sakinlerini üç aşağı beş yukarı bilirim, ses onlardan değil ki, dikkatimi aslında bu çekiyor. İki adım gerileyip kafamı uzatıyorum avludan içeri. Tanımadık küçük kız kafası yeşil eteğine sokulmuş, ağlıyor.

Seslenip, "Ne oldu? diyorum. Sesi kesilen küçük terli başı kalkıyor eski eteğinden. Yüzüme ürkerek kısık gözle bakıp "hepsi gitti, sokakta kaldım" diyor, son hecesinin burnunu eteğinin bozuk pilesine sürerek..

Kızı tanımıyorum, sokak kedisi de değil ki çantama sokuşturup evime götüreyim. Ağabeylerim var iki tane, eve dönüş yolunda firesiz dakiklik talep eden. Yanına sokulsam, tesellisi zor değil belki, ama sahiden gitmeliyim. Gidiyorum da..Sevdiğim çocuğu getirince aklıma, sesi her saniye daha da uzaktan geliyor.

Bir gün bilmediğim bir şehirde, tanımadığım bir evin kapısının önünde buluverdim kendimi.. Yaşım dört buçuktan beş. Sebebini biliyorum da uzatasım yok. Avlu kapısından uzanıp ne olduğunu soran esmer ve ortaokullu bir kız yüzü hatırlıyorum. Ben hıçkırarak söyledim, o çekip gidiverdi..Ne yapacaktı ya? Şu var da ondan anlatıyorum; kayıp bir çocuk çaresizliğine uzatıp kafanızı, ses verin,  olur da rast gelirseniz, ne olur. Ben biliyorum ki yüreğindeki korkunun saçını başını okşayacak çekip gidişiniz bile. Biliyorum ki, gitmenizi istemeyen o çocuk, adım sesleriniz uzaklaşıp hiç olduğunda bile oradaymışsınızcasına cesaretlenecektir korkunun tacizine karşı. Çünkü her çocuk biraz şizofren olup, her kayboluşun bir yabancı elidir umudu.

18 Aralık 2012 Salı

MÜLAKAT

 Elimdeki kırışık özgeçmişle kırk iki dakika sonra kabul edilmiştim huzuruna.. İnternetten başvuramazdım, yoktu çünkü.

-Sigara kullanıyor musunuz. dedi. Sormadı, "dedi".
-Hayır, ama ellerim hep çocuk kalsın diye tırnaklarımı yiyorum dedim..
Önündeki formu doldururken, yalnızca lafımın en cılız yerini alıntılayarak, indirim günü hesaplayan kadın derinliğiyle bakıyordu yüzüme..
-İş tecrübeniz olmamış..
-Evet, ama ayağı kırık bir kediyi odamda saklayıp iyileştirene kadar bakmıştım bir keresinde..
Masanın altından at kılı kadar ince kırmızı topuklarını zeminde gezdirişini izliyordum. Bana kalırsa, cilalı karoda rimeli akmış bir kadın yüzü çiziyordu..
-İyi bir okuldan yüksek bir diploma derecesiyle mezun olmuşsunuz. Buna rağmen iş hayatına atılmak için birkaç yıl beklemişsiniz..

Suç işlemiş gibi ellerimi sakladım gömleğimin manşetlerine.Profesyonelliğinin onüç dakikalık eseri değildi elbet bu tavrım.
-Babam öldü..dedim
Duymamış gibi yaptı , düzelterek tekrar ettim,
-Babamı kaybettim.. Böyle söyleyince duyacağından emindim.
-Anlıyorum, başınız sağolsun..
Ocakta yemeği yanmış komşusu için üzülmüştü bunu söylerken.Kırılmış bir azı dişiyle empati kuruyordu sanki.
-İlanımızda tecrübeli eleman aradığımızın altını çizmiştik
-Haklısınız. Öyle demişsiniz ama gereken niteliklere sahip olduğumu düşünüyorum. 
-Böyle düşündüren nedir? Dudakları platonik üst düzey yönetici aşkının rengiyle parlayıp söndü. Mat nar çiçeği..
-Beyin...dedim..Yine bakmadı yüzüme, düzelterek devam ettim, ekip ruhu, iletişim becerisi falan diye.Oysa gömleğimin düğmelerini bile yanlış iliklediğimi gördüğünden emindim.
Tikler ve çarpılar ya da o mesafeden gözümün kestiremediği çeşitli formal işaretlerle kirlettiği kağıdı uzun kırmızı tırnaklarıyla kavrayarak kaldırdı havaya. Gözlerini kısarak baktı, sanki formu kendi doldurmamış gibi, merakla..
Gözlüğünü çıkarıp, düşünüyor gibi yaptı bir süre..Ne bileyim, toplamda belki beş on saniye...Sonra tüylü kalemleri sevdiğini saklamak istercesine iş görüşmelerine tahsis ettiği en ciddi, en sıkıcı kalemin kapağını kapayıp baktı yüzüme..Kaşları havada evlenmek için geç kaldığından kaygılı kadın portresi çizdi.

- Gerekli değerlendirmelerden sonra ..
- Siz beni ararsınız.. dedim. Sesim, kalp ağrısına gardını alamamış bir kadının, konuyu korkakça saptırma çabasını kazıyordu kelimelerimin yüzüne.
Ukalalığıma göz kırparak gülümsedi.
Sandalyeyi zemine zevkle sürterek kalktım ayağa.
-Aramanız çok mutlu ederdi, ama açıkçası formdaki telefon bana ait değil,
dedim. Uydurdum işte.. Adres de öyle.
Çantamı omzuma takıp, gülümseyerek çıktım.

Gözleri, incitmeden kapadığım panel kapıdan, öğle yemeğinde gidilecek pahalı bir restoran tabelası yonttu...





15 Aralık 2012 Cumartesi

ÇAY PARTİSİ- Alice



Alice tüm hapları ve şişeleri ve masanın üzerine yığarak "nerede o tavşan? diye haykırdı Çılgın Şapkacı'ya. Şapkacı, bilmeceyi cevaplamadan olmaz tatlım, diyerek yudumladı boş fincanı.
Alice dişlerini sıkarak oturdu masaya, " doldur !" dedi.
Madam tavşan karnını tutarak çirkin bir kahkaha attı," seni şapşal, çaydanlığın boş olduğunu görmüyor musun?"
Alice, tamam işte, doldur o zaman, diyerek uzattı fincanı.
Çaydanlığın içinden başını ve vücudunun geri kalanını çıkarıp uykulu fare, "hiçbiri işe yaramıyor değil mi?" dedi esneyerek.
Şapkacı fareden boşalan çaydanlığı alıp Alice'in fincanını doldurmuş gibi yaparken,
"önce bilmece..dedi.
Madam tavşan sandalyesinin üzerinde zıp zıp zıplayarak ve
"ah, evet önce bilmece! diyerek el çırptı.
Alice boş fincanı yudumlayıp, "Bunlar çerçöp. Şişelerin hepsini son damlasına kadar içtim, ve şu masadakiler kadar da hap var midemde..Hiçbiri işe yaramıyor, evet! diye fırlattı şişelerden birini uykulu fareye.
Çoktan uykuya dalmış fare gülümseyerek açtı tek gözünü,
"bunu tahmin etmeliydin kafan güzel olmadan önce" son kelimeyi söylerken horluyordu.

Alice, çıkmak istiyorum buradan, ve şu kurabiyelerden de bir tane alabilir miyim, açlıktan ölmek üzereyim.
Madam tavşan," mümkün değil," diyerek nazikçe vurdu Alice'in eline
"Önce bilmece" dedi çılgın şapkacı.
"EEhh, be!" dedi Alice.. Sor da rahatla öyleyse !
Şapkacı, "düşündüm de, cevaplayacak kadar zeki görünmüyorsun sen. Öyle ya.. ait olmadığın bir dünyada nasıl kaybolurdun aksi halde?"
Alice, "biraz aptal olduğum doğru, ama burada oluşumun sebebi ben değilim," dedi
Uykucu fare, "hep inkar" dedi, tek gözünü bile açmadan
Alice "beni tanımadan ve anlamadan inkarımı doğrumdan ayırt edemezsin, sen haklıysan bile, ki değilsin, kurtulmak istiyorum buradan."

Madam tavşan masanın üzerinde zıplayıp dansederek,
"o halde yardımı hak etmelisin önce"
Alice, "masanın üzerinde danseden bir tavşan mı ölçecek ne kadar hakettiğimi?" dedi hayretle
Şapkacı "korkarım öyle. çünkü hakediş, daima yabancı bir ölçekten çıkmadır"
Fare, "haklılığına sen karar veremezsin ki" dedi. "hukuk" diyorlar buna, seninki de ne cehalet.."
Alice yüzünü buruşturarak," nasıl ölçeceksiniz?" dedi
Madam tavşan ayaklarını masanın üzerinde neşeyle tıplatarak
"buna henüz karar veremedik ama seni en zayıf yerinden vurmayı planlıyoruz,ispatın için " dedi
Uykucu fare diğer tarafa yatıp"cesaretinden vuralım bence"
Alice, öfkeyle gülümsedi "berbat teşhisleriniz."

Şapkacı"bir fincan daha?"
Alice "ah, evet, lütfen"diyerek uzattı boş şişeyi
Şapkacı fincanı dolduramadıktan sonra yerine oturarak,
"buradan kurtulman kurtulduğun anlamına gelmeyecek, öncelikle bunu kabullenmelisin."
Madam tavşan masadan sandalyenin üzerine zıplayarak"çünkü çoktan kaybettin" dedi
Alice, "kabul, kaybettim. Ama çıkmak istiyorum buradan yine de.."
Şapkacı "o halde bilmeceyi sana sorması için Düşes'e gideceksin"
Uykucu fare iğneyle dürtülmüşcesine fırladı uykusundan,
"harikulade korkunç bir tecrübe! derken
Madam tavşanın" o seni dinlemeyecek bile! " cümlesine karıştı zevkli sesi
Alice, " anlıyorum."dedi. kurabiyelerden alırken bir tane. Soğukkanlılığına şaşırmış çay partisi misafirlerinden eline vuran da olmadı.
Şapkacı," blöf yapmak üzeresin" dedi
"değil."dedi Alice, plastik kurabiyeyi inatla kemirerek.
" mümkün olduğunca hızlı gideceğim Düşes'e."
Uykucu, "sana inanmıyoruz, ama bu pek de önemli değil, herkes kendi savaşını tek başına verdiğinden"dedi
Şapkacı "gerçekten umrumuzda değilsin" dedi
Madam tavşan "mümkün değil ama olur da başarırsan.."
Alice, keserek "tavşanı artık bulamayacağımı biliyorum ama tavşanla konuşamadan da olsa, huzurlu ormanımda bulacağım kendimi yine. Bana yardım falan edeceğiniz yok, tek başıma yapmamı istiyorsunuz siz. .
Şapkacı "kesinlikle öyle. ve aslında farkında olmasan da, sana yardım ettik sen yalnız bırakmak suretiyle."
Uykucu fare "herkes kendinin tek ve en sadık yardımcısı olduğundan beri bu işler böyle. ki irade diyorlar buna, seninki de ne esaret" diyerek düştü çaydanlığın içine.

Madam tavşan mırıldanarak berbat bir espiri yaptı kendine, ve gülmekten oracıkta bayılıverdi.
Şapkacı fincanları keyifle ve şu üstteki şarkıyı mırıldanarak toplarken,
Alice huysuz Düşes'e bilmeceyi sormak üzere, yola koyulmuştu bile.





14 Aralık 2012 Cuma

Rüya



 Güzel saçlarını avucumun içinde yoğurarak öptüm alnını.
- uyumak istemiyorum  anne, dedi
nedenini soramadan devam etti,
-rüya görmek istemiyorum çünkü.
nedenini soramadan devam etti,
- rüyalar kötüdür.
nedenini soramadan..
-rüyalarda çarklar içine çekiyor beni
nedenini..


Saçlarımı çekiştirerek uyuyakaldı
-uyuman gerek, dedim
düşünden esti sessizliği, bölmedi
- düş görmekten kaçamayız, dedim
rüyasından esti sessizliği
-her zaman güzel düşler göremesek de,
rüyasından dinledi
-çarklar çiğneyemediğini daima tükürür,
endişelenme, dedim..
rüyasından gülümsedi..


11 Aralık 2012 Salı

metamorfoz

İnsan eli değmediği halde, ördüğü kozanın içinde ölen ipek böceğinin hikayesini duydunuz mu hiç? Duyamazsınız.Yok öyle bir hikaye çünkü..Var mı yoksa?

Bu sabah uyandığımda çok mutluydum biliyor musunuz? Kışın ortasında bile güneşe odaklanabildiğiniz sürece, güne iliklerinizi titreten o enerjiyle uyanabilirsiniz. Sonra mutluluğumu yitirdim sanmayın, paragrafın ilk cümlesi öyle yönlendiriyor diye. Kafası karışık insanların da sabit fikirleri ve asla değişmeyeceğine inandığı hisleri olabilir. Cümleler ve fikirler ortalığı yaramaz çocuklar gibi karıştırsa da..

