20 Şubat 2013 Çarşamba

Düşün İçeriği, İçeriğin Düşü




Elbisemin altında uçuşma gayretiyle kıpırdaşıp durdukça geri teperek yatışan kum tepeciğinde açtım gözümü. Sorsanız iki yüzyıl uyumuş, ve uyandığında nesli tükenmiş bir hayvan kadar yalnız, aç ve yabancı hissediyordum kendimi bulduğum yerde. Çöl rüzgarı, deniz kıyısında teninizdeki teri, ardında hoşluk ve serinlik bırakarak uçuran yaz meltemi kadar romantik ve ıslak olmuyordu; madde 1.

Kuma gömülü ellerimi, kumun yakan telaşından söküp kaldırdım göz hizama. Parmak aralarımdan aktıkça kum tanelerinin ince ateşi, üşümeye başladığıma şaşarken, yaşlı  ve içi dolu bir öksürük dürttü kulaklarımı. Başımı hızla kaldırıp, üzerinde uzandığım tepeciğin sonsuz, sarı ve sıcak çölün geri kalanıyla birleştiği yerde sırtı dönük o adamı gördüm. Üzerinde gamsızca oturduğu kum vücudunu haşlamıyorsa eğer, sigara tüttürüyor olmalıydı, silüetinin sol yanak kısmından yükselen dumana bakılırsa.. Ellerimi aceleyle çırparak doğruldum yattığım yerden. Hızla yaptığım bu hareket, ömrümce kaldırmadığım yükü üzerimden hınçla atmak kadar yorucu olmuştu. Yine de yaptım. Gözlerinizi açıp, rüzgardan ve yabancı sesinden başka hayat emaresiyle karşılanmadığınız bir tür ölüm ya da dirilişte, her zamanki kadar temkinli olmanız gerektiğini içinize fısıldayan sesin sahibine susmasını emrediyordunuz ister istemez . Madde 2.

 Ayaklarımın altından yakarak ve gariptir, üşüterek akan kum tepeciğinden inip kuma saplanıp yine kumdan sıyrılarak yaklaştım silüete. Yaklaştıkça düşük omuzlarını, ensesini, ağarmış ve yer yer dökülmüş saçlarını, kareli gömleğini seçer olunca seslenmeye karar vermiştim ki, araladığım dudaklarımın arasına doluştu sesi “biçimi olan her şey ölümlüdür, çölse biçimsiz..”

Kulaklarımla değil dudaklarımla duyduğum bu cümleyi anlamlandıramadan yürümeyi sürdürdüm.Adamın sözlerini değil, ettiği sözün varlığını umursuyordum. Neden burada olduğumu az çok biliyordum, mesele bu değildi ama peki ya  o neden buradaydı?

Soluk alış verişini duymaktan ve emin adımlarla ilerlemekten men eden çöl rüzgarına rağmen, ulaşmıştım yaşlı silüete. Elbette silüet olmaktan çıkmıştı çoktan. Düşmeye direnerek kuma bata çıka ve derin soluklarla attığım adımlardan haberdar olsa da, ancak omzuna dokunmak üzere uzanınca, "oo, erken geldin" dedi çevirerek vücudunu bana.

"Beni mi bekliyordunuz?" dedim

Dökülmüş dişlerinin arasından gülümsedi ağzındaki sigarayı düşürmeden.

"Daha neler.. Seni ne diye bekleyeyim ben? Ben beklemem, daima buradayımdır ben ve zaten beklesem de beklediğim sen olmazdın herhalde"

Biraz bozularak da olsa, gülümsedim.

"Peki.. ama demin kurduğunuz o cümleyi anlayamadım o zaman ben. Rüzgar öyle sessiz bir gürültüyle çarpıyor ki aklıma, belki de ben yanlış anladım uğuldayan şuurumla söylediğinizi."

Son kelime ağzımdan çıktığında, cümlenin başındakinden çok daha öfkeliydim adamın küstahlığına. Bu yüzdendir ki, adamı geçerek yürümeye devam edecek oldum hırsla.

