31 Mart 2013 Pazar

SEKİZİNCİ DURAK



Otobüsten hafızamın hakim olmadığı bir semtte atıyorum kendimi. Bunun bir sorumlusu var. Bir telefon görüşmesi yaptım tam üç dakika önce. Tam üç dakika önce planım sekizinci durakta her bir basamaktan bir alttakine şımarık bir kız çocuğu gibi uçarı atmaktı adımımı. Duraktan belki bir taksiye atlardım paraya ihtiyacım yok sansın diye, ama hava da öyle güzel ki, muhtemelen yürümeyi tercih ederdim. Tüm planlar değişti.



Bir sanayi mahallesinde olmalıyım. Oto-elektrikçiler ve lastikçiler yol boyu uzanıyor özenle yatağın üzerine serilip bekledikçe eskiyip kirlenmiş bir genç kız çeyizi gibi. Avuçlarıyla sevseler yanağınızı karaya bulayacak insanların kan ter içinde araba altına yattığı, kaporta göğsünün türlü aletçe kurcalandığı, bin bir serden bin bir derde dalınan bir cadde işte. Bakmayın cadde dedim ona ben, bir toz bulutunun altına uzanmış silik şeritler var, seçmek imkansız. Karşıdan karşıya temkinli geçen, trafik mazisi acı tanıklıklar ve tecrübelerce kuşatılmış sokak köpekleri olmasa belki anlamazsınız araç trafiğine açık bir yol olduğunu. Sekizinci durakta inecektim oysa ben ve jilet gibi, kapkara bir asfalta atacaktım ilk adımı, sonra çiçekli ve ağaçlı kaldırıma, çevre düzenlemesi kusursuz o sokağa, sonra onca araştırma sonrası ulaştığım açık adresine. Bu böyle olamadıysa bir sorumlusu var. Şu telefon görüşmesi..

Başımı ayak uçlarıma dikip yürüyorum cadde kenarında. Kimi şaşkın, kimi umursamaz, kimi başka kimlikler yakıştırarak üzerime, izliyorlar başlarını kaldırıp işlerinden, görmüyorsam da hissediyorum. Gerginliğim hüznümden ağır basıyor bir an, bir ara sokağa sapıyorum. Dik bir yokuştan çıkıyorum. Sekizinci durakta inmiş olsam, o semte adım atsam, yokuşsuz bir düzlükte nizami huzurunu selamlayarak geçecektim evlerin. Yokuş öyle dik ki, topuklu ayakkabılarımın içinde çırpınıyor ayaklarım. Ayaklarım, diyorum, doğuracak olsalardı eğer, işte ancak o zaman bu denli bir sancıdan geçerlerdi herhalde. Civara bakınıyorum, caddedeki ıssızlık yetmez. Issızlık tek tük de olsa insan içerebiliyor. Bir sanayi semtinde yokuş yukarı ayakkabıları elinde bir kadın manzarası emniyet talep edemez. Gözlerim inceden yaşararak ediyorum çirkin yokuşun sonunu. Caddeye paralel bir çamurlu sokaktayım. Bir çift topuklu ayakkabı olsaydınız, size son on dakikadır yaşattıklarımı affetmezdiniz muhtemelen. Sorsanız neden buradayım, cevabı bilmiyorum. On üç dakika önce bulunduğum yere dair sebeplerim vardı. Şimdiyse rahatsız edilmeden ağlayacağım bir yer arıyor değilim. O kadar acıklı değil.. Sadece vakit geçiriyorum, kusursuz idraka ulaşıncaya kadar.

-Bugünü iptal edelim kızım. Aslında uzun bir süre erteleyeceğiz görüşmemizi..

Doğduğum yeri andırmasa da pek, nedense anılarıma aşina bir mahalledeyim şimdi. Çocukların hala sokakta oynadığı bir mahalle. Sanırım son cümlenin çağrıştırdığı kareleri azaltmış bir dünya artık bu.. Bir  ruhu temiz varoş, bir naif günlük telaş, bir çamurlu sokak işte..Bazen yurttaki kalabalıktan ayırıp başımı, pencereyi açıp, huzursuz sokağı izlerim. İçerideki sekiz kız arkadaşımın birbirine karışan yarı akademik- yarı dedikoducu seslerinden ayırıp kulağımı, izlediğim sokağı dinlerim. Hiç çocuk sesi kalmamış sokaklarda. Sanırsın çocuk dediğin bir gök taşıyla, bir apansız tufanla dakikalar içinde nesli tükenmiş talihsiz tür.. Hangi ara kaçtı evine onca çocuk, ve hangi güç men etti sokağın keşifkar oyunlarından birdenbire hepsini? Sokaklardan tüm çocukları  bir bir toplayan bir belediye aracı hayal ediyorum bazen, nereye götürdüler onca gürültücü mızıkçıyı? Bu sokağa girmemiş işte o modern çocuk koleksiyoncusu. Belki çok dar olduğundan; sığamadığından. Bilmiyorum hiç.

-Biliyorum, çok güzel olacaktı seni görmek kızım, ve son anda haber verişimi affet. Ama yarın acil bir seyahate çıkmam gerekecek. Eve gidip hazırlanmalıyım. (Eve.. Evine..) Uzun süre yokum buralarda, dönünce ararım seni. Arayamadığım sürece ofise uğrama istersen. Henüz dönmemişim demektir.

Henüz dönmemiş demektir, on dokuz yıldır dönmesini beklediğim...

Sokağın çocuk telaşından kulaklarımı kapayarak içimden,  yürümeye çalışıyorum. Keşke bu kadar özenmeseydim kılık kıyafetime. Şu dudağımdaki ben büyüdüm baba rujunu, ayağımdaki aynı anneminkiler değil mi ayakkabılarını, bacağımdaki çocukluğumda da en sevdiğim renkti hatırlasana çorabını, elimdeki içinde hala bayram şekeri taşıyorum çantasını, sırtımda yaz mevsiminde bile babasızlık üşütüyor hırkasını..Bu detaylara tüm gece kafa yormamış olsaydım da sokağın çamurundan beni ayıran bu tezatlığa kuşanıp çekmeseydim oyuna dalmış çocukların bu denli ilgisini. Peşime takılıyorlar, abla..'yla başlayıp bilmem nerede biten cümleleriyle.. Pencereden meraklı kadınların ağından omzuma örümcek ustalığında konan sessiz bakışlarını hissetmezdim ayağımda spor ayakkabılarım, üzerimde bol paçalı pantolonum olsaydı eğer. Neden böyle bayram çocukları gibiyim sanki? Bunun bir sorumlusu var..

Ona cevap bile veremedim. Babama.. Seni ne çok zaman bekledim biliyor musun bakalım? Diyemedim. Bir randevu hayaliyle büyüdüm ben. Çok uzakta bir doktor babam vardı, beyaz önlüğüne imrenip okul sıralarında hayaline dirsek bilediğim. Üçüncü sınıfta tıp öğrencisiyim ben diyecektim yanına geldiğimde, babam işte o an beni sevecekti belki. Beni sevsin diye doktor olacağım. Bir gün karşısına çıktığımda şu filmlerde sorulan hesabı da sormayacağım, itaatkar, uslu bir kız çocuğu olduğumdan hep. Sorgulamazsam eğer, babası olan bir çocuk olacağım.

-Kapatıyorum şimdi, arayamazsam merak etme olur mu? Kocaman bir genç kadın oldun sen, merak edecek ne çok şeyin vardır zaten..

Son cümlesi çarpıyor suratıma bir kez daha, dayanamayıp topuklu ayakkabılarımı çıkarıp ayağımdan, taş duvarına fırlatıyorum önünden geçmekte olduğum evin avlusunun. Diğerini kasıtsızca, yanı başımda top bekleyen kaleciye. Yeterince ilgisini çekmiş olduğum diğer çocuklar gibi pek de şaşırmıyor, ayakkabımı eline alıp suratını devirerek koşuyor yanıma, ben avlunun önüne çöküp kalıyorum öfkeyle.

-Abla! Ayakkabını düşürdün abla!
Alıyorum elinden
-Abla bizim mahleye gelin mi geldin sen?
-Ne gelini be çocuk?
-Gelinler giyer bunu. Etekliğini de gelin giyer. Kınada giyer.Böyle boyanır.
-Of..tamam..Gelinim evet.
-Abla. Hangi eve gelin geldin sen? Hasangillere mi?
-Hasangillere geldim.
-Onun karısı var ki..
-İkinci oldum ben.
-Çocukları var onun.
-Ne olurmuş varsa. Ben yenilerini yaparım.
-Çocuklarından ayırır mısın onu?
-Ayırırım.
-Yazık değil mi abla?
-Değil.
-Biliyordum ki zaten. Anam babama söylerken duymuştum. Kavga ediyorlar babam geceleyin gelince. Dövüyor zaten beni okuldan kaçınca. Anam çok az dövüyor acıtmadan.Babamı alırsan bir daha da görmek istemem hiç onu. Al da git.
-Görmek istersin büyüyünce.
-Hiç de istemem.
-Aferin sana. Bazen istesen de olmuyor zaten.
-Olmazsa olmasın abla, ne güzel, biz de top oynarız, şut çekeriz, okulu kırarız.