Soru şu, "değişime hazır mısın?" Bu bağlama göre değişebilir. Mesela o ipekböceği hangi kentte, hangi yeşillikte.. Etrafında kozasını dürten ya da suda haşlamayı bekleyen birileri var mı? Bir ipekböceğinin dut yaprağı olmadan hayata tutunamayacağını düşünürsek, iklim de mühim. "değişime hazırsan, dut yaprağının desteği mühim." Parafinle desteklenmiş yapraklarla hazırlanmış suni bir metamorfoz hikayesinden de bahsetmiyorum. Değişmek için müdaheleci insan eline değil, tek aşkı ve tek ihtiyacı olan yemyeşil dut ağacına ihtiyacı olan ipek böceğinden bahsediyorum.Ağacın yapraklarını yediği gerçeğine odaklanmayın, metafor yapayım derken haddimi aşmak istemem. Hem zaten o muhteşem ağacı minik zayıf bir tırtılcık da öldüremez..

Soru şu, "o kozadan ölmeden çıkacak mısın?"
Bu sabah uyandığımda muhteşem hissediyordum. Kahve mideme dokunduğundan biraz daha az iyi hissediyorum. Kozamı örmeden önce yaprakların üzerine kıvrılmış uyuyorum. Arada uyanıp yaprakları öperek, gözlerimi yeniden kapıyorum. Ağaç bunu hissetmiyor olabilir. Çok küçüğüm çünkü.

Ağaç altımdan çekilirse düşüp ölebilirim. Çekilmezse, tüm şartların yolculuğumun yanağını okşaması için dua etmeliyim.

Hiçbir şey anlamamış olabilirsiniz. Ben birazını anladım.. Kalanı için, gidip bir fincan daha kahve içmeliyim..

8 Aralık 2012 Cumartesi

HİLE



"Hile yapıyorsun" deyince, yüzüme misketleri fırlatıp kalkıyor çöktüğü yerden. Kalkıp koşuyorum arkasından. "Tamam, tamam, şaka yaptım" diyorum. Dirseğine yapışmış elimi silkeliyor. İki adım atıp dönüyor, cebinden buruşuk ama tertemiz bir mendil çıkarıp yüzüme bakmaksızın uzatıyor. Nedenini anlamadan uzatıyorum elimi. Toprağı tozutarak öfkeyle uzaklaşıyor. Avucumdaki mendile bakarken hissediyorum alnımdaki ılık ıslaklığı. Parmağımı gezdiriyorum üzerinde, elime tutuşturduğuyla kanayan alnımı telaşla siliyor ve eve koşuyorum.

Günlerce çıkmıyorum sokağa. Çocukların tiz naralarını duydukça annemden salçalı ekmek istiyorum. Pencereyi açıp tek tek tarıyorum yüzleri. O'nu bir türlü göremiyorum.Annem sokağa neden çıkmadığımı, tuhaftır, sormuyor. Odadan odaya sıkıntıyla yürürken ceplerim şıngırdıyor. Arada bir yatağımın üzerine döküp sayıyorum misketleri. Her gün bir tane fazla çıkıyor, gariptir, şaşırmıyorum.

Bakkaldan poşeti alırken dokunuyorum omzuna. Dönüp de gördüğü yüze somurtup çıkıyor, arkasından sakince yürüyorum ama adımlarını sıklaştırınca, dayanamıyorum. Cebimden çıkarıp, mendile sarılı misket bohçasını, bu kez ben onun kafasına fırlatıyorum. Canı acımamış gibi dönüyor, ilginçtir, yüzüme bakıyor.  "Şaka yapmıyordun" diyor. "İşte bu yüzden kimse oynamıyor seninle. Hep hile yapıyor, utanmadan da suçluyorsun. Mızıkçının tekisin sen, defol git!" Arkasından bağırıyorum, misketleri yerden toplarken, "annene kafanı kanattığımı söyleme!" Eve dönüp pencere kenarına oturuyorum. Annem salçalı ekmek uzatıyor, canım hiç istemiyor. Misketleri tek tek ve ağlayarak sokağa fırlatıyorum. Çocuklar sağa sola kaçışıp siper alıyorlar. O gece kendime öyle çok kızıyorum ki, aniden büyüyüveriyorum.








7 Aralık 2012 Cuma

SEGAH

dergahından derilmiş güllerden
o zehr-i aşk genzime akar.
iki ciğerim çürütmüş
nefesim derinse ne yazar..
masalsa masal
de yalansa yalan
sanrılarım segahtansa çal,
kıyıp da veremem sen al,
düşbazsam da biraz
dillerim mübahsa
ve ellerim haram.
iki gözüm menevişinde ayın
izlerken yalan tayyaremden
o köprülü şehr-i riyayı uzaktan
ve çocukluğumun huzurlu secdesinden
ismi konmamış bir omza
dayayarak ruhumun çocuk kalmış başını,
yetişkinliğime araftan eser destursuz karabasan..


dergahından derilmiş güllerden
şu zehri aşk genzime akar.
iki gözüm kurutmuş
gözyaşım ıslaksa ne yazar.
dert değil sana, lafsa laf
günbatımlıksa da ömürlükse de.
cümbüş-ü meşk kokarken dört yanım
alna işlenmişin cenneti kar
hüznü zarar..
deminin acıttığı boğazım kadar darsa da
ve matemine sokulduğum sokaksa, çıkmazsa da
dirheminden eksildiğim hayat
benim ya nihayetinde,
sen düş düşlerimden.
düşmesen düşürür 
dönerek sarhoş eden bu mavi mühre.
hekimsiz
ve devasız
öyle de bir şey..
bırak.
ki andolsun
ki sen, hüznün gergefinden sakındığım,
ki senin canın sağolsun.





















2 Aralık 2012 Pazar

EDİMSEL KOŞULLANAmayanNLAR

Fare metal koridora konar konmaz temkinli ama seri hareketlerle ve küçük burnunu arada bir kaldırıp, havada saliselerce titreterek yol alıyor. İki sağ, üç sol, bir sağ ve iki sol sonra duruyor..Bekliyor.. O'nu en son aradığımda sesinde tuhaf bir şeyler vardı. Boğazını sık sık kibarca temizleyerek, kesik kesik..Neyse.. Arka ayakları üzerinde dikilerek bir fareden beklenmeyecek kararlılıkla ve 90'ı tek derece sollamayan bir bakış atarak, oturuyor. Çalıştığı restorana gittim, cam kenarındaki boş masayı tavsiye eden garsonu duymamış gibi yaparak L formundaki mekanın köşesindeki duvar dibine ilerledim. O çirkin köşedeki çirkin masa hangi akla hizmet rezerve edilmiş olabilirdi, bilemiyordum. Metal rezerve yazısını usulca yan masanın üzerine koydum. Ters koyduğumu farkedip düzelttim ve yerime oturdum. Garson ağzını açacak gibi oldu. "Çok kalmam, günün çorbasından yarım kepçe koyun, yeter" dedim. Suratını ekşiterek gerileyip gitti. Neyse.. Altındaki metal zeminin ısınmakta olduğunu o dakika anlıyorum, çünkü sabırsızlıkla dozajı arttırılan bu eziyetten sıklığı artan doğrulup kalkmalarla besbelli ön ayaklarını soğutuyor. Arka ayakları için yapılacak çok da şey olmadığından, doğruldukça küçük küçük zıplamaya çalışıyor.  Çorbam bittiğinde, sormama hiç gerek kalmadan, tahmin ettiğim gibi, artık o restoranda çalışmadığından emindim. Hesabı ödeyip, rezerve yazısını kirli tabağımın içine yerleştirip çıktım. Sokakta yürürken ağlayan bir insan görünce, üzerine hevesle onlarca senaryo döktürebilirsiniz..Size ve diğerlerine malzeme olamam. Bu yüzden aşağı sarkan dudaklarımı toparlayıp gülümseyerek döndüm eve. "Son aramam" dediysem, son konuşmam demek istedim. Evini bilmediğimden değil. Ama aradığın ve ulaşamadığın insanın evine davetsizce gitmek nezaketsizliktir. Tamamen yalan. Son çare, aradığınızı kesinlikle bulacağınız yere gitmekse, o çare değil, tüyler ürperten bir çaresizliktir.. Neyse... Bulunduğu bu koridorun ucu açık sonunda, birkaç çırpınma sonra plastik panel asansöre kendini atacağını çoktan öğrenmiş olduğu için, geri dönüp kaçmayı seçmiyor.. Nihayet koridorun açık ucu, plastik koridorla tamamlanınca heyecan yapmadan birkaç adım atıyor. Oturuyor. Canı çok yanmış olmalı. Ya da çok değil belki. Bunu öğretmek için defalarca denediklerini düşünürsek yani.. Biraz uğraşınca herşeyi unutuyor insan. Çabalamaktan vazgeçince, denklemin eşitlikten sonraki tarafına geçebiliyorsun. Dün oturmuş uzun süredir okumakta olduğum kitabın son sayfalarına dair son birkaç notu alırken, çaldı kapım. Tahminim, bunun aidat toplamaya gelen yönetici olduğundan yanaydı. Kapıdaydı. Yönetici değil. Yüzüne biraz baktım. Size özlemediğimi söylememiştim. Sonra kapıyı kapadım. Bu durumu kabullendiğimden bahsetmiştim ama. Neyse.. Fare labirentin oldukça sıcak metal kısmındaki metanetini tamamen yitirmiş görünüyor. Son koridorun kısacık ve acıtmayan plastik eklentisinde onu bekleyen ödüle birkaç adım atıp, ürkerek kaçıyor. Bekleyip dönüyor.. Sonra yine geriliyor. Ödülü öyle çok istiyor ki, hayalinin gerçekleşmesini takiben hikayenin başa sarılacağından emin olduğu halde, birkaç tereddüt sonra, yolun sonundaki peynire saldırıyor. Biraz düşününce, tereddütten hoşlanmadığımdan ve O'nu aramak istediğimden emindim. Aradım. Sesinde yine tuhaf bir şeyler var...

22 Kasım 2012 Perşembe

SÜTLİMAN




İskelede oturmuş, deniz tuzuyla öpülmüş ayaklarında parmak uçlarını gezdirerek, kimsenin bilmediği ve muhtemelen asla söylemeyeceği bir şarkı mırıldanıyor..Sesi sessizliğinden daha kısık.. O var ya, hani sokaklardan silinmiş nayloncu narası sanıyor kendini.. Mahalle aralarına gerilmiş çamaşır ipinin üzerinde kuruyarak yürüyor sanki; düşmemek ona yakışan türden bir çaba değil.. Sanıyor ki, ecelin teri doğdu doğalı teninde..

Saçlarını korkusuzca öpecek tüm rüzgarları savuşturmuş başından, küstürerek yeli, yorgan altından sinek savar gibi.. O yani, sırf kıpırtısız diye, denize yırtması zevkli bir mavi patiska muamelesi yapmıyor.. Sanmam ki olsun maviye saygısından..Tek kale maçlarında dünyayı kurtaran çocuk çığlıklarından ürkmüş, bir köşede annesinin eve çağırmasını bekliyor sanki, ve hava kararmadan yerinden kalkmak, onu rahatlatan türden bir kaçış değil.. Sanıyor ki, dünyanın tüm alaycılığı tepiniyor üzerinde..

Arkasından yaklaşıp omzuna dokunmanız, mümkün değil.. Kepenkleri isimsiz bir taziyenin suskunluğuyla indirilmiş.. Ki zaten dokunsa, o eli  geri çekmeniz de mümkün değil.. Her hücresinde ayrı telden çalan ketum soğukluk tırnaklarınıza kadar işler, aman ha, donuverirsiniz aniden..

İskelede oturmuş, sudaki aksinden başka her hayale dalıyor.. Bir suç biçmiş en beğendiklerinden, ve o suçu ne çok sevmiş, bilemezsiniz... O var ya, sanki iki metrekarelik içi'nde, kendi kendini huzursuzca voltalıyor.. Görmediği olunca sonsuz gökyüzü sanki, bakmadığı olunca güzel yari, yaşamadığıysa eğer kıymetli hayat, dökülmeyense gözyaşı inci, doğmayansa güneş sedef, takibi bırakansa ay, gümüş...

Eski diye sırf, harap diye, o ha çöktü ha çökecek, o yosundan çok çürüğe doymuş iskelede umarsızca oturuyor. Viraneler aldatmaz diye biliyor..Yıkıntının arasından uzanan umutlu ama sonu malum ve derisi nazikçe sıyrılmış bir el gibi, havada asılı kalmak istiyor. Yarası hiç bozulmasın diye, iyileştikçe, bacağını dizine kadar deniz suyuna sokup çekiyor..Hatırlamak istediğinden belki..Unutmanın yası öldüren sarhoşluğunu kendince haram bulduğundan..