"Hiçliğin ve her şeyin olduğu yerde ve zamanda bile eksik etmiyorsunuz siz kadınlar, önemli ve özel hissetme arzularınızı. Zamansızlık ve mekansızlık umrunuzda olmalı biraz; madde 3. Şaşıyorum şu yaşıma rağmen size ki nereden baksan ölümsüz  ve ölü sayılırım"

Durdum. Döndüm.

"O halde itiraf etmelisiniz, beni bekliyordunuz."

Adam gülümsemesini ve sigarasını, hatta ağzının içinde sallanan dişini düşürmeksizin kalktı kum yığınının üzerinden. Kuş tüyü yataktan doğrulur gibiydi kalkışı ve bana doğru gülümseyerek sendelemeden yürüyüşünde çölün ağırlığından eser yoktu. Başka bir mekandaydı sanki vücudu.

"Şu var ki, seni beklemiyordum. Çünkü ben asla beklemem. Beklemeyi pek tarif de edemem ama senden öncekilerden sıkça duyup kendimce anlamlandırdığım bir sözcüktür. Bekleyen umansa, seni beklemiyordum katiyen. Beklemek zamana karşı işlenen pasif bir tür suçsa, ne zamanla edilgen bir alışverişim olmuştur, ne de suç işlemişliğim. Ben tanık olmak için buradayım sadece. "

"Burada oluş sebebimi biliyorsunuz o halde, tanıklığımı şimdiden kabul ettiğinize göre"

"Çoğu şeyi bildiğim doğrudur. Senin sebebini değil de sonucunu biliyorum diyelim ona da."

Kolundaki saate benzer şeye bakıp ekledi,

"Diğerleri de gelmek üzeredir. Amma da aceleci çıktın sen. Vaktinden önce gelen olmamıştı hiç."

"Ölmüşüm gibi konuşmazsanız sevineceğim. Ayrıca daha demin zamanla alışverişim olmaz diyen bir ölü ya da ölümsüz adamın kol saati taşıması ironik biraz".


"Zamanla alışverişim yok demedim ben, öyle acelecisin ki idraktan alıkoyuyorsun kendini. Sadece veririm, zamandan borç almam ben. Yaşlanmam bu yüzden. Zamana borçlanmam. Ölümsüzlüğüm bu yüzden. Kol saati dediğine gelince küstah kadın, burada zaman yoksa da, duvarın üstünde oturan çocuğun sıkılıp gideceği anı öngören bir şey bu kolumdaki. Sizin çağrı cihazlarınız gibi düşünmen işe yarar. Uzaydaki cisimlerin fakir kısır döngüsü ya da devinimine bağımlı bir safsatadan bahsetmiyoruz burada. Ayrıca, elbet ölmedin ama ölümü de tartışacak olursak, gideceğimiz yere geç kalırız. O durumda zaman alacaklı olur ve bahsettiğim üzere, asla kabul edemem borçlanmayı."

Sözü biter bitmez, kurgudan dem vuran dakiklikte bir çift kahkaha sesi geldi kuzeyden. Yakın bir kuzeydi bu, uzağa bakmıyordum, zira yaşlı adam beni paylarken, elleri kolları birbirine dolanmış iki sevgili bitti en fazla birkaç metre uzağımızda. Tenlerinden dökülmeyi sürdüren kuma bakılırsa, benimkine benzer bir kum tepeciğinden uyanalı çok olmamıştı. Farkları da şu olacak ki, yalnız uyanmamışlardı.

Yaşlı adam

"Geldiniz gençler.."

Kendimi tutamayıp kumu ayak parmaklarımla karıştırıp savurarak söze girdim,

"Ama geciktiler.."