Sekizinci durağa değil, yurttaki ranzama dönüyorum. Az uyuyup zorlukla devirdiğim geceden sonra, ilk kez okulu kırıyorum.

25 Mart 2013 Pazartesi

YAZI-TURA



Adliye bahçesinde kulak misafiri oldum bir genç adama, ilgimi çektikçe kulak misafiri olmanın kasıtsızlığından öteye geçmiş olabilirim.Anlatıyor uzun uzun yanındaki üç beş adama, ifadeler birebir değilse de hatırladığımca; bazen eklediğimce elbette. Öykülemektense, cümleleri sıralarken onun heyecanıyla hareket etmek, duyduklarımı bire bir değilse de dolaylı aktarmak istedim. Belki çok bilinmedik bir hikayesi yok ama gerçek oluşuna sığınarak yazdım işte. Aşağı yukarı şöyle bir şeyler:

-Tura yüzü daha ağırdır derler, o yüzden yazı gelme olasılığı daha yüksektir, inanırım ben ağbi. Bazı şartlardan, bazı olasılıklardan, dünya düzeni adilmiş gibi bahsediyorlar ya, vallahi de gülüyorum. Bak misal, ben babamı hatırlamam hiç. Fotoğraflardan bilirim. Annem desen bir cahil, bir garip kadın. Bende birbirinden çakal iki dayı var biliyor musun; bunlar vermişler eline dul kadıncağızın üç beş kağıt, imzalatmışlar. Ben beş yaşındaydım köyde, içinde oturduğumuz dahil, ikisi dedemden, biri babamdan kalma üç evimizi aldı bu düzenbaz herifler. Şimdi insanlar benim gibilere bakıp diyorlar ki vay o kötü, biz iyiyiz. E kardeşim, anamın karnından kötü mü çıktım ben; ben on üçüme kadar teyzemin evinde anacığımla üç kardeş sığıntı yarı-aç yaşamışım, sen babandan yaz tatilinde bisiklet beklemişsin. On üçümde dayımın kapısını kırıp çizmişim kolundan azıcık, benden çalınan üç evden birini zorlaya zorlaya bir imzasıyla geri almışım, anamı sokmuşum bir çatı altına, rahatlamışım. anlatabildim mi? Bu dayılarım kaç çocuk büyüttü, biri doktor misal, sonra diğerinin bir öğretmen oğlu var. Bana bakıp bu serseri oldu, suçlu oldu diyorlar. Ben dünyaya haksızlıkla açmışım gözümü, ben onlarla nasıl bir olayım ağbi? Dışarıdan da parmak sallıyorlar, kötü insanım ben çünkü. Şimdi ben kötüysem, sen bin kat kötüsün. Neden dersen, sen el bebek gül bebek büyümüşsün, bilmem nerede tahsil yüzü görmüşsün ama iş yerinde arkadaşının ayağını gizliden kaydırmaya çalışıyorsun,  başka bir gün kefil ediyorsun ahbabını, kredi çekip kaçıyorsun, ortak olduğun adamı dolandırıp toz oluyorsun; ne bileyim; sırf parası için koşturuyorsun sevmediğin adamların peşinde, dün öptüğün kızın bugün ardından sövüyorsun. Sen açlık nedir yaşamamışsın da yine paraya tapıyorsun. Ağbi, ben ganyandan üç beş vurunca bizim çocukları kapıp pavyona vuruyorum kendimi, içiyoruz, dışarıda yüzümüze bakmayacak kadınlarla aynı masalara oturuyoruz, anladın mı, hesap bizzat benden. Sen hesabı masadaki hangi alığa itelesem diye kafanı kaşıyarak zıkkımlanıyorsun afili bir restoranda öğle yemeğini. Sonra adliyede aynı koridorda çarpışınca benim gibisiyle, kolalı yakanı silkeliyorsun.

Bizim yeğeni almışlar bugün, ona geldim, ablam perişan, bak şu ötedeki banka çöküp kalmış kadın. Neyden almışlar biliyor musun, insan ticareti yapıyormuş. Vay arkadaş! Benim yeğen maç çıkışı su satıyor, ne anlasın garip, insan ticaretinden? Gerçi bir avukat hanım tayin etmiş devlet, az evvel geldi yanımıza, sağ olsun, bizimkini çıkarırlarmış diyor, sağ olsun ne de güzel zaman ayırıp bir bir anlatıyor, merak etmeyin diyor ablama. Hepsi böyle değil bunların, iki ayda bir buralardayım kendime değilse de akrabanın, arkadaşın vukuatına; iyi bilirim. Misal geçen bizim fareyi aldılar. Fare dediysem biz ona öyle deriz; yoksa adı Bahri. Şimdi bizim farenin sözlüsünü veriyorlar herifin birine. Kızın gönlü bizim farede ağbi, tüm mahalle biliyor, ama babası memur damat istiyormuş. Kızı nişanlıyorlar ne yapıp edip, fare ertesi gece boğazına kadar dolduruyor içini birayla, kızın evinin camını indiriyor aşağı. Adam cama çıkıyor, küfrün bini bin para. Fare diyor ki, veremezsin sen benim sevdiğim kızı başkasına. Hadi oradan uğursuz, it herif, işsiz serseriye verecek kız yok bende diyor kızın babası. Farenin gözü dönüyor, ulan diyor, sensin it, ben inşaatta çalışıyorum her allahın günü, maç günleri hariç. Neyse bir bağırış çağırış derken adam diyor polis çağıracağım, fare çağırmazsan şeref yok ulan sende deyip ateş ediyor cama. Bizim ekip pek boş gezmez, hele kız davasında.Neyse, adam hafif yaralanıyor. Hafif dediysem, bizim bünye tükürüp atardı o kurşunu da, adamın bünye nazlı çıkınca yoğun bakımdan çıkamıyor dokuz gün. Farenin davasına gidip geldik çok, içeride tabi şimdi. Şimdi ağbi, bu adam seviyor da vuruyor anladın mı, e bakıyorsun haberlerde söylüyor, fiyakalı herifleri kadınları yok bar tuvaletinde, yok yatak odasında ölü bulmuşlar. Sonradan sevgililerini alıyorlar içeri falan. Fare sevdiğinden yapıyor kötü oluyor, bu zengin herifler ne demeye yapıyor öğrenemiyorsun, ilk haberden sonra davanın bahsini kapatıyor medya. Farenin kötülüğü tescilleniyor anladın mı, bu herifler yırtıyor paçayı, çıkıp geziyorlar, vay delil yetersizliği ıvır zıvır...

Ben on dört yaşımda geldim bu memlekete, on dört buçuğumda bizim Şamil var, babalarımız kuzen bununla, o sağolsun kaptım işin yolunu. Misal maltepe pazarında çalışıyorum o zamanlar. Biz ayakçılık yapıyoruz görünüşte, ama asıl işimiz başka. Haftada en az bir kez, her dükkana bizim çocuklarla giriyoruz sırasıyla. Ağbi diyoruz, para yok maça gideceğiz, beş lira çıkar mısın? Yok, diyeni bir de üzerine küfredeni zabıtaya ihbar ediyoruz kaçaktan, korsandan; ikincisinde illa ki veriyor o beş lirayı, uğraşmak istemiyor. Şimdi yıktılar o pazarı taşıdılar falan ama, o zamanlar gelip koca pazarı bir uçtan diğerine gezsen, her birinden beş hesaplasan anlardın, bayağı kazanıyoruz o zamanlar. O zaman anlıyorum ki aç kalmak kader değil bizim gibilere, ama tokluk da öyle bedelsiz değil. Yadırgama abi, sonuçta bir nevi devlete hizmet ediyoruz bir yandan, paramızı alırsak da esnafa destek olmuş oluyoruz bir yerde, zabıta gelirse haber veriyoruz, hizmette sınır yok. Neresinden baksan iyi bir iş yapıyoruz bana kalırsa, ama sen diyorsun ki şantaj, muhbirlik.. Sen öyle bakmak isteyince öyle görüyorsun. Ben de anamdan iyi doğmuşum ağbi. Benim de aklım buna yatıyor; senin çocuk yüklüce harçlığından ne suçlar yaratıyor, ben açlığımdan suç yaratıyorum. Sizin işlediğiniz suçları umursamıyor kimse, kimse şüphe etmiyor diye kılığınızdan, mevkinizden. Ben şimdi insan ticaretinden içeri alınan sübyan yeğenimin davasına buradayım, sigara üstüne sigara yakıyorum, ablam ta memleketten saçını başını yolarak etti yolu Ankara'ya. Bu çocuk diyorum, maç çıkışı su satıyor, anlatabildim mi? Ama işte şartlar eşit değil abicim, yapsan suç, yapmasan suç bir yerde. Zaten zamanla kabullenip insan ticareti değilse de, yasal olmayan bir ticarete girecek o sübyan. Bırak, daha yapmamış, bir rahat bırak garibanı.. İşte sen diyorsun, hayat bu, bir tarafı seçer insanın ruhu, temizse temiz, kirliyse kirli. Ama öyle olmuyor ağbicim, yazı turada bile hile varken, hayat yekten iyi-kötü olma meselesi değil. Kahvaltı yapmış değiliz, öğle yemeğinde ablama ne yedireceğimi düşünüyorum şimdi ben, dönüş biletini aldım, cebim boş. Şimdi ben o zarı atsam yazı diyeceğim, olasılığın eşitsizliğinden faydalanacağım, bizim Candar'ı arayacağım, getirecek üç beş bir şey. Candar köpek hırsızı. Cins köpek çalıp satıyor, ablama yemek ısmarlayacağım ondan borç alıp. Şimdi sen yazık köpeğe diyorsun, ah be abicim; ben ne diyorum, sen ne diyorsun...