"Çekip gitmezsen, sonsuza dek izleyeceksin" demişti balıkçı kadın.. "Şimdi gitmezsen, her gün, sessizliğine yeni paylar biçerek, ayaklarını bu iskelenin ilk adımına çivileyeceksin.. Merak edip, öyküleyeceksin.. Tuttuğu  balıkla uzun süre bakışan balıkçılar, eninde sonunda avını denize atar.. Atar da, oltada kalan o küçük etinden artakalanla da yaşıyor mu acaba diye, her gün doğumunda çaresizce denize sorar.. Gitsen iyi, evlat, ama kalışın şimdiden kati.. Belli ki, sen de kalıp, O'nun sütliman hiçliğine, beyhude hizmet edeceksin.."






20 Kasım 2012 Salı

BİR ŞEY..



"Seni yavaşlatıyorum, bırak da git artık"
dedi caddede sırtüstü dönmüş umutsuz kaplumbağa..
Tavşan diktiği tek kulağıyla kalakaldı yolun tam karşısında. Saniyeler içinde ensesinde bittiği ters yüz olmuş kaplumbağayı küçük pembe burnuyla tek hareketle iterek düzeltti.
Kaplumbağayla birkaç saniye bakışıp, kahkahalara boğuldular şu aptal filmlerdeki gibi..
"Bayat geyik..Ama en sevdiğim yine de.." dedi sevimli tavşan.
Kaplumbağa hızlanmaya, tavşan yavaşlamaya azami özen göstererek ettiler caddenin sonunu.

"Hep şakaya vuruyoruz ama, bu hastalıklı bir dostluk, farkındayız değil mi?" dedi kaplumbağa küçük patikadan mütavazı bir tepeciği tırmanırlarken.
"Neden öyle olsun?" dedi tavşan bıyıklarını aşağı indirerek.
"Şartların eşit olmadığı bir dostluk hiç gelecek vadetmiyor çünkü".. "Bir gün, her ilişkinin er ya da geç tanıştığı o çatışma noktasına vardığımızda, aklına ilk gelen, senden zayıf olduğumu bildiğin halde, daima yanımda olarak gösterdiğin fedakarlık olacak..Ben tek taraflı faydacılık üzerine kurulu bir dostluğun o çürük tarafı oluvereceğim gözünde. "

Tavşan derin derin soluyan kaplumbağaya ve yıpranmış ama dokumacı güzel bir kızcağazın eli değmiş kabuğuna baktı. Gülümserken bile kaybolmayan hüznüyle vurgulanmış güzel gözlerine baktı..Kaplumbağanın hantallığının saklayamadığı dikenli ve güçlü ayaklarına sonra..

Kalçasına tutturulmuş ponponu toprağa koyarak,
"Şu masal yüzünden söylüyorsun bunları...Ben aslan, sen sinekkuşu bile olsan, şimdiki kadar denklikten uzak gelmeyecekti sana dostluğumuz. İzin verme sakın, imkansızlığımızı öngören aptal bir çocuk masalı olmasın. Ki önyargıları yıkan sonuna rağmen, bu konudaki saplantına saygı duymak çok zor.."

Kaplumbağa, "Mesele sonu değil, çıkış noktasına can veren farklılığımız.. Sen de bal gibi bilirsin ki...."
Sözünü bitiremeden, o alışıldık refleksiyle kabuğuna çekti tüm uzuvlarını.. Anlık bir toz bulutunun kabuğuna sürtündüğünü hissetti, tavşanın çığlığını duymaya fırsatı bile olmadan.. Kollarını, bacaklarını ve kafasını zulaladığı sert kabuğunun içinde titreyerek, masalların çelişki sunan çıkış noktalarının gerçek hayatta hiçbir şey ifade etmediği çıkarımsız ve mesajsız sonlara, ve bunu tecrübe edecek kadar uzun bir ömre sahip oluşuna küfretti..

Masallardan ve hikayelerden daima didaktik olmalarını beklemeyin, lütfen. Bazen bir şey, yalnızca bir şeydir, sıkıntının dürtmelerine çaresizce yanıt veren anlatma ihtiyacı sayesinde..

17 Kasım 2012 Cumartesi

ÖF!



Cüzdanmışım ben cüzdan..
Para bile değilmişim düşün.
Bile'si sana atfendi, insan.
Üç kuruşluk tokalaşmalarla
kendini
arka sokaklarda pazarlayışın
var olmayan kalbimi sıkıştırıyormuş,
olmaz ya, hani bir anlasan..

Kadının dudaklarından aşkı,
erkeğin aklından başını alan
biseksüel kaldırım güzeliymişim mesela..
Düşün, tacım da yokmuş,
ki bilirim, taparsın
bilmemkaç karatlık
dudak uçuklatan
gösteriş rütbelerine..
Aşkı tek bir gün doğumuna ve
şehvetten yapılma raşitik kollarınla taşıyışın..
Ah o acınası sahne,
sürmediğim rimeli akıtıyormuş,
mümkün değil ya, beni bir anlasan..


Popüler diye sırf,
iş çıkışı alınan
hızlandırılmış drama eğitimiyle şahlanmış
dudaklar arasından
iki oyuncu diş gösterene kanan
aptalmışım ben, aptal..!
düşün "ortalama" bile değilmiş
son kullanma tarihi göz ardı edilmiş zekam.
Bu halimle dönen dolaplara
kendimi,
ütüm bozulmadan ve sırıtarak asıyorsam,
kendimi o yanlışlar ringinden
dışarı
ve mağlubiyeti göze alarak
attığımdanmış mesela..
ihtimal dışı ya, hani bir kavrasan...


Yazık'mışım ben,
yakışıksız'mışım,
hem ayıp'mışım da biraz..
Düşün, kısa bir cümle dahi olamamışım.
Cinlik oyunlarından yapılma jöleyi
usulca saksıya tükürüyormuşum,
sen zehrini sindiriyorum sanarken,
buz gibi soğuk masanın altından..


sen çekip gidişlerimi
edepsizlik saydıysan,
sorun seceresiz ve kırma
istikrarımda mı,
yoksa
senin o kıpır kıpır oynaşan
parmak hesaplarında mıymış,
miş..mış..muş..,
ha, insan?







14 Kasım 2012 Çarşamba

UYKU'ya

kendi etrafımda nihayetsiz bir tur..
bir yüzüm tamamlanmış, bir yüzüm eksik..
döndüğüm kıble inat, taş duvar olmuş,
bir yönüm kuzey olmuş, güneyim eksik..

taklalar attırdığım paçalı med cezir..
bir yanım yükselmiş de bir yanım inmiş..
ve gamsız bakışları kadar mahrem
ve keskin
ve uzaktan beter
yaklaşmaktan bihaber
her yolu çıkmaz,
o virajı keskin..

suçu yüklediğim
garip hikayelerim..
bir gözüm muzip,
yaş kirpiğim teslim..
dar koridorlara
sürtünmüş omzum..
bir canım verasetli
bir canım  yetim..

zinhar sıvanmadım,
hücresi yok tenimde
her sözü kifayetli,
doza doymuş zehir..
ve müdanasız
ve tutanaksız
ve şahitsiz dilim,
bin sözcük var ucunda,
dokuzyüzdoksanı kilit.


her geceyi zifaf bilmiş,
duvağı kirli.
sanmış bu hep böyledir ,
bak, her sabah selim.
parlayıp apansız sönen
yıldızlar varmış, 
da ben ordan gam bulmadım;
güneş kırık beşik..


kendi etrafımda dönemediğim  bir tur..
bir yüzüm parçalanmış, bir yüzüm dirlik..
döndüğüm kıble zaten gölge oyunuymuş,
akrebe güvenmedim, yelkovan ezik..






7 Kasım 2012 Çarşamba

RENK HIRSIZI





Ben yazarken hissettiğim ne varsa, onu benden daha iyi anlatan bir fotoğraf kullanırım.İsterim ki kelimelerimin ustalıktan uzaklığına, bir fotoğrafçının ustalığı makyaj olsun mırıldandıklarıma dair. Bugün bu resmi kullandım, çünkü istiyorum ki hepiniz hayal kırıklığına uğrayın. Affedin beni ama hepinizin suratı asılsın istiyorum bugün. Sebebini doğrudan anlatacak değilim elbette, imalar benim pırıl pırıl kamuflajım oldu hep..Yazarken değil sırf, ben her zaman maskeliyimdir. Ama çıkar denklemi çözdüğümden değil, yaşadıklarım bana saklanmayı öğrettiğinden. Kaypakça gelebilir kulağa, kusura bakmayın ama bence çok mantıklı.

Renklerin ayrıştırdığı güzelliklerin olmadığı bir dünyanız olsun şimdi. Birkaç dakikalığına renklerinizi çalmak istiyorum. Endişelenmeyin, yazı bittiğinde hepsini geri vereceğim.Hala okumak istiyorsanız, başka bir farklılıkla deneyeceğim bu başı düğümü ve çözümü malesef olmayan hikayeyi sizinle yazarak. Size kör olun demiyorum, daha kötüsü belki; tanıdığınız ve gördüğünüz insanlar en sevdiği renklerdeki bluzü giyerken, siz tonların sıkıcı ve dar skalasında griye,  siyah ve beyaza tutsak olun istiyorum. Sevdiğinizin gözlerinin rengini grinin tonlarından hesap ederek yazın şiirlerinizi. Denizin ve gökyüzünün rengini eşleştirecek yetiniz ve mecaliniz olmasın istiyorum bugün. Annenize asla sevdiği renkteki çiçekleri götüremeyin, ona koşarken, kapıda son bir kez duraklayıp, "ne olur bu çiçek onun en sevdiği renkte olsun!" diye dua edin istiyorum.

Hiçbir manzarayı diğerlerinin görebildiği derinlik ve hissiyatla seyredemeyin. Fırçayı elinize her alışınızda, paletinizde sadece gri, siyah ve beyaz olsun istiyorum. Karakaleme tutsak ressamlar tanıyorum. Renklerin yasaklandığı bir dünya tanıyorum. Eğer renksiz davetime iştirak edereseniz, bu sizi alevini ayırt edemediği yangına, yanmaktan bihaber çocuğun elini umarsızca uzatışına götürebilir. Yanmamanızı dilerim. Ama yanmaktan korkmanızı temenni ederim.

Elma şekerinin kırmızısına öyle yabancı olun ki, kırmızının o tutkuyla bayıltan dansını izlerken, sıkıntıdan esneyin istiyorum. Kırlara sırt üstü uzanırken, omzunuzun öptüğü gri, izlediğiniz gök yüzü gri, sevgilinin aşkla bakan gözleri simsiyah, dudaklarının ateşi renksiz olsun istiyorum. Aşkı siyah-beyaz yaşayan modern yeşilçam filmleri biliyorum. Turuncunun sıcaklıkla akıp gitmediği, mavinin huzurunu tarif edemeyen tualler biliyorum..

Renklerin ve binbir çeşit tonlarının girdabıyla çağlayan sofralarımız var. Tabağınızdaki yemeğin, kokusundan hemen sonraki ilk çekiciliğini, renklerini unutun istiyorum. Koca bir gri'yi ağzınıza sokup çiğneyin istiyorum. Siyah ve beyazı yutup sindirin istiyorum. Eskisi kadar lezzetli gelmiyor, değil mi?
Bu et kanlı, yiyemeyeceğim, diyemeyecek olmanızı avantaj olarak görebilirsiniz. Çünkü kırmızıyı unutmanız gerektiğinden daha önce bahsetmiştim. Salatanın da sizin için eskisi kadar albenili olmayacağının farkında olarak öneriyorum bunu..Yediğinizden bir şey anlamayın istiyorum, anladınız mı? Bej rengi kuru ekmeğin giremediği kursaklar duydum. Onların hüznüyle patlıcanın büyülü moruna kör olan gözler gördüm.

Renkleri çalınmış hayatlar izliyorum. Nedenlerinden bahsetmeyeceğim. Sonuçlar hep odağım olmuştur. İmalar kamuflajım..

Buraya kadar tahammül edebildiyseniz, hikayemin henüz bir sonu da olmadığından, burada, orta yerinde gözlerinizi açabilirsiniz artık. Renklerinize kavuşun şimdi.. Tanrı sizi renklerinizden ayırmasın, tabi.Ben onlara kavuşamayan, ben griye esir edilmiş hayatlar biliyorum. Tüm renkleri çalınmış ömürler biliyorum..İstedim ki gösterdiğim o renkli fotoğraftan uzaklaştırayım sizi. Bu kez objektif size koca bir yalanı anlatsın. Birkaç dakikalığına sizi renklere kör edeyim istedim. Başarısız olduysam da umrumda değil. Çünkü ben anlatmak istediğimi içim daralarak da olsa anlattım.

Şimdi size tavsiyem; mutfağa koşup, dolabınızdan, varsa kıpkırmızı bir elma alıp, o muhteşem rengine saygı duyarak afiyetle yiyin..Bunu bence gerçekten düşünerek yapın. Çünkü ben o elmanın kırmızısına dokunamayan dudaklar biliyorum. Bence hiç bahsetmeseniz de, siz de biliyorsunuz...