23 Mart 2013 Cumartesi

MOLA



Ben bir mola vereceğim. Muavin sigarasını yorgun gözlerinde söndürürken içten içe, otobüs çekip gidinceye dek bekleyeceğim.

"Ömür diyor, gördüğünün karası, ne gördüysen ışığı kapatarak bak bir de..Ömür, gördüğün değil, sandığın kısmı dokunduğunun, dokunmakta olduğunun ve dokunacağının". Yan dairedeki yaşlı kadın söylüyor aslında bunu, hırıldayan nefesiyle. Bazen bir şairi ya da filozofu daha az önemsediğim oluyor ondan. "Öyleyse", diyorum, kırmamak için önüme ittiği bol kaymaklı sıcak sütü yudumlarken, "öyleyse gördüklerimizden çıkardığımız ve umduğumuz ne varsa hoopp çöpe!" Ardından bir "şerefe" demediğim kalıyor, bu sözün. Yüzüme şaşkın bakıyor. Dudağımın kenarındaki kaymağı nazikçe siliyorum son kabalığın üzerine, utanarak. Gülüyor. "Doğrusun çocuğum", diyor. "Gördüğüne aldanmayıp, at çöpe! Biz aldandık diye, bu yaşta telafi edilemez pişmanlıklarımız..."

Ben bir mola vereceğim.Şoför ağırdan alarak yiyecek sulu yemeğini eksik etmeyip ardından kaymaklı şekerparesini; yolcular tuvaletten zor atacak kendini masaya, çatala ve tepsiye, düşecek göktaşı öncesi koşarcasına sevdiklerine.. Bir boş, bir gülünç koşturmaca, hepi topu parasını önceden ödediğin koltukta yerini yeniden almak adına, hepsi planladığın geçici/son durağa vaktinde varmak adına. Vaktinde derken? ..Bir defa olsun ardından bakacağım giden otobüsün; kaçırdığım daha hızlı bir yolculuksa, misal bir uçaksa, son anonsunu sigaramı yakarak noktalayacağım. Yanıma bir kadın yaklaşacak,  kapalı mekanlarda sigara içilmediğini bilmiyor musunuz vs vs vs... Cezamı alnıma yapıştırarak ve gülümseyerek uzaklaşacağım.

"Koştuğumuz ne çok düş vardı ardından, omzumuza saplanmış bir bıçağın sapından sarkan elmayı ısırmak uğruna. Acımıza yenik inadımızla koştukça geride kaldık. Dursak soluklanırdık belki, hiç değilse vaktinden önce yaşlanmazdık", diyor haddinden yaşlı  komşum. Sütü hala zorlayarak içiyorum. Kaymağını çay kaşığıyla itiyorum, "Yapma çocuğum, bak market sütünde bulamazsın bu şifayı" diyor. Aldığı eğitim ve karakterinden oldukça uzakta bir yerde; ölüm korkusunun odanın her köşesinde bir buse aldığı öyle açık ki yanağından, sütün kaymağı onu yaşatacak sanıyor..İnsanı kendinden başka ne yaşatabilir, demek istiyorum da, uman titrek gülümseyişine kıyamıyorum.Oysa umudun son kullanma tarihini geçirmiş oturduğu yerde titreyen dizleri. Tepsiyi kapıyorum buruşuk lekeli ellerinden. Mutfağa giderken duvardaki mutsuz adam resminin karşısında donup kalıyorum. "Bak", diyor, bastonunu nazikçe vurup eski parkeye. "Seni de durdurdu işte. Bu adam hep böyleydi çocuğum, ah ben o çatık kaşların önünde ne çok duraksadım, tahmin edemezsin. Bir gün kapadı gözlerini de, ben o gün yürümeye devam ettim, ancak yürümeyi çoktan unutmuş olacağım ki, tutuşturdular şu çirkin ağaç ölüsünü elime, destek olsun diye." Gözümü alelacele alıp otuz beş yıl öncesinin bulaşık siyah-beyaz somurtkanlığından, mutfağa atıyorum kendimi, yaşlı komşumun tatsız anıları dolmadan içime. Mutfak bile naftalin kokuyor. Naftalin ölüm kokuyor, aklıma gelmişken; hemfikiriz değil mi?

Ne diyordum? Ben bir mola vereceğim. Gidereceğim tek ihtiyacım soluklanmak. Yüzüme su dahi çarpacak değilim de, içimi buz gibi suyla yıkayacağım bir süre. İçimi adam edeceğim. Ben kendime bir süre kötü geleceğim. Çok seversem mola yerini, sokak köpeği evreni sayıp, mesken edeceğim. Planım yok, fikirlerim şaibeli. Kesinse bir şey, ben o otobüsün ardından koşmayacağım, gitmeyeceğim. Ardından bakarım belki, plakasından kelimeler türetirim vakit öldürmek adına, ne bileyim.. Arkasında bir fıstık yeşili ova var restoranın, çok sıkılınca çocuk gibi bir uçtan diğer uca koşarım. Bulursam gelincik toplarım. Bulamazsam yaban otlarına uzanıp kaşınıp huylanarak, sonra ve zamanla yadsıyarak boylu boyunca uyuyakalırım. Kendimi o havasız sıralı koltuk yığınında nereye sığdıracağım hem?  Nereye gideceğim nihayetinde şu kırışık biletine boyun eğen kalabalıkla? Ve "varmak" dediğin nedir; emin olmak mümkün değil bazen...

Yaşlı komşum çok uzun yaşasın istiyorum laf aramızda. Gün aşırı kapımı tatlı tatlı tıklatıyor bastonuyla, biraz homurdanarak yürüyorum kapıya, bükünce kapının kolunu ve kapıyı aralayınca, yüzüme nasıl da vuruyor naftaline sarılmış süt kaymağının yumuşak-sert kokusu. Naftalin ölüme, süt yaşama çağırıyor. O ikilem nasıl ayakta tutuyorsa onu, ve nasıl bulaşıcı bir redd-i zaman şamarıysa o artık...Elinde bir şişe şarapla gelen dost bile o kadar iyi gelmiyor bazen...


20 Mart 2013 Çarşamba

Yutkundunuz Bence

-Rüyalar da bizi görüyor mu baba?
dedim. 
-Ne saçma çocuk oldun sen, demek istedi. Yutkundu. Masal kitabını elime tutuşturup üzerimi örttü. Alnımdan öpmek istedi. Yutkundu. 

-Sen gidiyorsun ama uyumadım daha ben, dedim.
-Bu gece kendi kendini uyutacaksın, dedi. Büyüdün artık.
-Tam da şimdi mi büyüdüm ben yani?
Ayağa kalktı.
Tahmin edemediğim bir şey demek istedi. Yutkundu.

- Bu kitapta resim yok, okumayı bilmiyorum ki, nasıl uyutacağım kendimi? dedim. Onu odada tutmak için durmaksızın yeni sorular türetmek zorunda kalıyordum. 
-Resimleri hayal etmeni istiyorum bu gece, dedi.
-Karanlıkta mı?
-Evet, karanlıkta .
-Sayfalara dokunarak mı?
-Evet, öyle yaparak.
-Dokunmadan hayal edemez miyim? 
"Eh be!" demek istedi, yutkundu.
-Ah, evet deyip aldı elimden kitabı. Odadan arkasına bakmadan kaçmak istiyordu artık. 


"Baba!"  diye en tiz, en rahatsız eden sesimle seslendim ışığı kapayıp, kapıyı açtığında,
-Neden sürekli bir şey söyleyecek gibi yapıp yutkunuyorsun? Bu da büyüdükçe öğrenmem gereken bir şey mi?
Cevap vermeden kapadı odamın kapısını.


Konuşmanın fayda etmediği zamanlarda bana iyi gelecek bu büyülü refleksle, onu sık sık sığınacağım kasıtlı bir davranışa dönüştürmek üzere, böyle tanıştım işte. Her yutkunuşumda sözcüklerin iyi gelmeyeceği bir yaraya anlık bir pansuman yapıyorum, ya da anlamsız bir soruya cevap vermekten kendimi, yanıt almaktan karşımdakini kurtarıyorum..  

Bir de hala merak ediyorum,
Rüyalar da bizi görüyor mu?
...?
Yutkundunuz bence...





18 Mart 2013 Pazartesi

RESME NERESİNDEN BAKARSAN BAK...







Bir tür çılgınlıksa bu, kabul. O eski sahil kahvesinde yağmurun dövüp perişan ettiği ahşap masaya oturmuş, dudağından çektiğin çay bardağını masanın üzerine küçük bir cam tıkırtısıyla bırakıp, atkını ağzına doğru çekiştirerek, parmak uçları donmuş ellerine aldığın kalemi üzerinde gezdirdiğin sayfaları, ardına saklandığım ağacın ardından görmeye çalışacağım. Sözcükleri seçemedikçe bir ağaç daha yaklaşacağım, bir ağaç daha, bir tane daha.. Seni ürkütüp kaçırmamak için nefesimi dakikalarca tutarak ilişeceğim sırtına. Ruhun bile duymayacak, sözcüklerini dudağımın kenarında sakladığım gülümsemeyle okuyuşumu. Kaleminin kağıtta bıraktığı her izi sağıp, aç ruhuma, susuz aklıma o tertemiz sütü akıtacağımı.. Aklının ucundan geçmedikçe yapmakta olduğum, daha büyük keyifle...Bunu yapacağım.

-Kulağa çılgınca geliyor biliyorum, ama o sahil kahvesinde oturup bir şeyler karalamaya başlayınca öyle hissettim işte. Sanki biri arkama saklanmış sözcüklerimi dikizlermiş gibi. Her harfimden bir ayrı yaşam çıkaracak denli kovalıyormuş gibi ölümsüzlüğü kağıdımın üzerinde gezinen gözleri  ..Öyle belirgin bir his ki, arkama dönüp yoklamaya korktum, ki zaten kalemi elimden bırakır bırakmaz kağıdıma dikilmiş gözler kapanacaktı sanki. Kapanmasınlar istedim sanki..Bakma öyle inanmıyormuş gibi. İnanmıyorsun değil mi?

Yapıcı olmaya, ya da türlü bahaneyle üstü örtülü inkara kalkışmayınca, bir tür sapkınlıksa bu; kabul. Gündüzün aldatan güneşi altında birbirine sokulup ısınmaya çalışan kaldırım taşlarında gezinirken topukların, daima karışık aklında dolaşan tilkileri, metrelerce geriden sayacağım. Kaldığım yeri unuttukça, bir adım daha yaklaşacağım bu kez daha kusursuz sayma hevesiyle başa sarmak için, olmazsa bir adım daha, sonra yine bir adım.. Zihnindeki tülden ince kat kat kumaşı parmak uçlarımla sessizce kaldırıp altına bakacağım. Sen fikrini okuma çabamdan bihaber dalgın yürürken daha büyük neşeyle.. Bunu yapacağım..

- -Kulağa sapkınca geliyor biliyorum, ama kaldırımda yürürken o his tutup sardı yine içine beni..Aklımdan geçenleri bir bir saymaya çalışıyordu gittikçe daha da yaklaşarak sanki. Nasıl anlatsam, her düşünceme elini uzatıp dokunuyor, yetinmeyip altını üstünü nazikçe arıyor gibi. Ona ait bir şeyler bulacağından emin. Öyle bir his ki, gözlerimi kapasam kulaklarımdan beynime, zihnime kolayca girecekmiş gibi. Adım atmayı kesip durursam, zihnimden ev sahibiyle kapıda karşılaşan hırsız çevikliğiyle kaçıp gidecekmiş gibi. Kaçmasın istedim sanki.. Gülme öyle deliymişim gibi..Belki öyleyim..

Neresinden bakarsan bak bak delilik bu ama, işlerini yetiştirme telaşıyla çalıştığın odaya dalıp bir sandalye çekip oturacağım tek kelime etmeden. Başını masadan kaldırıp yüzüme şaşkınlık ve merakla bakışından binbir soluk çıkaracağım. Uzun süredir nefes girmemiş ciğerlerimi cevap bekleyen sessizliğinle dolduracağım. Nabzım eskisi gibi düzenli atmaya başlayınca, yerimden kalkıp masana yazdıklarını ve düşündüklerini biriktirip gecelerce uyumadan yaptığım resmi bırakacağım. Biraz yok olacağım o anda kendime, sana biraz var olacağım. Sana yok, kendime var olmanın yükünden kurtulacağım. Sonra evime dönüp onca zaman sonra ilk kez uyuyacağım. Sen yaptığıma anlam veremiyorken, ben düşten düşe yok olmanın huzuruyla koşacağım. Bunu yapacağım.

- Saatime bir kez daha göz atıp, işi yetiştireceğime dair umudumu yoklarken girdi içeri. Bir his değildi giren, daha ziyade tanımadık biriydi işte. Önümdeki sandalyeye her şey normalmiş gibi oturdu. Sanki onu ben çağırmışım gibi, sanki onu uzun süredir tanıyormuşum gibi davranmıştı. Şaşkın şaşkın bakakaldım yüzüne, bakışımla dirildiğini hissettiren gözlerine. Konuşmasını bekledim, sormadım nedense hiçbir şey, kalakaldım. Sonra birileri dışarıdan seslenmiş gibi telaşla sıçradı yerinden, sanki kalp masajıyla aniden ve yeniden kan pompalamaya başlamış bir yürek gibi  fırlayıp aceleyle çıktı kapıyı üzerime kapayıp. Ayağa kalkıp ardından seslenmek üzere kapıya yürürken, sandalyede ve ardında bıraktığı kağıt ruloyu farkettim. Elime alıp aceleyle açtım. Sana resimde neler gördüğümü anlatmam mümkün değil esasen, zira boştu kağıt, ama doluydu da diğer yandan; bembeyaz bir kağıda bakmaktaysam da, orada olmayan neler görüyordum bilemezsin.. Sanki geceleri uyumaksızın ve dahi nefes almaksızın her fırçada beni ve belki bir iki fırçayla da kendini anlatarak çılgınca, tutkuyla boya sıçratmıştı üzerine. Kabullenmek de zor ama sen haklıydın.. Zira, var olmayan resme nereden baksan delilik..









16 Mart 2013 Cumartesi

Değişim Ölmeni Engelleyecektir













Ciğerci kedisini arıyorum, bir iki şey var aklıma takılan..
-Şu şiirdeki kediyi mi? diyor tombul fast food serçesi gagalayarak patates kızartmasını solumda uzanan alçak duvarın diğer ucundan.
-Ah, evet..Evet ya, ta kendisi bay serçe, diyorum.
Kulağın zorlukla seçebildiği bir alaycı kahkaha atıyor.
-"Bay serçe" nedir yahu? diyor. Fast food serçesiyiz diye o derece uzak bir ağızla hitap etmek zorunda değilsin..İlahi, nasıl da güldürdün beni.
-Bilemedim nasıl hitap edeyim, ağzımdan çıkıverdi işte. Bahşederseniz isminizi kullanayım bir dahakine.
-İstemez.. Hitabetten ne anlarmışım ben. Komik diye güldüm, komik olmasa  bir şey ifade etmezdi bana seslenirken kullanacağın sözcük. Serçe olduğumu unutmadan konuşursan, bir ihtimal yardımcı olabilirim.

Aslında pek de aç değilim ama duvardan atlayarak serçenin yemeğini didiklediği masanın yanındaki sandalyeyi kendime çekip oturuveriyorum.
-Ciğerci kedisini arıyorum, bir iki önemsiz şey var kafama takılan. "Madem önemsiz, e o zaman?" demeyin. Demeyin.. Merak işte.. 

-Cevap kalp kıracaksa uzatmanın acımasızlık olduğuna inanırım ben. O yüzden alıştıra alıştıra yapmayayım hiç. Ciğerci kedisi öleli çok oldu..

-Nasıl olur? Bir şiire ait o, çoğu şey ölür elbet, ama o sanki pek ölemez.
-Bal gibi de ölür..