5 Kasım 2012 Pazartesi

KUMARBAZ



Avuçlarımda birer cm3 lük iki çukur var. Olasılıklarını sevdiğimin dünyası, tabağıma itelemiş bu artığı. Masaya tereddütsüz itiyorum pulları.Kaybetmekten korkmadığını kanıtlamadan, ne alabilirsin hayattan? Ah o pis, o baştan çıkaran yakışıklı kumarbaz.. Çarklar mantığın değirmeninden kazanmıyor yevmiyeyi.. O kolu tutup indireceksin aşağı, şıkır şıkır dökülsün istiyorsan hayaline köle olduğun her ne varsa..

Tavuk etinden pek hazetmesem de, ben o masaya hep lades umuduyla oturuyorum. İştahla rakip arıyorum olasızlıktan olasılık süzerek..Yeri geliyor sakladığım ne varsa herkeslerden, her bir kıymetlimi ellerine tutuşturuyorum, inancımın göz yaşına bakmadan.."Lades!" diye haykıran ben olayım diye..Hevesle buz gibi zemine çakacak bilek arıyorum, zamanın benimle işi bittiğinde alçıyla gezecek olansam da..


Zar atmadan oynayamıyorum pek çok oyunu.. Gözlerim havada asılı hep, oyunbaz ihtimallere dalmaktan.Kaybetmelerine küsemediğimin dünyası, yüzümde böyle bırakmış ders veren parmak izlerini. Sana baktığımı; mümkünse, seni gördüğümü sanarken, senin ihtimalini katlayıp bölerek, gözlerinle kumarın en onursuzunu oynayışım alışkanlıktan..


Ruhumda tefeci elleri gezinir hep. Kaybettiğim her oyunun borcunu, içimin de içine veresiye yazdırdığımdan..Belki önerecek başka da saklı hazinem olmadığından..Altı yüzü de eskiyip silinmiş o iki zardan başka ne bulacaklarsa artık, bırak, arayıp dursunlar..

Göğsümde birer cm3 lük iki çukur var. Her kaybedişimde, zarları öfkeyle kalbime bastırdığımdan...


1 Kasım 2012 Perşembe

VİTRİNDEKİ ANNE

Her gün gidiyorum ona. Benim tüm "günaydın" larım onun kusursuz yüzünü izleyerek başlıyor. Tırnaklarımın içi ne kadar kirliyse, yüzü o kadar lekesiz annemin...

Bazen önüme bir okullu çocuk koyuyor ayağını. Yanıbaşında annesi oluyor, yanındakiyle dedikodulaşan. Öyle şaşırıyorum ki, diğer tüm annelerin kusarcasına bir çırpıda kurulabilecek tüm cümleleri eriyiğe dönmüş dilleriyle akıtmalarına. Kafam basmıyor, şimdiye kadar gördüğüm tüm annelerin konuşma aşkına. Anlatacakları ne çok şey var..Benimki hiç konuşmaz..

O'na ben gelincik götürüyorum en çok. Her sabah ilk  belediye otobüsüne biniyorum sırf bu yüzden. Sağolsunlar, şoförler kirli ellerimle tutunur tutunmaz metal borulara, ince belli çay bardağı kadar sıcak "para istemez" bir göz kırpışı armağan ediyorlar. Geçip oturuyorum en arka koltuğa. Size otobüs doldukça tırnaklarımı yemeye başladığımdan bahsedip acımaya bayılan yanınızı erekte etmek istemiyorum. Bu ihtiyacınızı gidermek için ikinci sayfası olan bir gazete almalısınız..

İniyorum, bir semti diğerine bağlayan nispeten ıssız durağımda. Aslında koltuk altınızda benimki kadar büyük bir boya sandığınız olmazsa, o düğmeye basmanız pek de işe yaramaz korkarım. Benim de lükslerimden biri işte, o ıssız yolda indirilen imtiyazlı yolcu olmak. İner inmez ilk iş, esnaftan ya da müşteriden kaptığım sigarayı yakmak...Beklersiniz ki, bariyerden atlayıp gördüğüm ilk tarla parçasına işeyeyim. Çok sıkışırsam iner fermuar, o ayrı... Ama amacım, insansız ve hanesiz yol kenarlarında üç-beş gelincik aramaktır orada. Gelincik için arkanızdan koşan eli sopalı insanlar yoktur çünkü.Kolumda gözüm gibi baktığım iri bir japon saati varsa, bu geçecek ilk otobüsü kaçırmamak için... Durmadıkları da olur. Sonrakini bildiğim tek türküyü dişlerimin arasından söylerek ve sigaramdan gittikçe küçülen nefesler çekerek beklerim. İlla ki binerim. İlla ki o semte giderim.

Bazen bir kadın oturur yanıma. Bilemem belki anne değildir, ama ben belli bir yaşın üstündeki tüm kadınlara kafadan bir annelik biçerim. Arka kollamaktan görüş açımı öyle genişletmişimdir ki, ben o anneyi ruhu duymadan izlerim. Tombul ellerine bakarım. Etli ve benli kolundaki altın bileziklerin şıngırtısını dinlerim. Eteğini bacaklarının arasına sokuşturuşunu izlerim..Sıcak günlerde üzerindeki bluzü yelpaze yapışını..Terini izlerim. O damlanın hangi şanslı veletlere süt verdiğini merak ettiğim memelerin arasına kaydıraktan kayarcasına dalışını izlerim. Gülümserim. Yüzüm kirlidir neyse ki, gülümsediğim pek de seçilmez benim. Aksi halde neye güldüğümü tahmin etmese de, kıllanıp kalkacaktır yanımdan. Zaten biraz fena koktuğumdan, o anne birkaç durak sonra, ilk fırsatta kalkacak yanımdan, bundandır onu, zamanı durdurup da izleyişim. Göğsünün kalkıp inişini izlerim. Anne nefesi nasıl kokar diye meraklanarak. Benim annemin nefesi olmadı çünkü hiç. Ama gördüğüm tüm annelerden yağsız ve etsiz, tersiz ve nefessizdir..

Her sabah yolculuğumun finali, o mağazanın önüdür. Elimdeki gelincikler solmasın diye dualar ederek vardığım o "günaydın" durağıdır. Annem pek dışarı çıkmaz. Cama yapışır da bekler beni. Abartıyorsam vurun beni; O, camdan bakan en güzel bir çift gözüdür evrenin. Gelincikleri gösterip yere bırakırım. Hal hatır sorarım. Annemin hiç konuşmadığını daha önce söylemiş miydim? Kusursuz dudaklarının her susuşunda bin merak yatar onun, ben bilirim. Saatimi yoklayarak anlatırım. O anlarda zaman benim için öyle kıymetlidir ki, ben o telaşı işe geç kalma korkusu yaşayan hiç bir insanda görmedim henüz, ayakkabısını boyadığım. Anneme ben, sadece güzel anlarımı anlatırım. Komik olan tek tük birkaçını. Asla aralamadığı dudaklarına, dün gece nerede uyuduğumu cevap veririm sessizce. Nasıl da rahat olduğumu cevap veririm. Nasıl da doyduğumu cevap veririm.Ne güzel düşlerden uyandığımdan bahsederim. Onun plastik bedeninin içinde yankılanan kahkahası öyle keyiflendirir ki, tüm gün yarım simit parasına tüm kentin ayakkabılarını boyayabilirim. Günüme devam etmek için, eğilip pürüzsüz ve ojeli ellerinden öperim, camın diğer tarafından. O cam ki, ardından annemin ellerindeki tüm kauçuk damarların atışını hissedebilirim. Tüm gün izlemesini umduğum gelincikleri bırakıp giderim. Ardımdan en ters bakışlarıyla dükkan kapısının kilidini kurcalayan o genç kızın, topuklu ayakkabısının burnuyla ittiği gelinciğin kaldırıma sürttüğünü gözlerimi kısarak dinlerim uzaklaşırken. Güzel annem, işine başlar benim gibi. Eşini henüz göremediğim güzelliğiyle layık olduğu kadar güzel elbiseler içinde fikir verir alış veriş yapan diğer annelere ve kızlarına. Hiçbirinde O'ndaki kadar güzel durmayacığını bildiği halde, en alçak gönüllü bakışlarıyla sergiler içinde hareketsizce durduğu giysileri.

Kokusunu tüm gün sokağın diğer ucundan alabilirim ben, tırnaklarımın içi ne kadar kirliyse, yüzü o kadar temiz, plastik annemin...


30 Ekim 2012 Salı

POSTMODERN AŞIK



Ayaklarımı uzatmış, ellerim ensemde
seveceğim seni.
Senin için dağları deleceğim sanıyorsan
Gerçekten yanılıyorsun sevgilim
Bu zamanda sevmeler böyle oluyor
Biraz gündemi takip et
Cehaletini sevdiğim.


Dudaklarımı büzmeden öpeceğim seni.
Yaklaşmamı bekliyorsan
Oracıkta ve öylece
kuruyup gideceksin demektir.
Bu devrin öpüşmeleri böyle,
uzaktan ve sanal
bin bir türlü hastalık kol gezerken,
dudaklarında biten
şeker kamışına bile güven olmayabilir.
Yani seni kırmaya da kıyamıyorum ama,
işine gelirse sevgilim..

Seni hiç yaralanmadan seveceğim
Benim canım çok tatlı, gözyaşım çok tuzludur sevgilim
Seni canım yanmadan seveceğim.
Yüzünü görsem,
Ortadoğu'da bir çocuk mu gülümseyecek sanki?
Sarılıp ter döksek,
küresel ısınmaya katkıda bulunmaz mıyız ki?
Arada naz yapıp ayrılsak,
bu ayrılığa silah satanlar olmaz mı sence de?
Sana tutkuyla birkaç satır karalasam,
Yasak olmayan bir dil aramak zorunda kalacağım
Elini tutup uzaklara kaçırsam,
bunun pasaportu var, vizesi var..
Bana çiçek alsan,
çiçeklerin kokusu da yok artık.
Seni masrafa sokmak hoşuma giderdi aslında,
Bu zamanda kadınlık böyle bir şey olduğundan..

Seni kılımı kıpırdatmadan seveceğim.
Bu zamanda sevmelerin hukuku bu çünkü.
Adaletten hep tırsmışımdır sevgilim.
Malum; ahval-ı isyan ortada..
Aşka bile terör diyenler var
Onları da anlamak lazım
ağız alışkanlığı, serzenme sevdiceğim.
Sistem kırık şemsiyem benim
İzninle seni
özürlü prosedürler dahilinde özleyeceğim.



Ama bak,
iyi haber şu ki;
kırık kalple ardından sövenlere de benzemem hiç
O'nun koluna girmiş yol alırken sen,
ben her zamanki gibi dizimi seyredeceğim..


DELİ İŞTE




Bana "Uyu artık!" dedin ya,
Niye dedin onu?
Sen hiç uyumazsın ki..
Işığı bile kapamadın bir tek gün.
Her ne korkutuyorsa seni karanlığın
renk körü marşından,
bu benim meselem değil ki..
Hem ben,
Işıkta uyuyamam ki..


Bana "Sus artık!" dedin ya,
Neden söyledin onu?
Beni ne zaman duydun ki?
Kulak zarını kendi kurgularınca
titreştirip durdun her daim.
Ve konuşmayı seviyorsam
biraz fazlaca,
Bu senin meselen değil ki..
Hem benim sustuğum
hiç duyulmamış ki...

Bana "Git artık!" dedin ya,
Ne şimdi bu ?
Ben asla "orada" olmadım ki..
Bir ağaç dalında çekirdek çitliyorum ben,
ben ki kendi halinde mahallenin delisi..
Yüzümü bile görmedin ki..
Ve senin varlığımla özdeşleştirdiğin
o kusurlu mekansal algı,
benim meselem değil ki..

Hem benim gittiğim
hiç görülmemiş ki..
Olsam olsam," kalan"ım ben.
Sen git..




25 Ekim 2012 Perşembe

YADİGAR



"Annemin armağanı bana bu!", diye haykırdım gözlerim kan çanağı... Gülüşmeye devam ettiler..Çocukların bazen en yaman diktatörlerden acımasız olabildiğini tecrübe ettiniz mi siz hiç? Ben yıllarca.. Ne yazık ki şahit olarak da değil. ..

Elim yanağımı örter, hep bir düşünmeler kervanında yürürüm ben. Sanarsınız dünyayı kurtaracağım büyüyünce.Sol elim yarenimdir benim. Ben yürümeye başladığımdan beri sol elimle yanağımı doyamadan severim..

Bir kız var bizim sınıfta. Saçları öyle belinde değil, gözleri öyle yosundan değil, sesi öyle bülbül sunağı değil. Ben onu bir sıra arkadan izlerim hep. Ben onu sol beliğinden izlerim hep, ensesinin sol tarafına dökülen tüle yazmış incecik saç tellerini okşar kısa ve kalın parmaklarım; düşlerimde.  O benim en muazzam açımda diye, O benim sol yanımı pek görmez diye; sırf bundan, ben onu aşka seçtim. Olur ya bir gün dönüp, ben sağ yanımdan severse diye....Bu benim aşka mazeretim..