Küçük küçük sıçrayarak masanın diğer ucundaki kirli tepsiden bir patates kızartması kapıp masaya dayadığım dirseğimi dürtüyor gagasının ucuyla
-Çekilsene azıcık,diyor. Yayılma böyle, benim yemek masamdayız, öyle değil mi?
-Ah, afedersiniz. Düşünüyordum. Aklım almıyor inanın.
-Hiç var olmamış bir şeyi arıyorsun, buraya kadarki çelişkiyi alıyor aklın, aradığın o var olmayan şeyin yok olduğu çelişkisini almıyor öyle mi? Tuhaf bir insansın sen..
-Siz de konuşan tombul bir fast food serçesi olarak anomalinin sınırında değil misiniz sanki?
- O sınıra tüneyen sensin, zira benimle konuşan, beni duyan da sensin; belki konuşmuyorumdur da ben, kabalaşmayalım hiç; inan kaybedersin.

Yediği yağı donmuş uzun altın sarısı beşinci patates kızartması bu.. İştahından eksilen yok. Masanın üzerindeki kirli tepsiyi almaya yeltenen bir garson da yok, ki zaten garson yok hiç.

-Yok dedin de aklıma geldi bak, bahsettiğin kediyi tanırdı dedem. Tekrarlamış olayım, öleli çok oldu. Var bazı anıları kuş beynimde, merak ettiğin varsa sor da söyleyeyim.

-Bir serçeyle dostmuş diyorsun ciğerci kedisi?
-Pek dostluk gibi değil, tanışıklık diyelim. Sor da söyleyeyim, karnım doymak üzere, bu uçmak üzereyim demektir.
-Ne kadar mutluymuş? 
-Çok mutluymuş bence..

Masanın bir ucundan yemek taşıyıp dirseğimin dibinde gagalamayı sürdürüyor. O kadar tombul ki, yere değen karnını elimden ve içimden gelse gülümseyerek izleyeceğim, ama aldığım haberin etkisinden sıyrılmış değilim. 

-Karnını doyurabildiği için mi vardınız bu kanıya?
-Yo, yo..Hiç ilgisi yok inan. Tokluk mutluluğun ön koşuludur, ilkidir, tamamı değil. Daha çok bahse değer bulunmakla ilgili. Onu tanınmış yapan bir şiirde aşağılanmaksa da, o bu durumu lehine çevirmeyi çok iyi bilmiş.

-Anlayamadım bunu pek?
- Sıradan silik soysuz bir tekirken, o meşhur ciğerci kedisi oluvermiş de ondan. Bir karakter oyuncusunun şöhretini son gününe kadar tatmış da ondan. Sen muhtemelen şunu bilmezsin ki, sokak köpekleri bile sataşmaz olmuş şu şiirden sonra. Çiftleşme mevsiminde çaresizce aranması bile gerekmemiş.
-Şiirdeki tokluktan öteye geçirmiş menfaat sevgisi onu yani?
-Neden şaşırmak? İnsanlar için de öyle değil midir?
-Haklısınız..Yazık ki öyle..
-Hadi ama..At ağzından "yazık ki" leri, "maalesef"leri.. İnanmıyorsun söylediğine sen de..Bir de küçük bir serçeye "siz" deyişin.. Keyfimi yerine getiriyor bu şaşkın hallerin.
-Fast food masalarına musallat olmuş, karnı kolayca doyan tombul bir serçe olarak beni suçlamana ve dahi küçümsemene gülüyorum..
-Gülmüyorsun.
-Canım sıkkın olmasa gülerdim.
-Merak ettiğin başka bir şey yoksa gideceğim artık. Uyku bastırdı biraz.
-Sen onun bir tür devamısın değil mi? Yemeğini kolay yoldan edinme çabana tanık olduğuma göre...
-Öyle sayılmaz. Doğrudan ben O'yum diyelim. Şiirdeki ciğerci kedisi; ta kendisiyim. Bak bana, kuyruk sallamadan, ve insanların paçasına sürtünmeden de var olmayı sürdürüyorum bu kimliğimle. 
-Değişmeden olmuyor değil mi?
-Değişim ölmeni engelleyecektir. Denemelisin..

Gagasının ucundaki mayonezi tepsinin kenarına sürtüp silerek koca göbeğini içine çekerek havalanıyor. 
İştahım artıyor ki zaten açlıktan ölmek üzereyim...





-

13 Mart 2013 Çarşamba

DOKUZ CAN




Bir aksi kediyim ben.. Sütü sulandırırsanız içiyor, ciğere pilav karıştırırsanız yiyorum. Duvar üstünde uyuyor, mindere değil tuğlaya döküyorum tüylerimi.

Gün aşırı mahalle yokuşundan çıkıyor gençler, siyah poşetlerinde  %5 alkole yüklü görece naif keyifleri.. Dünya sevmese beni, bir aşık çiftin sarhoş elleri geziniyor sırtımda, beni severek birbirlerine dokunuyorlar utanırlarsa, gece eve dönüş vakti. Kapıda bekliyorum sevilmeyi, ilişmeyi, sürtünmeyi..Bir utanışa seve seve siper olur, maske olur kabarttığım şımarık tüylerim..İş ki beni sevişinizin ardında bir tek taraflı tatminkarlık, bir kuytu riya olmasın..


Bir tahammülsüz kediyim ben. En yüksek duvar benimki, paylaşmam mümkün değil. Sıvası ağlayan ve birbirinin omzuna yaslanmış apartmanların teraslarında kuyruğumu gururla dikerek geziniyorum. Bu şehir öylesine ait ki bana, yalnızlığınızı dürtüyor, acıklı özgürlük özleminizle iç çektiren gündelik meşguliyet maskenizde törpülüyorum güçlü tırnaklarımı…Soğukkanlılığımdan artakalanımla metro kalabalığından akan debisi yüksek koşturmacanıza, yorulmalarınıza, tükenmelerinize, umudun ardından bakakalışınıza ve uzanıp  boş kalan kollarınıza dudak büküyorum..Gücünüze giderse çekinmeyip ayak ucunuzla bir kez daha nazikçe dürtün beni kaldırımda, ama saklayamam; halinize biraz üzülmekteyim..


Gün aşırı yaşlı ve yalnız bir kadın önüme kuru mamayı döküyor takırdatarak patilerimin önündeki plastik kaba, ve aşağılanmaya karararak büyüyen göz bebeklerime dikerek buyurgan bakışını, minnet etmemi buyuruyor. Oysa ben pek de oralı değilim. Ben nereliyim biliyor musunuz, ben kapının önüne koyduğunuz ve çaresizce iştahımı tatmin edeceğim, açlığın incecik belime vurduğu sefaletime tanık olarak vicdanınızı oyalayacak akşam yemeklerinden en uzak sokak neredeyse oralıyım işte. Kapının önüne bırakın onu, canım isteyince yiyeceğim, minnet etmekten tiksinerek..Aksini beklediyseniz boş bırakın lütfen kapı önlerini, çöplüğün zengin ziyafetinde zaafımdan medet ummayarak hışırdayan çöp poşetleri olur o zaman benim tatlı sevgililerim.. Elinizi uzatın, ancak samimiyetinize ikna olunca seve seve sevdireceğim kendimi..Bilemezsiniz okşayan elinizin doğruluğuyla nasıl da yumuşayacaktır diken diken tüylerim..

Bir huysuz kediyim işte ben. Çoğu gün susuz, çoğu gece açım. Çoğu aşk mevsiminde çöplüğe saklanıyorum olası sevgiliden sakınıp mevsim dönümü dökülen çirkin tüylerimi. Ben her mart ayında en yalnızım, belki anlam veremezsiniz.. Az sulandırılmış süte ve içine pirinç taneleri karıştırılarak didiklenmiş tavuk etine köleyim. Sevginize hiç değil .  Siz insanların sütübozuk sevişleriniz.. O tarihi ezelden geçmiş medet ummalarınız, o karşılıksız adanmayışlarınız…Seveni idare eder, sokak kedisini cemiyete yaranmak adına okşar, gözetir, kollar tavırlarınız, nasıl olsa yer diye önüme yığdığınız bozuk balık eti kadar kaldırıyor midemi.

Gönlünüz elvermeyecekse,  sırtımı okşamadan siz, yaşarım belki kaldırım taşlarına sürterek ve sevdirerek  sırtımı,  ederim öyle ya da böyle dokuz canın sonunu da, ya siz o biricik canınızı öylesine sevgisiz..?

Ben bir aksi kediyim ama, siz de sanki pek az değilsiniz..
Değil mi ki, biraz gerçek sevseniz kucağınıza dökerdim mart tüylerimi..Bana iş işten geçmek bilmez hiç; zira sekiz canım var son kalp kırıklığımdan bu yana, e az  da değil hani..


Mesele şu ki; benim sevdirecek canım yüklüce, sizin sevecek uzuvlarınız ölü elinden hallice.. Yine de, evcilleştirilmeye evrilmiş sevilme hasretim. Kapı önünden eksik edin küçük öğünümü, dirayetliyim yolumu bulma vakti gelince çeker başka mahallede biterim, lakin olur ya içinizden gelirse, benden eksik  etmeseniz ya çenemi inanarak
okşayan parmak uçlarınızı..

Bir aksi kediyim, zayıflığım ah sen, ey insan, zaafım senin o tuhaf ve yeri doldurulamaz sevişin; şu halinle dokuz canımı yerle bir edişin.. Yapacak ne var, içerlersen gülen olur; nihayetinde senin ellerinde evcilleşmişim...

11 Mart 2013 Pazartesi

Çok Değil


 
 
Küçük çocuklar gibi renkli kalemlerimizi dizdik masanın üzerine hevesle. Neşelenmek için elma şekeriyle boyadık dudaklarımızı, kırmızı kalemle tırnaklarımızı.. Gülümsemek için, defalarca yaktık soba aleviyle çatık kaşlarımızı.. Çantamızı omzumuzdan atıp yerde sürüyerek yürüdük eve umursamazlığımızı ve ergenliği sönmemiş ruhumuzu ispat için..Her hecesinden emin olduğumuz şarkıların sözlerini yanlış hatırlayıp yanlış söyledik, her adımını ezbere bildiğimiz sokaklarda kasıtla kaybettik kendimizi bir yabancının omzuna dokunup çaresizce adres soralım diye…Evin yolunu bulmanın, anne çorbası kaşıklamanın değerini anımsayalım diye.

 

Bir ayrıksı özgürlük resmini boyadık usturupsuzca, taşırarak renkleri dışına. Bir resim ki, kağıda gelişigüzel akmış mürekkep gibi, herkesin farklı anlamlar yükleyeceği, kimsenin duvarına çivilemeyeceği…


Kızkaçırandan ürkmek istedik, saklanarak ve sakınarak taçlandırmayı umduk korkularımızı.

 

 
Ne çok uğraştık..

Oysa bize

Biraz çocukluk verseler, çok değil, okul yolundan eve kadar,

Biraz çocukluk; çok değil, ömrün yarısı kadar,

Dünyayı ya da memleketi değil, şimdilik yalnızca kendimizi kurtaracak kadar..

Biraz çocukluk verseler, çok değil, küçük naylon poşette  satılan fosforlu yeşil kolonya kadar..

Mahalle maçında koşturan hırçın erkekler

Ve evciliklerde mızıkçı kibirli kızlar kadar,

Çok değil,

gecenin sabaha kaygıyla değil düşle devrilmesi ihtimali kadar

küçük ve dar, kısa ve az…

Biraz çocukluk verseler, çok değil, keşfe çıkılan harabeden, paçalarımızı sıyırarak içine sokulduğumuz ve içinde larva kovadığımız haki rengi kirli dere boyu kadar..

 
 

Biraz çocukluk verseler,

Hepimiz kurtulacaktık…

Biraz çocukluk,

Çok değil, okul yolundan eve kadar..

Öyle uzun değil; ömrün yarısı kadar..

 

 

 

10 Mart 2013 Pazar

ÇIKMAZ














 
Gözünün feri sönmüş sokak lambasının zorlukla aydınlattığı dar sokaktan sola dön, daha dar olanına..Çıkmaz olanına.. Arnavut kaldırımında ayak sürüyerek ilerle yüz metre kadar. Duvarın dibindeyim. Adımına dikkat et, karanlık burası biraz. Olsun..

 

-Getirdin mi?

-Getirdim ama babam ayakkabılarımı giyerken dikildi tepemde..

-Ne dedi peki?

-Sormadı bir şey..Sustu.

-Ne yaptı peki?

-Yapmadı bir şey. Durdu.

-Söyledin mi bir şey?

-Daha neler... Yüzüne bakmadan kapayıp çıktım kapıyı. Ama sırt çantamı omzumda görmekten huylandığına eminim.

- Aç bakayım, hepsini aldın mı?

- Tabi ki alamadım hepsini. Olduğu kadar…En hayati olanları aldım ama, el feneri, çakı, piller, küçük bir battaniye, fotoğraf makinem..

-Neyin?

-Makinemi de aldım.

-Turistik geziye mi gidiyorum, deli misin, çıkar şunu, istemiyorum..Başka neler var bakayım..

-Ben de geliyorum.

-Ne?

 

 

Sen gelemezsin. Çıkmaz sokağın sonundaki bu gri duvardan atlayacağım birazdan. Spor ayakkabılarımı şu çıkıntıya dayayıp, atacağım diğer bacağımı duvarın sırtına. Beni bu dünyadan bir hamlelik sınırla ayıran duvarın diğer tarafında başlayacak her şey yeniden. O “her şeyin” içinde sen yoksun.Gelme. Şimdi sen, sen şimdi evine dön. Karanlık çıkmazdan dikkatle çıkıp, sokak lambasının kör aydınlığına, oradan ait olmanda sakınca görülmeyecek yere.. Sen gelemezsin. Aramızda fark var. Sen sana varlığını sert sözcükler ve sevgisiz ten temasıyla hissettiren bir tür aidiyet akdiyle de olsa aitsin buraya. Ben asla olmadım.

 

-Annemin zulasını da patlattım. Yatak odasındaki küçük çeyiz sandığını..Paraya ihtiyacımız olacak.

-Delirdin mi sen? Ne zulası, ne parası, ne “biz”i?

-Yastığımın altına bir de mektup bıraktım.

-Kim çağırdı seni? Sen gelmeyeceksin ki!

-Gittiğimiz yerlerde fotoğraf çekeriz diye düşündüm. Kamera onun için. Yüzü yaralı anılarımızı yenilerin taze, temiz kanıyla şifalarız.

-Anımız falan olmayacak. Sen şimdi dosdoğru dönüyorsun evine.

 

Sen şimdi dön. Saat geç değil. Biraz azar işitirsin elbet, zira senin mahallenden epeyce uzaktayız. Başıbozuk kaldırımların caddeye ulaştığı yerden lacivert dolmuşlara at kendini. Üçüncü durak orası, oturacak yer de bulursun ne güzel. Arkaya oturursun her zaman yaptığımız gibi, bu kez bensiz oluşun seni hiç de hüzünlendirmeyecek. Birazdan öyle şeyler yapacağım ki, bensizlik umurunda olmayacak. “Şunu uzatır mısınız?” diyeceksin önünde oturan kadına ya da adama ya da her neyse, ne fark eder. Kırk beş dakika kadar sonra in on beş dakikalık yolu yürüyüp varoş sokaklardan evinin yolunu tutarak. Beni hiç düşünme;  sana birazdan öyle şeyler söyleyeceğim ki, beni düşünmek yapacağın son şey bile olmayacak.

 

-Kimliğim yanımda. Sorun yok.

-Bana ne kimliğinden? Bana ne kim olduğundan? Gecikmeden dön. Buraya gelmen nereden baksan bir buçuk saat demek. Dönüşün keza öyle. Çakıyı sen al, tekinsizdir buralar. Dönüş yolunda sıkıştıran olursa diye bulunsun.

-Ben çakı kullanmaktan anlamam. İhtiyacımız olursa sen kullanırsın.

-İhtiyaç sözcüğü bana ait, sen dışındasın yaşanacakların. Ne zaman çağırdım ki seni ben? Kim söyledi seninle gideceğimi buradan? Çıldırdın mı sen?

-Tek battaniyemiz var ama sığışırız altına bence. Uyuduğum yeri yadırgamam pek, hem evdeki yatağım da pek rahat değil.

 

 

Hiçbir yere sığışmayacağız seninle. Kapının önüne sokak köpeği gibi konan benim. Kovulmasa da kaçmaya çoktan niyetlenmiş olan benim. Senin hırpalamayı haddinden biraz fazla seven baban çok da büyük tehlike değil. Çoğu babanın huyudur bu memlekette, kabullenmek imkansız değil. Nihayetinde teknik olarak bir baban var sayılır. Nihayetinde teknik olarak birtakım zorlukları olan bir dünyada tahammüllümüzü evcilleştirerek yaşamak mümkün. Okulun da var. Bırakalı yıllar olmuş ben. Sen ve ben bir miyiz? Deli misin? Karanlık bu sokak. Şimdi sen çok zorlanırsan bana geldiğin tekinsiz sokaklardan dosdoğru geriye dönmekte, cep telefonunun ışığı yardımıyla gerisin geri gidiyorsun. Paranı da sok cebine, al şu lüzumsuz kamera romantizmini de yanına. Bu hurdanın çalıştığından bile emin değilim. Sokak lambasının zayıf ışığı alnındaki kaküle düşer düşmez, yüzüne sahte ay ışığı vurur vurmaz unutacaksın beni. Sana birazdan öyle şeyler hissettireceğim ki, hafızanın bana ayrılmış bütün odalarını bir bir ve cayır cayır yakacaksın. İçinde yanarken acıyacaksa da canım, ateş sönünce meselem kalmayacak. Sanmıyorum sızlamaya devam etsin uçuşan küllerim..

 

-O evde akla gelmeyecek şeyler yaşıyorum. Babamın üvey olduğunu unutmamalısın. Benim bir babam olmadığını ve asla olmayacağını unutmamalısın.