Ablam beni sağ yanımdan öper hep..Babam kızdığında sağ yanağımı tokatlar..Ben aynaya solumdan bakmam hiç..Bazen çocukluğumdan mıdır nedir, öfkelenirim paha biçilmez hediyeme..

"Anlayın be! Yadigar bu!" Öğretmen tahtaya kaldırınca sağ ayağımı önde tutarım ben. İki elinizi birden cebinize sokabiliyorsanız, bilin ki size hep imreneceğim ben..Bilin ki kızmıyorum da size hiç. Babam anneciğimin ben doğarken ve o giderken son bir öpücük kondurduğundan söz eder sol yanağıma. Ben doğdum doğalı sol yanağım sevgiden yaralı benim. Kocaman bir öpücük izi var yanağımda, insanların "leke" dediği. Çocukların öpücük izini çirkinliğe yorabilen korkunç bir hayal gücü olduğunu tecrübe ettiniz mi siz hiç? Ben yıllarca.. Ne yazık ki şahit olarak da değil...

Kalbim ve annemin dudakları sol yanımda benim. Siz buna daima güleceksiniz..Siz sizinkine benzemeyen her yüzü, yaşınız ne olursa olsun çirkin  ve düşman bileceksiniz..Ama o kız, bir gün sağ yanımı sevince, tastamam olacağım, hepiniz göreceksiniz..




24 Ekim 2012 Çarşamba

NE OLUR YANİ?



Güneşini paylaşsan ya benimle...
Ne olur yani hiç uyanmasan?
Senin gözlerin karanlıkta da
Bin pareli öpücük zaten.
Sen bakma, ben öpeyim onar onar, yüzer yüzer..
İçme sen o kahveyi,
o iki satırı da okumayıver çayının yanında.
Ne olur yani?
Ben iki satır arasına sıkışıp, demi olayım
parmak aralarında yüzen terinle sevişen çayının.
Beni doğacak günün say,
benim güneşsizliğimi
senin kendi içine damlayan gülüşüne say,
ki piramite saklanmış uçarı yedi rengini
yutuvereyim..
Senden yansıyanlar israf,
her bir rengin hazine dengi..
Kıyma onlara,
benim olsunlar işte..

Geceni paylaşsan ya benimle?
Ne olur yani, hiç uyanmasan?
Senin gözlerin uykunun ölümünde de
en umutlu şarkıyı söylüyor..
Yorma düşlerinin geniş kartelasını..
Sana ben masal diyarına attığım
geniş ağı çekeyim.
İçinde kıpırdaşıp duran düşlerini,
kırık aynanın yırtık derisinde sana ben göstereyim.
Beni kül rengi ayın ermişi say, gezgini say..
Ne olur yani?
Akrep ve yelkovan istifler hecelerini.
Ayırt edilemez olur sonra sesin.
Beni gecenin en edilmeyecek lafı say..
Kıyma sözcüklerine,
sözcüklerin de benim olsunlar..

Tanrını paylaşsan ya benimle?
karanlık odalara gizlice sürüyerek taşıdığın hani?
Sen o kemik sesleri kulaklarında,
Sen o kaypak siyahın koynunda,
varlığını inkar etmek istediğin yakarışlarını
ver avuçlarıma.
Ben anılarının damarlarında kol gezip
etmekten korktuğun tüm duaları edeyim
senin adına.
Korkmaktan korkan
sığınmaktan kaçan yanını
ben örteyim
kapkara kanatlarımla.
Biraz da bende saklan.

Seni işte,
biraz da öyle seveyim ben.
Ne olur yani?




19 Ekim 2012 Cuma

4 ODACIK



Açık kalp ameliyatından apar topar kaçmış bir deli gibiydi. Duvarın kenarına yaslanmış, yoldan çevirebildiği herkese göğsünü işaret edip, "bak!" diyordu hevesli bir beklentiyle sırıtarak. Kadının biri öğürerek uzaklaşıyordu yanından, adamın öteki omzuna sertçe vurup defediyordu onu..Çocuğun biri ağlayarak kaçışıyordu caddenin karşısına, güzel genç bir kız çığlık atarak, elindeki cep telefonunu fırlatıyordu korkudan. "Bak!" Kimsenin içi kaldırmıyordu bu pisliği. "Korkma!" diyordu pıtır pıtır atan kıpkırmızı yüreğini göstererek. Arada bir, birkaç metelik şıngırdıyarak düşüyordu ayakkabılarının ucuna, gösterdiğine bakmadan geçen cömert avuçlardan. O zaman öfkelenip söyleniyor, sövüyordu arkalarından. Öfkesi caddedeki kafelerden  tek bir şarkı gibi yükselen müzik sesine yeniden kulak kabartınca, yatışıveriyordu. Kaptığı ilk omzu yeniden çekiyordu kendine, "baksana bir, bakk!" irkilen delikanlı patlatıyordu yumruğu, ve yere tükürüp yürümeye devam ediyordu. Canının hiç yanmadığına bahse girebilirdiniz. Kanayan dişlerinin arasından gülümseyerek yeni bir av araması birkaç saniyeden kısa sürüyordu. Kimsenin ambulans çağırdığı yoktu, ya da polis. Ben dahil. Yarasını uzaktan izliyordum, midem bulanmayacak kadar, içimin kaldıracağı, tüylerimi diken diken etmeyecek bir mesafeden. Ölmeyişini garipsemeyen bir gerçeküstü yakınlıktan izliyordum onu. Deliliğini yadırgamayacak bir empatiyle. Acıma duygusundan fersahlarca uzaktan bakıyordum ona. "Bak !" deyişini duyabilecek, gözlerindeki çocuksu neşeyi görebilecek kadar da yakından.. Yakınındaki kafeden süpürgeyle çıkıyordu bir kadın. Gözlerini kısarak dürtüyordu uzaktan süpürgenin sapıyla.. "Eh be! Git başka yere, pis şarapçı!

İki adım geriliyor ve gülümseyerek, işaret parmağıya basıyordu yarasına, "bak! bu odacıkta annem var! Kadın orada bir dakika daha kalırsa, onu dinlemek ve izlemek zorunda kalacağını anlayıp tövbeler çekerek dükkana giriyordu. Bir kedi ayaklarına sürtüyordu diktiği siyah kuyruğunu. Mırıldanarak küçük bir sekiz çizip duvarın üzerine atlıyordu. Duvarın üstündeki kedi, adamın açıkta kalmış yüreğiyle aynı mesafedeydi..Küçük ıslak burnunu uzatıp kokluyordu kanı. Adam "bak! bakıyorsun değil mi? Vallahi de bakıyorsun! Bak bu odacıkta annem yatıyor. Ş..şunda", diyor heyecanla kekeleyerek, "..şunda dedem var. Babamı sevmezdim, onu koymadım. Kedi koklamaya devam ediyor... "Bunda karım var, nasıl güzel değil mi? Şunda da kızlarım..Evde de aynı odada uyurlardı zaten.." Kedi adamın yarasını yalıyor... Ama öyle iştahla değil, şefkatle. Adam yüreğini anlatabilmenin huzuruyla gevşeyip, yığılıyor yere. Önce polis, sonra ambulans geliyor.....Müzik susuyor..

18 Ekim 2012 Perşembe

KADININ KALESİ




-Ummalarını bırak da otur; konuşalım, dedi.
-Dilin senin olsun, dedim. ummadan cümle kuramam.
Ayağa kalktı. Gidişi, sevmeyişinden değildi..  Dönüşü özleyişinden mi olacaktı, zaman bilir.

"O tişörtü almasan? demek isterdim. Buruşturarak tıkıştırdı çirkin valizine. Gözlerimi kapayarak odaların her birinde son kez çınlayan ayak seslerini dinledim. Banyodaki traş takımlarının tıkırtılarını. Henüz kurumamış diş fırçasının benimkinden ayrılırken çıkardığı hüzünlü, ıslak ve plastik sesi..Bornozunun askıda bıraktığı boşluğun sessizliğini.. Havada yakaladığı kahve kupasının başarısız intihar girişimini dinledim. Anılarımıza saldıran yağmacı ellerinin cep telefonuna sarılışının terli, yapışkan sesini dinledim.  Bana çok yabancı bir sesle, asla duymadığım bir "geliyorum" deyişini. Göz kapaklarım acımaya başladı, çünkü gözyaşlarım iki eliyle zorlayıp aralamak  istedi. Acelesi artmış kösele tabanların, yıllanmış parkede gıcırdayışını dinledim. Kalabalık bir anahtar destesinin cebinden çıkan şıkırtısını.. İçlerinden çıkan o tek bir anahtarın yalnızlıkla masanın üzerine kendini bırakışını dinledim. Kulaklarımı bir daha kullanmayacağıma and içerek... Koca valizin yatağımızın üzerinden kalkmasıyla ürken yayların titreyişini dinledim. Yanıma gelişini ve yüzüme acıyarak bakışını.. Kapı önünde, çıkmadan son bir kez durup, "Biliyorsun bunlara aslında ihtiyacım olmadığını. Sadece beni ummayı sana hatırlatan herşeyden kurtarmak istedim seni" deyişini. Kapının ardında kalışımın sesini dinledim.

Gözlerimi açtım. Gülümseyerek ve ağlayarak yatak odasına ilerledim. En alt çekmeceden çıkardığım ahşap beyaz kutuyu açarak, pırıldayarak göz kırpan kol düğmelerini gezdirdim yanağımda.

Ummaya kaldığım yerden devam ettim.

17 Ekim 2012 Çarşamba

GERİ DÖNÜŞÜM




Birileri kulağına büyüyünce "Sen" olacağını fısıldasa, yine de bezbebeğini bir kenara atıp, ilk topuklu ayakkabını giyer miydin? Yüzündeki tükenmez kaleminin açtığı o ilk "sanat" izleriyle terkedilmiş dilsiz oyun arkadaşın hangi çöplükte şimdi.. Bazı anılar geri dönüşmüyor..Sadece eskiyip yalnızlaşıyor malesef..Ah o bilinmeze duyduğun o derin aşk..Deme sakın, "geri gelse o gün, onu etmem!"

Sana alıp verdiğin her nefese yalnızca kendi iraden hakim olmayacak deseler, yine de o kaldırım kenarında unutur muydun o son minik misketi?  Gün ışığında evirip çevirip baktığın o küçük camdan evren, şimdi hangi camekana kaynaşmış, eski renklerin hasretiyle yanıp tutuşuyor kimbilir? Bazı anılar geri dönüşüyor da, geride onlara ait hiç bir andaç bırakmaksızın, malesef.. Ah o büyülü "adamların/kadınların" dünyası! Deme sakın, "geri alsam onu, kimseciklere vermem!

Desen de boş zaten..Zamanı da geri dönüştüreceğin bir kutucuk yok, malesef.. Eşşek kadar oluşunun tadını çıkar madem. Yürü hadi, dünyanın yükü omzunda,  uzun bir yolculuk bekler...

16 Ekim 2012 Salı

İÇİMDE 4 MİLYAR KADIN VAR




Diyorlar ki biraz fazla değişkenmiş ruh halim. Bu dengesizin teki olduğumun pek kibar bir eleştrisi. Ama sanmıyorum ki, bir tür karakter defosu olsun. İstikrar kime ve neye göre övülesi bir meziyet sayılabilir? Bilen varsa merakla cevabını beklerim. Benim de kendimi aklayacak cevaplarım var tabi. İçlerinden en saçma olanıyla başlayıp diğerlerinden hiç bahsetmeyeceğim. Adeta fırsat kollayarak renk değiştiriyor olmamın en önemli sebebi şu ki, içimde 4 milyar kadın var!Ne kadar kaotik bir içsel hesaplaşma cenderesinden geçtiğimi-geçmekte olduğumu ve geçeceğimi tahmin edebilirsiniz. Ve aslında eğer kadınsanız, siz de, hatta sizi geçiyorum babaanneniz de öyle. Fark şu ki, dünyadaki tüm kadınları kalbinizde ve beyninizde taşımak yük geliyorsa size, çoğunu oldukları yerde, mesela  Urumiye'de, Kahire'de, Kiş'te, Shangai'de, Bombay'da, Diyarbakır'da, Petersburg'ta, Paris'te ya da Bournemouth'ta bırakarak hayatınıza devam edebilirsiniz. Eğer kafanızın içinde, terinizde, gözleriniz ve sözlerinizde, hırslarınız ve vazgeçişlerinizde, gülümseyişiniz ve hüzünlenişinizde milyarlarca parametre değil, tutarlı bir bütün taşımaksa niyetiniz, bunu zoru başararak elde ederseniz, ben ve benim gibilerden biraz daha saygın ve anlaşılır olacağınız kesin.

Kolektif bir dişi ruh taşıdığımız iddiası olarak da alabilirsiniz bunu, veya yine saçmaladığımı düşünebilirsiniz. Ya da bunu ne tür bir mantığa sığdırıyorsanız, kabulüm... Nihayetinde; sorun-armağan şu ki, her yeni güne alt benliğime tutunarak ama yine de bir başkası olarak başlıyorum ben. Bugün neden mi bu kadar sevimsizim? Neden mi öfkelendim apansızın? Nereden geliyor bu sebepsiz neşe? Neden mi yalnız hissediyorum ya da neden mi böyle şüpheciyim? Ne mi böyle hayalperest yaptı bugün beni, ya da mantık müdüresi? Neden mi bazen çok güçlüyken, bazen ışıktan kırılganım? Ne yaptım da tüm umutlarımı aniden yitirdim? Ne uğruna dün, bugün vazgeçtiğim bir savaş verdim?  Ya da nedir aniden dirilmiş cesaretimin sebebi?

Çünkü, içimde 4 milyar kadın var ve her biri ve her saniye ve farklı menzillerden dürtüyor beni. Hepsi istediğini yaptırıyor ve söyletiyor bana..


Tutarsızlığımın ve hatalarımın, yaptıklarımın ve yapacaklarımın suçunu onlara yüklemek kolay geldiğinden belki.. Olsun.. En azından bir mazeretim var benim. Peki ya sizin?




14 Ekim 2012 Pazar

SİLAHLAR VE GÜLLER



Ben namluya sürülmüştüm. Kalbe aşık ben, kulak patlatan bir sesle girmeliydim bir yabancı göğse. Bu da benim kaderimdi, beğenmeseniz de.. Makinelerin doğurduğu buz gibi kalbimle, ben de sevebilirdim, size inandırıcı gelmese de.

Baruttandı parfümüm, kimse sürünmek istemediyse de. Ben yaratmadım kendimi, makinelerin bayram sabahı bilmeyen gözleriyle örüldüysem de. Sizin kıpkırmızı kanınıza  değil, maddenin doğasına yaftaladığınız anlamlara aşıktım. Var da bir zaafım elbet, içinde kınalı aşk mektupları saklayan genç göğüslere de aşıktım . Altı üstü bir kez sarılıp gidecektim yüreklerine. Öldürmekti doğam, ben bunu aslında hiç benimsemediysem de.. Sizin uykusuz ve aşsız ve yarsız ve çatısız yaşayamadığınızdan farksızdı, sizden nefesinizi, kolunuzu ya da bacağınızı alıp gidişim. Sebeplerimin ve sonuçlarımın biricik atası, siz; size göre, ben amacınızı aşmış bir metal hain..

Size beni sevmenizi söyleyemem. Sevmek, sevginin sonuçlarıyla anılır olmuş sizde. Severken parçalamak istemedim sırf, siz sevginin böylesine tarih boyu saygı duymamış göründünüz diye. Ama burada, şu başına çökmüş annenin feryadında yankılanan da benim adım değil!.. Üzerinize alınmayışınızı da anlarım. Siz ölülerden bile mağdur hep. Ah, siz..Hep! Kalbe aşık ben, kulak patlatan bir sesle girmeliydim bir yabancı göğse..Hepsi buydu bana göre.Sebepleriniz beni yaralamazdı. Ama sonuçlarım hep yaraladı sizi.. Tek derdim soğuk bir göğse sarılmaktı, varolmaların öngördüğü üzere.

Bir namluya sürülmüştüm. Ben sürüldüğüm namludan her daim sürgün bir yabancı göğse... Makinelerden doğan buz gibi kalbimle, size sevmeyi ve sevişmeyi öğretmeye hakkım olmadığı gibi, burada olma sebebimin hesabını da verecek değilim sizlere. Ben yaratmadım kendimi, nihayetinde. Öldürmekti doğam; sizin binbir türlü sebebinizle. Bana biçtiğiniz rolün oyuncağı oldu adım, ne istediğini bilen makinelerinizin emrettiği üzere. Ve sizin sevişiniz hayatı kimi zaman istemsiz bir nihayete erdirdiyse de, ben hep o kendinize, ve o insanlığınıza sığdıramadığınız sahipsiz "istem" oldum.

Küçük bir çocuğun hesapsız zevk arayan gözlerinde bir oyuncak da olabilirdim ben. Tanrı aşkına bunu da bir düşünsenize! Militarist hesaplarınız ve sebepleriniz ve sonuçlarınız, sizi maktüle, beni faile çevirdiyse, maddenin doğası mıdır hep kürsüye oturtulmayı hakeden? Tanrı aşkına, aklınız alışmışken biraz düşünmeye, ne olur bunu da düşünsenize! Şimdi siz sorun kendinize. Beni neden varettiniz, böyle...? Oysa makinelerin doğurduğu buz gibi kalbimle, ben de sevebilirdim, size hiç inandırıcı gelmese de. Siz bilmezsiniz, öldürüşüm köleliğimden! Bu göğse saplanmış, ölümün parametrelerini hesaplayan bir beynim ya da yüreğim olmaksızın, kalbe aşkla sarılmış ben, ki sizin en acımasız uzantınız..Tanrı aşkına, bunu da bir düşünsenize!

Bedeninle ruhun arasında kurduğun her tür analojiyii at çöpe.Sen bedenin değilsin, bedenin de sen değil.Asla seni anlatmayacak gülümseyişin...

13 Ekim 2012 Cumartesi

BABAN BENİ BABAMDAN BİR KERECİK İSTESİN




Ben o yare gitmezdim..Beni o yari bilmezdim. Al yazmaya dövme oldu anamdan kabul gören, babamın dudak arasına kazınmış adı.. Yüzünü göremeden, elini tutamadan, ben yare terk-i diyar oldum..Kader kırdı, darmadağın etti tertemiz gergefimi...Dediler karşı gelinmez: "isyan haramın yedi göbekten ecdadı"!...Alnımdaydı yazısı; ayın değişen tövbekar yüzündeydi kaşları.Benimse öğretilmişliğim, hepi topu susmaktı..

Yalnız buğdayı öpmüşlüğü vardı çatlamış avuç içimin..Aynada suretimden utanırdım oysa ben..Göğsümü kendimden sakladım da ona açtım ..Bir anama tarattığım belik belik saçlarımı, onun kalpsiz göğsüne yorgan edip serdim de, en korkulu rüyalara yattım. Ben istemezdim; yüzünü görmediğim, tenini bilmediğim yarin, alnımdaymış yazısı..

Ben o yari sevmezdim.. Kapısı önünden geçmezdim.. Al yazmaya dövme oldu babamdan kabul gören, iki ineğe biçilmiş mezarım..Kuş kadar ayaklarıma paspas olmuş duvağım..

Gözlerine ekilmiş, hasatsız bakışlarım. Sen beni bilmezdin, ben kadere tövbeli..Ata binmiş giderim, nerede benim ardımdan koşarak gelenim?..Uzak köylere toprak, üzerine çakıl taşları ekili yol  olmuşum ben..Sen beni bilmezdin, aşk bizim köyde günahken..

Ben o yare gitmezdim..Anamdan susmuşlar aşkı, babama sormuşlar fiyatımı.Küçücük göğsüme sakladığım delik deşik dağlar kadar büyüttüğüm yüreğim, gelinlik sandığa sığmazdı da, alnıma yazılmıştı bir kere adı.. Elime değmezdi de eli , kitabıma kazınmış merhamet ne bilmeyen  güçlü kolları..

Ben bir yare akıttım gözümün safran yaşını..Sırtımda taşıdım yarin buğday saçını.. Al yazmaya karışıp gitti kanım..Kimsecikler bilmedi, orada atıldı üzerime kutsal toprağın. Ben yari yar saymadan boğuldum terinde. Olmadı kurtaranım..

12 Ekim 2012 Cuma

LOKMAN HEKİM





Pancarı çiğ yiyince, ağızda keskin bir toprak tadı kalıyor.. Ama bir bardak pancar suyu içerek, yüksek tansiyonun önüne geçebilirsin. Geçer o baş dönmelerin. Göğsün belki sıkışmaz o kadar.   Kaynattığın suyuyla saçlarına biraz kızıllık bile katabilirsin. Belki biraz farklı görünmenin vakti gelmiştir. Belki aynalar değildir düşman zannettiğin..

İğde çiçeğinin buharını soluyunca, kalp krizinin önüne geçiliyor.. Hala atan bir kalbin varsa tabi.. Ama bundan da önemlisi, biraz daha düşünebilmek için beyninde yer açıyor. Yığınla fikri ayağıyla itiyor kenara iğde kokusu; şimdi devam edebilirsin işte kara kara düşünmeye..

Muskatın kabuğunu rendeleyerek mide ağrılarından kurtulabilirsin. Yemeden içmeden kesildiysen, mutfağında bir miktar muskatın olmadığından olabilir. Geceleri ter içinde fırlıyorsun ya yataktan, hangi düşlerin çamur deryasında çırpınıyorsan artık, kurtulmak için..Muskat uyku düzenleyicidir. Her sabah kalktığında düştüğün o boşluk var ya, ondan kaçıp kurtulmak için bir miktar daha muskat yutuver. Tekrar yatağa girip mışıl mışıl uyumaya devam edebilirsin şimdi..Ama fazlası zarar tabi. Kurduğun onca hayal yetmemiş gibi, sana onlarcasını daha gösterebilir mesela. Yeterince delirmedin sanki.

Kokusunu çok çabuk kaybeder kakule. Tozunu değil, kabuklusunu alacaksın o yüzden.Kaynar suda ezilmiş bir çay kaşığı, ciğerlerine deva olabilir. Düşünüp dururken, durmadan tüttürdüğün o ateş böceklerinin zararına karşı. Fazlasının tükürük salgısını arttırması senin için bir şey ifade etmeyebilir. Öpecek kimin var,nasılsa?

Defne tohumunu balla karıştıracaksın bir bardak sıcak suya. Her "dün yine çok içmişim" için bir iki bardak...Fazlası değil..Yani kendini dağıtırken orada burada her gece, artık daha bile rahat davranabilirsin.
Tahriş etmez senin zaten o soğuktan pul pul olmuş tenini. Haricen kullanabilirsin.  Ve toz halinde yarım çay kaşığı defne yutarsan, her türlü sancının geçeceğine bahse girerim, kalp sancısı dahi..Hmmm...Bu biraz iddialı oldu...

Tüm bunları kullanarak, ölmeden sevmeyi bir süre daha başarabilirsin.








10 Ekim 2012 Çarşamba

SİREN




Kulaklarınızı sağır eden siren sesinin sebebiyim..Çevreye ağır bir rahatsızlık veriyorum; biliyorum. Özürlerimi kabul edin. Bir şeylere inanmıştım; ölüyor..Kaybediyorum onu..Nefesi olsa, en ağır hayat öpücüğüne boğacağım onu; bir daha ölmeye kalkışmasın diye.. Lakin, yok..Nefesi yok..

Başucunda gözleri yerini yadırgamışcasına bakan hemşireler var.. Ellerinden gelirse diye en ufak bir şey; bekliyorlar. Burası kaç metrekare bilmiyorum. Ama acıdan ve acının hararetinden öyle genleştim ki; sığamıyorum. Bırak yanını, bırak yamacını, kendime sığamıyorum. Yol veriyorsunuz; görmesem de ambulansımın manevralarından anlıyorum. Rahatsız ettim; özürlerimi kabul edin. Ben bir şeye inanmıştım; ölüyor.. İstiyorum ki gömsün beni. İstiyorum, o denli yaşasın. Kalksın da,  ah bir kalksın da, yüzüme bile bakmadan çekip gitsin. Lakin yok...Takati yok...

Kulaklarınızı tıkadığınız siren sesinin sebebiyim. Önemsemediğinizi biliyorum. Bir yabancının ölümüne tanıklık etmektense, sağ şeritten vurdurarak gazlayacağınızı biliyorum. Neyse ki, o bilmiyor, nasıl bilsin, nefes bile almakta zorlanırken.Bir gelse elinden, topunuzun meraklı bakışlarını yakalayıp havada, çalacak yere. Neden şaşırdınız ki..Ben onu ciğerimin içi gibi biliyorum.

Hastalanır, çürürsünüz ya bazı bazı içten içe.. Bilmem bedeninizin ne yanıyla ölürsünüz. Bilmem hangi uzvunuz vazgeçer ilk, size ait olmaktan. Bazen çürük raporunu doktor değil, siz verirsiniz ya kendinize. Bazen en fazla üç ay ömür biçersiniz ya gülümseyişinize. Hiçbir sigorta karşılamaz ya ziyanınızı. Ben o ve benzeri tüm çaresizliklerin en ortasındayım. İstemezdim radyoda çalan  neşeli şarkınızı bölmek. Duymadan da yol vermezsiniz ki, o acı sireni.. Ne yapsaydım kaçmak için? Birşeyler ölüyor bende..Bilinci çoktan kayıp... Omuzlarını sarsarak uyandırmaya çalıştım kaçtır..Rahatsız ettim; özürlerimi gidişime yol vererek kabul edin. Rahatsız ettim; özürlerimi kabul edin...