-Bu senin meselen..

-Beni götürmezsen okumaktan vazgeçeceğimi de unutmamalısın. Uğruna kafa yoracağım öyle çok şey var ki, kitaplar onları okumaya takati olanların. Benim değil. Ne demek istediğimi anlıyor musun sevgilim?

-Senin sevgilin değilim ki.. Arkadaşın dahi değilim. Şu duvar sonrasında hiç kimsenim. Sırt çantana doluşturup getirdiklerinden başka bir parçan olmayacak bende. Yardımın da yüceltmiyor seni gözümde hiç. Bil ki sen yapmasan başka birinden isteyecektim

-Denizi çok özledim ben, dokuz yaşımdan beri görmediğim.

-Benimle gelmiyorsun. Denizi ne şekilde göreceğinin yanıtı ben değilim.

-Kaçmayı saklanmaya tercih ederim.

- Benimle gelmiyorsun. Neden kaçacağın ve ne türlü saklanacağın da umurumda değil.

- Eve dönersem sabaha kadar hırpalayacak.

-Gelmiyorsun. Canının ne kadar acıması gerektiğinin hükmü bende değil. Kurtarıcın değilim. Al çantanı da, istemiyorum.

 

 

Bazı arka sokaklarda ondörtük çocukların gelecek pazarlığı yapılır. Ne üzerinden ve hangi sona doğru akılacağını bazen yazıyı yazan bile tahmin etmek istemeyecektir. İyi ihtimaller kendi geleceğine hükmeden düşler üzerinde konacak yer bulmamak üzere uçuşur durur yalnızca, ki kalem tutan sözcüklerden dahi merhamet uman bir kadın eliyse, gerçeklere mürekkep akıtmaya elvermeyecektir içi.  Aslolanı umarsızca çarpıtan kalemin söyleyemedikleri, söyleyebildiklerinden gerçektir. Kalemin yazabildikleri, yazamadıklarından sahtedir. Öyledir.

 

Şimdi sen.. Sen çoktan gitmişsin. Canını acıttığım beş on dakikada on yıl kadar büyüdüm de henüz fark ettim. Her hayattan kaçılmaz, gecikmiştin öğrenmekte. Öğrettim. Bazen dayanma sınırında seyreder yaşamın acı lütfu. Şimdi sen, dolmuşta gözyaşını silerek elindeki bozukluğu önündeki kadına ya da adama ya da her neyse, ne fark eder, uzatıyorsun. Kırk beş dakika kadar sonra gözyaşın çoktan kurumuş olur diye hesapladım ben. Canını acıtmak da istemezdim ama kaçtığın ve sığındığın yerin huzur vaat edeceğini umarak yaşayamazsın. Sen dolmuştan kızarmış yanağını öfkeyle okşayarak inerken, ben spor ayakkabılarımı gri duvardaki çıkıntıya saplayıp, diğer bacağımı  duvarın öte yanına atarak yenileyeceğim her şeyi. Bineceğim ilk otobüste açıp yoklayacağım çantanın içindekileri. Sen belli ölçülerde kabul edilebilir hayatından beni öfkeyle eksilterek kendine dönmüşken çoktan, fark edeceğim ki çantanda bir küçük not.. Sen beni adın gibi ezbere bilen..Sen şöyle demişsin:

 
“Bu akşam, beni kaçışına dahil etmeyeceğinden, elbet eminim.Sen giderken, senden kopmanın yolu nefretse, şansımı sonuna kadar deneyeceğim. “

 

Gözünün feri sönmüş sokak lambasının zorlukla aydınlattığı dar sokaktan sola dön, daha dar olanına..Çıkmaz olanına.. Arnavut kaldırımında ayak sürüyerek ilerle yüz metre kadar. Duvarın dibinde oturmuş ağlıyorum. Dünyayı değiştiremeyecek kadar çocuğum. Ve çocukluğumdan kaçamayacak kadar büyüğüm. Adımına dikkat et, karanlık burası biraz…

 

6 Mart 2013 Çarşamba

HİKAYESİ OLMAYAN KADIN


 
 
"Ben o kadını bilmem, görmedim, tanımadım. Sadece anlatanların yalancısıyım"..
Böyle de diyebilirdiniz.
Olmazdı. Bilmemeniz mümkün değildi, ve görmemeniz, evinizde siyah beyaz tüplü televizyonunuz varsa, tanımamış olmanız mümkün değildi.. Sararmış gazete sayfalarının üzerine şöhretin gergefinde işlenmişliği vardı senelerce kadının ama ısrarla yalancısı olacağınız bir anlatıcı varsa, işte o da bendim o  gün.
 
Kapıyı açan haddinden fazla yaşlı kadın, çoktan ölmüş olmalıydım diyen gözlerinin ardından, "buyrun, arayıp haberdar etmişlerdi, yukarıda bekliyor sizi, uyku saatine yarım saat var ancak" dedi.

Daracık ve dönerek doğrulan bir merdivenden omzumu duvara yer yer sürterek çıktım. Tavanı yüksek her ev gibi sakinlerinden daha çok yaşayan bir evdeydim, ve aksine, sıvası kat kat susturulmuş her duvar gibi ölümü yaşamdan çok konuşan bir evde bir üst kata ilerliyordum. Her şey çoktan çürüyüp toprağa yürümüş gibiydi, ahşap merdivenler bile cilalanmış olduğu halde toprak kusuyordu ayak tabanlarıma..
 
 
Elimde kayıt cihazım, bir şeyler duymak ve duyduklarımı bir iz bırakan hikayeye dönüştürmek umuduyla buradaydım. Bolca birikmiş ve küflenmiş anıdan çıkacak ne çok hayat vardı kimbilir..Ölmeden ve unutulmadan hapesedecektim tamamını, bir gri küçük tuşa başıp. Bilemezsiniz bazı ölümler nasıl da kusursuzca yaşama dönüşüverir aniden, bazı ölümlerin başucunda bekleriz kökü toprakta unutulmaz hikayelerimiz olsunlar diye.. Yazar öldürür, yönetmen diriltir gibi geliyordu bana o odaya girmeden önce..
 
Siyatiği azmışcasına söylenerek açıldı aralı kapı, avuç içimle itttiğimde. Ben ki ardına kadar açık da olsa ses vermeden ve kabul görmeden girmemiştim ömrümce bir yabancının mahremine; nedense odadan uzanıp elime sarılan, kaynağı meçhul bir davetkarlık sanrısıyla düşünmeden yapmış bulundum. Kapı ardına kadar açılınca geri adım atıp kabahatimden kaçamayarak bekledim. Oldukça geniş bir odanın henüz göremediğim ucundan yankılanarak geldi sesi,

"Gir..Zaten yeterince içerimdesin kızım"..
 
Bu cümlenin  yakınlığı ve uzaklığı, sıcaklığı ve soğukluğu arasındaki uçurum tereddütümü besledi ama elbette adım attım itaat etmekten alıkoyamayarak kendimi.
 
"Afedersiniz. Kapı aralı olunca.."
dedim, cümlemin sonu da yoktu zaten, iyi ki tamamladı;
 
"Aralı kapılar tıklanmayı daha çok hak eder aslında ama mesele değil."
 
Ölü yapraklara biçilmiş çelişkili sıcak sarı bir tonla kaplanmış duvarların çevrelediği geniş bir odaya girmiş bulunuyordum böylelikle. Tavan öyle yüksekti ki,  çenenizi azıcık kaldırınca sonbaharın mahçup güneşini göreceksiniz sanıyordunuz. Gördüğünüzse, devasa kadın küpelerini andıran ve zaman aşımıyla görkemin yerini acınma arzusuna bıraktığı modası geçmiş avizelerdi yazık ki.

Duvarlarda ve tavanda gezindiyse gözlerim, o tok sesin sahibinden kaçmaya çalıştığımdandı.

"Gel" dedi.. Oysa uzatsaydı cümleyi, belki daha bile kaba olsaydı yer yer, ya da def etseydi daha iyi hissedecektim. Eve adım attığımdan beri bir tuhaf kaçma arzusuyla dolup, yer yer bu arzuyu çarpıntıyla sızdıran kalbim, evin kasvetli havası ve kadının bir kahin dudaklarından çıkmışcasına kendinden ve itaatimden emin sesi sayesinde içimden kaçmaya çalışıyordu. Topu perili köşke kaçmış çocuklar gibi hissedişim öyle saçmaydı ki, zira sesin sahibini naif siyah beyaz filmlerinden biliyordum herkes gibi. Tek suçum, söyleşiden kısa süre sonra öleceğını ummaksa, üstüme başıma bulaşan da bu kirli beklentinin laneti olsa gerek diye düşünerek ilerledim ve oturduğu üçlü koltuğun yanındaki tekli bordo kadife koltuğa konuverdim. O kadar çekinerek yaptım ki bunu, bir karınca sandalyesine aynı ürkeklikle otursam kırmayacağımdan ve sığacağımdan emindim.