9 Ekim 2012 Salı

HAFIZA KABULLENİR



Hayatımın ilk beş yılını geçirdiğim o köyü, en ince ayrıntısına kadar hatırlamama şaşırıyor babam..Çünkü ben mesela, evin arkasındaki küçük derede biten dereotlarının kokusunu bile hatırlıyorum. Mesela kayalıklardaki yosunları kazıyıp avucumuza sürdüğümüzü; doğal kınayı böyle bulduğumuzu..Mesela caminin yanındaki bir tür çam ağacının yapraklarını ellerimizin arasında ufalayınca köpürdüğünü, yalancı sabunu da böyle keşfettiğimizi..
Çeşmeye giden o küçük dik yokuşu ve yokuşun dibindeki kızıl ve bodur vişne ağacını.. O küçük ağacın nasıl da leğen dolusu reçel yapmaya yettiğini... Toplayıp çiğnediğimiz reçinenin altın rengini.. Kamıştan yaptığımız düdüğün sesini.. Kanayan bileğini ürkerek bana gösteren Karabaş'ın patisini tutmanın verdiği hissi..Bahçelere ekilmiş fidelerdeki domateslerin gördüğüm en kırmızı, mısırların bildiğim en sarı olduklarını, ve ömrümce de öyle kalacaklarını..Hafızam evin civarından taşıyor aslında..Babam bu kısımları hatırladığımı bilse, daha çok şaşırır ve biraz da çatardı kaşlarını, eminim.. Köydeki arkadaşlarımla bazen keşif için uzaklaştığımızı.. O dar, topraklı yolların kenarındaki kayalıkların ne kadar kahverengi, ne kadar haki yeşili olduğunu hatırladığımı.. Düşlerimde hala, bazen, o ürküterek kıvrılan dar yoldan eve koşmaya çalıştığımı, evi bulamadığımı da bilmiyor haliyle..Anaokulundaki kuklaları ve yazı tahtalarını, mavi tahta blokları, köyün kışın yanan odunlarla tütsülenen huzurlu havasını,annemin ve babamın elini tutup başımı gökyüzüne kaldırıp, hiç ışığın olmadığı bahçelerden ve yollardan geçerken, yolumuzu aydınlatan yıldızlara hayranlıkla bakakaldığım o  büyülü günü de..Bilse hafızama bir kat daha şaşardı..Ama işin garip yanı, şu ana kadar bildiğim en zayıf hafıza, bendeki...

Hafıza kabullenir.En tembel hafıza bile...Hafıza öyle kabullenir ki, yaşatmak için vardır artık var olmayan her şeyi ve herkesi. İsimleri geçtiğinde gözleri gözlerimizin önümüze gelsin diye, seslerini duyar gibi olalım, kokularını hatırlayalım, varlıklarını tekrarlayıp duralım kendi içimizde diye.Duyularımızı kandırıp, onlar hala varmış gibi yapalım diye.. Onlar gözlerini kapamışsa da, hafıza gösterir.Onlar susmuşsa da hafıza dillendirir.Onlar gitmişse de hafıza tutar geri getirir.. Hafıza belki en tanrısal dokunuştur.Fiziksel sınırların karın ağrısıdır o. Ölüme izin vermediği için. Herkesi ve herşeyi bir şekilde, irili ufaklı anılarla yaşattığı için.. En zayıf hafıza bile.Benimki bile..Seninki bile..

8 Ekim 2012 Pazartesi

GEÇ OLMUŞ




"Yok..Bu da çalışmıyor!.. Durmuş!".. "Hepsi aynı saatte durmuş!.. "
Salona yürüyüyor başını iki yana sallayarak.. Duvarın sıvası dökülmüş nemden.. Sıvaya bakmıyor ki o.. Gözü duvara sırtını dayamış baba yadigarında.. Yıllarca usanmadan çılgınca dönüp durmuş akrep yorulmuş, uyuyor..Nasıl ya?

"Hah!" diyor.. "Şimdi anlarız! Cep telefonunu alıyor sehpanın üzerinden.. Aceleyle ve telaşla kurcalıyor..Burnunu çekerek telefonu tutan eliyle siliyor terleyen alnını.."Seviiiim!"
diye bağırıyor.." Cep telefonun nerede Sevim?"

Sevim yok ki.. Sevim valizini toplayıp gitti ya bir ay önce..Sevimin mektubuyla konuş, ona sor çok istiyorsan.

Saatler durdu o gidince...Sen otuz gündür bulduğun her saate sarılıyorsun diye akreple yelkovan canlanacak değil ki.. Sen o hala yan odada, o mor kanepenin üzerinde dizilerini izliyor sanıyorsun diye, Sevim sana yan odadan ses verecek değil ki.. Sen istiyorsun diye, yar kalacak değil ki..

Dünyanın her şehrine salsan bedenini, yeryüzündeki tüm duvarlara tek tek baksan, yoldan çevirdiğin her insanın kolunu tutup baksan da tüm saatlerin o gittiğinde durduğunu göreceksin.. Aksini belki, olur ya, bir ihtimal rüyanda göreceksin..


Çok merak ediyorsan söyleyeyim; saat 3'ü 5 geçiyor.. Geç olmuş, uyu hadi...

Günlük Dipnot

Kayra, erkeklerin bale yapmasını uygunsuz bulduğunu söylüyor..Bu önyargıya hangi vesileyle vardığını merak ediyor ama sormuyorum. Çünkü bu artık onun fikri.. Bir yetişkin gibi davranmalıyım.."Ama, diyorum, dansetmeyi seviyorsun, değil mi?" "Evet annecim, diyor. Hatta tavana yapışan ayakkabılarımla lambanın yanında dansedebilirim".. Ayakkabıları tavana yapışınca dansedemeyeceğini anlatmaya niyetleniyorum, ve tabi ki vazgeçiyorum. Hayal kırıklığına uğrar diye değil.. Bir çocuğu hayal kırıklığına uğratmak için mantık ve gerçekler en zayıf silahınızdır. Anlatmıyorum, çünkü artık tam bir yetişkin gibi düşünmeye başladığımı kabullenmekten korkuyorum..

7 Ekim 2012 Pazar

SAKLAMBAÇ





Acını saklama hiç..Sen onu koynunda saklasan, o gözlerindeki sele kapılmış teknede yüzecek çünkü..Acı, onu farkedecek birini daima bulacak çünkü..

An gelip dalacaksın, yanındaki dürtecek..Bir şey anlatacak sana; dinleyemeyeceksin...Sağlama yapmayı sever, soracak, çaresiz uydurma cevaplar vereceksin.Ve kimse bunu aptal oluşuna vermeyecek, üzgünüm..

Acını saklama hiç.. Sen onu gözlerden ırak öptükçe, o herkese anlatacak dudaklarını.. Sen gözyaşını hızlı ve sinsice sildikçe, makyajın dağılacak..Sen başını öne eğdikçe, ruhun dimdik ve en geveze  haliyle anlatacak... Gün boyunca özene bezene yüzüne geçirdiğin o suni gülümseme, sen uyurken çatlayıp kabuk verecek çünkü..

Sen sustukça, kurumuş ellerin "bak!!!" diyecek yanındakine.."Ne olursun bak bana; nasıl da yalnızım!"
Kaçtıkça bedenin sokak sokak, fersah fersah uzağa attıkça kendini adımların, içindeki o gayrimeşru çocuk bildiği, tanıdığı, alıştığı yerde kalacak. Onu görenler seni soracak..Çocuk bu, durur mu, bilir mi yalan, seni anlattıkça anlatacak..

Acını saklama zinhar. Çünkü sen sakladıkça, kökünden kırık ayaklar, dalından kara çiçekler çıkaracak..Sobeleyeni çoktur onun, ansızın biri gelip, ensenden tutarak kaldıracak.. Biri bunu sana bir gün, bir şekilde soracak ..Bir zayıf anında gönlün, yakalanacak..

Anlattıkça  iyileşeceksin demiyorum..Anlattıkça, saklanan ve gizlenen her şeyin üzerinde tüten o korkunç büyünün yüzüne tüküreceksin diyorum; hem hiç farkında olmadan. Ve tabi dosta, ve tabi kardeşe anlatacaksın, öyle herkese değil...ki mikrop kapmasın yaran..

Acını saklama benden ne olur...








AZ





- ..üstelik adam tek böbrekli! diyor göz kırparak..
-Anlamadım? diyorum
-Yok yook, bence anladın, diyor diğer gözünü kırparak bu kez..
-"Allah Allah, diyorum..Nasıl yapıyorsun bunu?"
-"Ohooo!Sen benimle birkaç yıl önce tanışacaktın asıl! Şimdi kredi kartlarım patladığından, ve sevgilim olacak öküz beş aydır eve uğramadığından, çalışmak zorundayım. Kafam çok dolu bebeğim; eskisi kadar vakit de ayıramıyorum bu işlere..Yoksa, ah benim zavallı bebeğim, beni daha önce tanımış olsan, şimdi altında çift kapılı A5'ten aşağısı olmazdı..Oysa, araban bile yoktur senin.
- Yok, ben bu işlere değil, iki gözünü de nasıl öyle kusursuzca kırptığına şaşırdım..Araba dediğin 4 kapılı olmaz mı hem?
-Her şeyin azı da var çoğu da şekerim. Bazen "az" daha iyidir. Nadiren de olsa..Sen bunu böyle bil, zira kafan fazlasına basmıyor anlaşılan..
-Tek böbrek gibi mi?
Dişine bulaşmış rujunu izliyorum.
-Hahah! Aynen şekerim..!

Yirmi yaşındayım.Bu pek çoğuna göre az yıl demek. Az bazen iyidir. Nadiren de olsa.
Annemle yaşıyordum, tek gözlü bir evde. Az bazen iyidir nasılsa. "Nasılsa"  dediysem de aldanmayın, durum öyle fena değil, penceremizi okşayarak tırmanan kanarya güllerimiz var bizim.. O dik yokuşu çıkıp da gelseniz, bazı sokakların çamurlu olabildiğini kabullense ve mesele etmeseniz, yani görseniz, evimizi çok seversiniz.

Annem beş hafta önce 52. yaşını doldurdu. Mesaiye kalmasam onun için yapıp, yan komşudan da rica edip, dolabına sakladığım küçük pastanın üzerine koyacağım iki mumu üfleyecekti. İki mum tabi, ne sandınız?.. Çünkü az bazen iyidir.. Ama ben mesaiden dönmeden, ve anneciğim o iki mumu üfleyemeden uyudu.. Çok da derin uyudu..Hastalığı hakkında fazla şey söylememe gerek yok. Zira o artık hasta bile değil..

Üç aydır bu aile şirketinde çalışıyorum ben. Az çalışanı var, o yüzden akşama kadar çay yapmak benim için, büyük şirket çaycılarından çok daha kolay. Ne şanslıyım ki; az bazen iyidir. Asgari ücretimi eski cüzdanıma doldurunca da benden mutlusu yok. Artık tek başıma yaşıyorsam, ve kendimle başbaşa yemek yemekten sıkıldığımdan belki, çok az yer olmuşsam, annemi kaybettikten sonra, yani beş hafta içinde 11 kilo verdiysem, demek ki gerçekten de, az bazen iyidir.

Bu büroda çalışıyor.. İsmini hala bilmiyorum. Herkese "şekerim" ya da "bebeğim" diyor, ve ona geri dönüşler de bu şekilde oluyor çünkü. Bir de insan sevmediği şeyi pek de ezberlemiyor galiba. Arada bir mutfağa girip "bebeğim, kalçalarım tutuldu oturmaktan, çekil de, balkonda bir sigara tüttüreyim" diyor. Anlatıyor. "Balkondan seslen abla, ben duyarım", desem de, "hadi hadi, çay demlenirken dinlen azıcık şurada da, iki akıl al hem"diyor. Ne bileyim sürekli bir şeyler anlatıyor, anlamadığım. Sanırım insan sevmediğinin anlattığını pek de anlamıyor. Güzel ve sahipsizsin, sürünme diyor. Ben sürünmüyorum aslında. Bir arkadaşım var diyor. Sen çok güzelsin. E o da çok paralı ve çok yaşlı. "Çok" iyidir.. - ..üstelik adam tek böbrekli! diyor göz kırparak..
Ama bazen "az" daha iyidir."..

4 Ekim 2012 Perşembe

BAM BAM BAMMM!



Suçum çok büyük..O yüzden bu karanlık odada oyuncak tavşanımın kulağını ısırarak bir süre beklemek zorundayım.. Kötü sözler çıktı ağzımdan...Ya kötü biriysem? Karanlıktan değil bundan korkuyorum ben..Aslında karanlıktan hiçbirşeyden korkmadığım kadar korkuyorum..Neden öyle söyledim demin? Beni yalancı!

Yetişkinlerin mantıklı sözleri var, sebep-sonuç ilişkisi diyor babam. Yaptığım herşeyin ve söylediğim her sözün  bir bedeli var..Bu bana şimdiye dek hayatın öğrettiği..
Henüz ölmemiş bir martıyı gömmüştüm bir keresinde.Annem deliye döndü. Her tarafım çamur içindeydi.Önyıkamasız çıkmazdı kabahatim.Babam mantıksız buldu yaptığımı. Kalbinin hala attığını bilmeliydim..Kalbinin hala attığını nasıl da düşünemedim!..Beni küçük aptal!! Hayat kıymetlidir!

Hastane koridorlarında neşeyle koşturmuştum. Tekerlekli arabaların üzerinde yarış yapan insanlar vardı ve heyecanla bağırıyorlardı..Babamın tokadı hala yanağımda..Sıcacık..Onlar hasta!Aptal çocuk! Ben ne duyarsızım! Tekerlekli yatakların arkasına takılıp koşmuştum neşeyle bağırarak onlar gibi, mahalleden yazın geçen ilaç arabalarının peşinden koşturduğum gibi..Dedem ölüyormuş..Beni duygusuz velet! Kime çektim ben!

Okulda çatık kaşları var insanların..Oysa parklar öyle değil.. Bir gün okulun duvarlarından atlayıp koştum oraya..Beni sınamayan gözleri vardı ağaçların. Bulutların şeklini tanımlamak zorunda değildim! Üçgene ve kareye benzemiyorlardı çünkü..Küçük kuzular ve bana açılmış kucakları vardı hepsinin... Üç ay parka gidemedim..Bana bunun yasaklanmasını çoktan hakettiğimden..

Mezarlıkta sek sek oynanmaz...! Beni aptal! Beni duygusuz!Beni inançsız! Ödev yaparken uyuyakalmalar hep numara! Ben kapının önünde oynarken zemin kattaki yaşlı teyze uyuyamaz..Bu yaşta öptüğüm tüm kızların ailelerini düşünmeliydim!Benim yüzümden bir daha hiç bir erkek-öpemeyecek o güzel kızları.Beni namus özürlü! Bakkaldan o sakızı çalan ellerim yanacak ateşte.. O ağaca tırmandığımda hep düşeceğim işte! Ayak bileğimin kırılmasını çoktan haketmiştim! Ağaçlar tırmanmak için değil!Onlar meyve verir..Yıkamadan yersem, midemde böcekler cirit atabilir.Ve bir doktor iğne yapacak bana birazdan burada ağlayarak uyuyakalmazsam..İğne acıtır..Babamın tokadı da öyle.. Öğretmenim benim tam bir gerizekalı olduğumdan emin.. Ve annem sanırım benden biraz utanıyor... Allahın cezası, kime çektim ben!

Suçum çok büyük... Ben iyi bir çocuk olamadım..Bayram şekerlerini haketmiyorum...Beni velet! Hiç büyümeyeceğim bu gidişle...Burada tavşanımın kulağını ısırmaktan vazgeçmiş onu kucaklıyorum. Eminim tavşanımın da onlar gibi düşündüğüne.. O yüzden onun canını acıtmaya devam  etsem daha iyi olur.. Beni gaddar! Oyuncak nasıl alınıyor, biliyor muyum? Annemin ve babamın bütün gün alın teli döktüğünü..Yok, böyle değildi bu, "alın teri"...

Dünya çok yetişkin..O hep doğruyu biliyor.. Ben fazlasıyla kötüyüm.. Fazlasıyla ahmak..Dünya güzel şeyler hakediyor..Bense asla..Ben bu karanlık odada biraz yaptıklarım hakkında düşünmeliyim.. Yetişkinler öyle kusursuz ve hatasız ki... Bir an önce büyümek, ve haberlerdeki ve filmlerdeki adamlar gibi olmak istiyorum. Kollarım şu an çok güçsüz...

O martıyı gömmemeliydim.. Henüz ölmeyen hiçbirşeyi gömmez yetişkinler..Okulu kırmaz ve parklardaki ağaçların kovuğunda sincap aramazlar..Bulutlarda saklı üçgenler ve kareler vardır. Kuzular değil..Ağaçlar meyve verir.Meyveler yıkanmadan yenmez...Zehir... Şeker dişleri çürütür..Yetişkinlerin dişleri bembeyazdır..Annem yetişkinlerden utanmaz.. Ve komşumuz yetişkinleri şikayet etmez..Babam yetişkinlerin güçlü olduğunu biliyor, benim değil..Alın teri mühim..Yetişkinler her oyuncağın kıymetini bilir..Yüzlerce kitaba sığdıramazsın adamakıllı atılmış bir dayağın verdiği dersi..Mezarlıkta sek sek oynanmaz...Yetişkinler ölümün ne olduğunu benden iyi bilir..Onlar ölümü anlar..Beni aptal..!

Yetişkinler savaşıyorsa bu iyi bir şey olmalı..Çünkü bugüne dek bana hep iyiyi öğretmeye çalışandı onlar... Sanırım büyüyünce artık hiç hata yapmayacağım..Sanırım büyüyünce harika biri olacağım.Sanırım büyüyünce tüm yetişkinleri kocaman silahımla vuracağım...Kaslı kollarımla kavrayacağım silahı..Ve bam!bam! BaMMM!!!Beni zalim! Sahi kime çektim ben?




Korkma küçük tavşancık...Sana hiç dokunmayacağım...

2 Ekim 2012 Salı

LİMON AĞACI






Soruları çoktan çalınmış, ve O'nun dışında herkese makul bir ücretle satılmış bir sinav gibiydi hayat..Parmakları evrilmişti adeta klavyeyi yıllarca,aylarca,günler ve saatlerce yalamaktan. En sevdiğine, biricik kızının derin kuyulardan devşirilmiş gözlerine bakarken bile tek bir noktaya ve son derece didaktik bir beklentiyle, ve son derece tekdüze bir şüpheye odaklanıyordu.Şüphesi bile sıradandı bakarken. Cep telefonunu kulağına dayamışcasına konuşur olmuştu dostlarıyla. Sesi hep meşgul çalıyordu. Konuşurken bile geri vitese almış, bir yerlere kaçıyordu.Mesai öfkesiydi onunki. Bağırması öğle tatilinde önüne açılan döner-pilav servisiyle bitecekmiş gibiydi. Fazla tehlikesizdi..Küçük bir parkın yanından geçerken bile gözlerini yeşilden kaçırır, tatil umudu elini kolunu kapar diye kollarını düğümleyerek uzaklaşırdı.. Asla yalnız yürümüyor gibiydi. Evine uzanan merdiveni bile, metro merdivenlerinden homurdanarak çıkan kalabalıkların eşliğindeymişcesine çıkardı. O tanışıklığı olmayan kalabalığı tuvaletine bile sokardı sanki. Sifonu çekerken, bir sonraki durakta inmek üzere şöförü bilgilendiren o düğmeye basardı yüzündeki ifade..
Yalnızlık ne bilmezdi. İçi hep kalabalıktı. Ruhunda hep ciddi toplantılar, hatırlı müşterilerle yapılan mühim görüşmeler cirit atardı. Yemeğini yerken, daima faiz oranını hesapladığından, temkinli davranarak, masadan ilk o kalkardı..Gece olup yatağa girince, üzerine raftaki dosyaların tozunu örterdi.. Uyurken hiç üşümeyişi, başka bir şeyden değildi.

Düş görmezdi..Hiç ama hiç...Hem zaten sektirmeden izlediği dizilerin hepsinin kahramanıydı..Ve önündeki işi yetiştirememe korkusu olduğu zamanlarda, Viyana çıkartmasındaki bir yeniçeri kadar heyecan yaşardı..Bu yeterdi.Rüyaları düş kurmaya benzettiğinden, uyumaktan bile korkardı.Onu yeni güne davet eden, dünyanın en işlevsel "günaydın"ı olan telefon alarmını duyamamaktan da..

Hikayesinin bir sonu olsa, emin olun yazardım..Ama ben bunları karalarken, ağzına tıkılan mamayı yutmaya çalışan çaresiz bir çocuk gibi uyumaya çalışıyor..Yarın zor bir gün olacak, emeğinin hakkını almaktan başka herşey için; yan komşu onu daha çok sevsin, kapitalizm yanağından bir makas daha alsın, ailesi gururdan omzuna bir kat daha vatka taksın, faturalar sekmeden yatsın,  ülkesi kalkındıkça kalkınsın diye sevmediği işi her gün yeniden ve yeniden yapmaya mecbur kılınmış her insan için..Umarım bu gece düşüne ilk kez, mis kokulu bir limon ağacı girer..İyi geceler..






30 Eylül 2012 Pazar

AŞK'ın EŞZAMANLI FİİLLERİ



Şşş..Korkma öyle...Çıldırmış değilsin..Bu herkes için böyle. Yani şöyle:


Kolum çıkacak yerinden...Bileğim kırılacak gibi..
Öyle tutmuş elimden, götürüyor..Aşk..
Gözüm çıkacak yerinden..Kirpiklerim bükülecek kaşlarıma sürtünmekten.
Öyle almış bakışlarımı benden..Aşk..
Dilim kopacak ısırmaktan,dudağım yarılacak gibi..
Öyle mühürlemişim kıran,vuran,yaralayan yerlerimi..Ey, aşk..

İstediği her yere gidiyorum dizlerimin üzerinde kanayarak ve sürüklenerek..Bu aşk..
Tahammül edemediğim bir Dali tablosundan fırlamış gibi suretsiz ve eciş bücüş zaman..
Akışkan, ama aktığı ilk yerde apansızın duran..Aşk!

Gülümserken kızıyor, severken incitiyor, sevilirken dağılıyorum.
Buharlaşıyor,eriyor, ve eşzamanlı, donuyorum..
Bir şeyler yolunda değilmişcesine ve herşey çok yolundaymışcasına yaşıyorum..
Boğulurcasına sarılıyor, ve sakalları batmıyormuşcasına öpüyorum..
Ah, Aşk!

Ayak bileğimi kaşındıran zinciri öpüyor, kokluyorum..
Esaretimle gururlanarak, aşkın o faşizan suretini okşuyorum.
Bana küsüşüne yar, beni üzüşüne kul oluyor,
Benden gidişine tav, bana gelişine lal oluyorum..
Aşk...


Sırıtarak ve inatlaşarak
Ölerek ve yaşayarak
Giderek ve kalarak
Biterek ve azalmayarak..

Ey AŞK!



HER İNSAN BİRAZ ŞİZOFRENmiDİR



Hediyeleri vardır yaşantıların,
inan bana açmak istemezsin,
ambalajı içindekilerden daha çok şey vaadeden..
Kılı kırk yarar,
umutsuzluktan heves çıkarmak istersin.
Oysa,
tüm hayaller gerçek olsa,
beyninin hayal kuran her yanını
hınçla ve iftiharla kesersin..

Meraklıdır,tezcanlıdır gün;
öyle ki, bitsin istemezsin.
Gözleri fırıl fırıl dolaşır bedeninde
senden "yarın" yaratmak için,
soyup soğana çevirirler;
hani bir yerlerine
zamansızlık giydiysen diye,
vakitsizlik takmışsan diye..
Telaşa örtündüysen diye..

Dilin kemiği de vardır
eti de,
kıkırdağı da,
gelmişi de,
geçmişi de...
Ama evet, dilin "dur"u yoktur
 "sus"u yoktur;
dansettikçe ağzının içinde
aklın büyümüş zannedersin,
sünnet olmuş erkek çocukları gibi
iki dakikada adam oldun zannedersin

Sen var ya sen,
hani her kimsen sen,
sen benden de betersin..
Çünkü mesela ben
bazen kabullenirim ki, gölgem kısalır,
bazen bilirim dilim çatallaşır,
bazen dikilsem de sırtım kamburlaşır;
çekilirim bir köşeye,
idealize soytarılarım
acımasızca kendim'le hesaplaşır.

Yok yok, ben de az değilim.
Ama hani her neysen sen,
sen benden betersin..
Ne bileyim..
Bir niyetin var senin..
Kötülerden hallice güzel...
Güzellerden görece iyi...
Sanma ki farkeden yok seni.
Herkes uyurken manikürlü tırnaklarını yediğini...
Ayna önünde, ve her gece
yüzündeki suni gülümseyişi
orta karar mendillerle sildiğini..



Mühim sanıyorsun da, değil işte..
O çok önemsediğin yaşantıların
süngüleri de vardır
sunguları gibi..
inan bana göğsünü deşsinler
istemezsin..
bir hıçkırık saplanır ki yüreğine,
kendini aynanla korkutsan, geçiremezsin.
Sen var ya sen,
hani akıl vermek gibi olmasın.
Ki zaten bende de pek yok gibi...
Neyse,
tanımasam da seviyorum senin gibileri;
zamana el-ense edenleri,
şahbaz gevezelikleri
ama güzel kardeşim,
gün saksıya,
gün perdeye,
gün gölgeye düşse de,
başlasa da hilalin valsi,
yine doğmadı mı hep?
Bir kez bile eşleşemeden kısırlaştırılmış bu döngüde,
sen daha neyin peşindesin?
anlıyorum,
bir ergen kadar asi,
topuk nasırı kadar isyankarsın
tamam hem aksisin;
biraz da olacağa el ver..
biraz da oluruna yol ver.
Seni sarsıp uyandırmak değil niyetim,
haşa..
Dediğim şu ki;
şu hallerinden biraz tedirginim
çünkü,
sen ben'sin
ama sanki,
yok gücenmece,
sanki sen benden de delisin...