"Neyse.. " dedi, "Uzatmak çok lüzumsuz.."

Kayıt cihazını tutan ellerimi dizlerimin üzerine çekinerek koyarken

"Kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim, ama anlayamadım özür dileyerek, uzatmak dediniz? Bağışlayın ama neyi?"

"Bir hikaye çalmayı umuyorsun benden.. Uzatmayalım kibarlıkla maskeleyeceğin giriş cümlelerinle.. Uykum da gelecek birazdan . Ben öldükten sonra beni tanıyanlara altında isminle satacağın bir hikaye gaspetmek isteyeceksin diğerleri gibi.." Bunu gülümsemek konusunda uzunca bir süre nadasa bırakılmış dudaklarının desteği ve engeliyle söyledi. Bazen karşınızdaki şaka yapıyor olsun diye dua edersiniz içinizden hani..

"Rica ederim, çalmak değil elbet.. Sizinle bir küçük sohbet bile sevenleriniz için..."

"Sevenim yok artık benim,  ve dürüstlükle niyetine sahip çıkarsan ne mutlu, zira hırsızlık yalancılıktan kutsaldır , neden biliyor musun?"
dedi.

Kayıt cihazını yanımdaki sehpanın üzerine koyarak iyi niyetimi ispata çalıştım, istemezseniz olmayacak, mühim olan hikayeniz değil sizsiniz mesaji vermek üzere.

"Çünkü, dedi, hırsız sana ait olanı sormadan alıp götürür, ruhun duymadan, ruhuna dokunmadan. Oysa yalan, insandan ona ait olanı ve göz göre göre alıp götürür, karşısındakine inanmış ruhu da paralayarak"...

Sustum. Bu benzetme incitmiş ve hevesimi oldukça kırmıştı. Ama aynı anda tuhaf bir dinginlikle sarılmıştı içime ve yatıştırmıştı beni bu kıran cümleleri. İçten içe, "Korkacak bir şey yok, kabalığımdan daha korkunç şeyle karşılaşmayacaksın" diyordu kadın sanki. Bilerek yapmıştı bunu.

"Olsaydı bir hikayem, çalmanı isterdim kızım."

" Senelerce başka hikayelerden okuduk ve hayranlıkla izledik. Yıllar sonra birikmiş ve bekledikçe kıymetlenmiş anılarınızca örülmüş hikayenize açlıkla ve merakla sormak istiyorum sizi. Hikayenizi sevenlerinize götürmek niyetiyle buradayım, elimden gelirse eğer."

O ana kadar farketmediğim mendiliyle silmeye başladı gül ağacından oyulmuş antika sehpayı, kayıt cihazımı birkaç santim uzağa dürterek.

"Anlatılacak hikayem olsaydı, ölümümü beklemezdi kızım. Tadını çıkarmış, yaşamış ve sakınmamış olurdum insanlardan."

dedi.

"Anlıyorum efendim. ...Anlamıyorum çok da aslında."

Mendili nazikçe çırparak loş odada gözüme soktu uçuşan tozları.. Belli ki bunu uçuşan toza tanık olayım diye yapıyordu, temizlik aşkına değil..

"Açıklığın hoşuma gitti. Anlaman saçma olurdu. " dedi tozlu mendili şişman dizlerinin üzerinde katlarken.

"Geçmişime kapılarak zahmet edip geldiysen de kapıldığın geçmiş bana ait değil demek istiyorum."

Elimi alnıma götürüp kaşıdım saçımın alnımla birleştiği yeri. Aslında ağrıyan başımı ovmaksa da  niyetim,  bu kabalık olurdu. Kafamın karıştığını bu incelikle anlatmak istedim.

"Anlatmak istemeyişinizi anlarım elbet ama anlatırsanız, kimbilir ne güzel hikayeler bırakacaksınız ardınızda. Yıllarca sizi saygı ve gıptayla takip etmiş insanlar, kimselerin bilmediği küçük bir anıya, size kıymetsiz gelen bir küçük hikayeye aç olabilirler. Niyetim anılarınızı ve hikayenizi çalmak değil, sizi geçmişin açılmak istemediğiniz sularında ıslatmak da değil asla. Bakın kayıt cihazım şurada, hoşlanmadıysanız anlatın, not alayım. Aslında bazı notlar da aldım size sormak üzere, oradan da başlayabiliriz.. Siz nasıl uygun görecekseniz."


"Toz zerreciklerini gördün ya, bu evin ihmal edilmeyen bir nizamı olduğu halde böyle bu. Seni yaşlılık ve yaklaşan ölümün kokusuyla ürtkütmek değil niyetim. Bu toz da geride bırakılmış ömrün değil, hikayesizliğin tozu. Seni kabul ettiysem, rahat verin artık diye. Yaz.. Gelmesinler, gelmeyin artık. Anlatacak tek hikayem yok benim.. Tek bir tane bile.."

Yüzü duvarların sonbahar rengiyle dolup taştı.. Arka planın güzünden ayırt etmek imkansızdı onu artık..

Sehpaya uzanıp kayıt cihazımı aldım elime ve diğer elimdeki kağıdı buruşturarak  cebime sokuşturdum; cevaplanmayacak soruların yazıldığı kağıdı. Ayağa kalktım ve elimi uzattım,

"Gerçekten anlıyorum sizi..Sizi tanımak yine de ne büyük onur."

"Yazdan geçiyorduk yeni yeni sonbahara kızım"

dedi.

Sustum ki anlamaya çalıştığımı anlasın.

"Yapraklar bile düşmemişti.. Bir esaslı hikayem vardı o vakit, ama öldürdüm gitti. Başka da hikayem olmadı hiç. Uyanmak ve uyumak arasında geçen kurgulanmış saatlerimi saymazsan eğer.. Gördükleriniz ve duyduklarınız, hikayesi olmayan ve geçmişini kendinden, keza kendini geçmişinden azat etmiş bir kadının binbir maskesi sadece. Benim hikayem yok kızım. Emanet hikayelerim var aşina olduğunuz. Bir yaşlı kadının geçmişinde yüzlerce hikaye vardır olasılıkla. El uzanır, yaralar, unutursun ancak aynadan sırıtır izi. Bunlara hikaye nişanesi takmayı çoktan bıraktım ben...De ki hatırlamıyorum hiç, yaşlı hafızama şükürler olsun. De ki, hikaye değil de düş saydım onları. Adamakıllı bir hikaye istiyorsan ama...Eh, vardı bir tane, dedim ya vaktiyle yaktım gitti.. Yazar öldürür, yönetmen yaşatır, aynen hissettiğin gibi kızım. Ancak, benim ölü hikayeme yanaşan da olmadı yaşatmak üzere. O yüzden eksik hissediyor ve çok istiyorum uzağınızda ölmek kızım. Yazdan geçiyorduk ben ölmeden önce. Kalbim ayak uçlarıma akıyordu, yerine sığmak ne kelime.. Hikayeme gerçeklerin mürekkebi akmadan hemen önce, mimiklerim ardında kırışıklık değil, iltifat gören birer ince iz bırakırdı.  Yaz kızım, hikayem yok benim, rahat bırakın.."


Henüz ölmemişti. Tıbba sorsanız yaşıyordu. O sıralarda bir yavru kedi bırakırdınız kapı önüne, bakardınız küçük titrek kuyruğu üç beş günde bir küçük hikaye yaşatmış O'na. Bir süt kabı devrilirdi, ayak uçlarını ıslatıp; bu bile bir küçük hikayeydi. Ancak ne sahiplenirdi bir kısa hikayeyi artık ne de vardı öyle bir vakti.


Hemen, oldukça kısa süre sonra gazetelerde göründü uzunca süredir nadasa bırakılmış eski bir fotoğrafa emanet siyah beyaz gülümsemesi. Yazar öldürmüştü, yönetmen kaçmıştı. Yaprakların bile düşmediği bir mevsimdi. Bazı kadınların bir kalp kırıklığı sonrası hikayesizlikti.


"Ben o kadını bilmem, görmedim, tanımadım. Sadece anlatanların yalancısıyım"..
Böyle de diyebilirdiniz.
Olurdu aslında.
O'na sorsanız, tam da böyle anılmak isteyecekti.
Yalancısı olacağınız hikayesiyle, bilinmedik, görülmedik ve tanınmadık olmayı
hikayesizliği tercih edecekti kalbi dökük hemen her kadın gibi.
Ancak, inkar etse de hayatın atadığı bir sürgün hikayesi vardı bana da anlatmadığı,
işte o sahip çıkılmamış hikaye onun istediğince bitmedi
çoğu kadınınki gibi..

Bunu bildiğinden inkar etmişti.
İnkar iyi hissettirmişti.
İyi de etmişti.


 


 
 
 
 
 
 
 
"-v