Yaşlı adam asla sönmeyen ve kısalmayan sigarasını parmaklarıyla dudağının diğer ucuna iterek karşı çıktı bana yine.
"Aşk daima vaktinde gelir. İnsanlar aşkı zamansızlık ve imkansızlıkla özdeşleştirmeye bayılırlar oysa.. Öyle ya, aksi halde onca ağlak şiir ve onca şarkı kime ve neye yazılacaktı? İlham perilerine seve seve yem ettiğiniz etli ve lezzetli kalpleriniz var ki, en anlayamadığım. Vaktinden çok önce ya da sonra diye bir şey yoktur oysa. Ne zaman gelirse, odur vakti; madde 4"

Acı acı gülümsedim. Eteğimi uçuşturan çöl rüzgarına söylenerek yürümeye başladım, sırf beni bir kez daha yaralayan yaşlı adam durdursun diye. Ardımdan tek tük dişlerin arasından tüten dumanın gülümsediğini ve bu zamansızlık ve mekansızlıkta  benim kadar yalnız uyanmayışlarına içerlediğim yılışık çiftin karşılıklı öpüşlerinin sesini kulakta değil ensede hissederek aştığım birkaç adım sonra, kum kokan bir insan nefesi yüzümde, ayak parmaklarının ucunu benimkilerde duyarak durdum. İrkilerek,

"Önüne baksana!"

demiş bulundum.

Başımı kaldırıp kamuflaja bürünmüş iri yarı adamla göz göze geldim. Gözlerimdeki istikrarsızlık ışıltısından kibarca güç almış olacak ki, ya da emin değilim belki cüssesinden,

"Koskoca çölde bana toslayan siz olmayasınız sakın hanımefendi, ben böylece durduğuma ve siz yürüdüğünüze göre ?"

Onlarca adım geride kaldığını sandığım yaşlı adam ortamızda bitti ışınlanırcasına.

"Bu kadın öyle çok konuşur ve öyle çok şikayet eder ki, yarışmak istemezsin genç adam. Duvara yetişelim"

dedi. Aynen böyle söyledi. Hırsımdan yaşlı adamı kuma gömebilirdim.Yapmamak için biricik sebebim vardı. Yürüdüm.


Kamuflaja bürünmüş iri yarı adam, buram buram  çöl kokusu tütüyordu. Çöl gibi görünüyordu ve çöl dile gelse onun ses tonuyla yapardı bunu, emindim.

"Neden saklanır ki insan böyle bir yerde?"

dedim dilimi onca saattir tutmanın acısıyla patlayıp.
Adam marşını sekteye uğratmadan cevapladı önden,

"Saklanıyor değil, savaştığım şeye karşı durmak üzere, şartları benimsiyorum sadece."

Yaşlı adam usulca girdi lafa,

"Sıcak çöllerde çoğu hayvan,günün en sıcak saatlerini bitkilerin altında ya da doğrudan yer altında geçirir, gece avlanır ve besin arar. Çölde varolma savaşı kolayca saklanmayı gerektirir güneşten ve olası türlü türlü tehlikeden ki aynı şey sizin adına "hayat" dediğiniz için de geçerlidir."

ekledim,

"madde 5."

Kamuflajlı adam
"Ve hanımefendi, gün tepede olduğuna göre, ancak gizlenerek yol alabilirim demektir bu.."

Adamı tepeden tırnağa süzüp, üzülür gibi oldum onun için. Benim kadar istediği şey her neyse, kumun sıcağına ve çölün donduran yalnızlığına çarpa çarpa yürürken, duvarı aşmak üzere attığı her adım kaya altına saklanmış minik bir çöl faresi kadar ürkekti görüntüsüyle arasına giren tezatlıkla. Savaşmakla sobelenme kaygısı arasında salınıp duruyordu ruhu kadar büyük bedeni. Fırtına büyük dalları da eğip bükerdi tabi. Ellerim beyaz elbisemin koca ceplerinde izledim saklanmaktan yorulmuş bacaklarını adamın.

Kolundaki o şey her neyse göz atıp durdu yaşlı adam. Tanık adam. Ölü ve ölümsüz olan. Nihayet öyle bir ufuk serildi ki kumun doluşup çoktan kızartıp kararttığı gözlerimizin önüne, aynı adımla komut almışcasına bir es verdik. Öyle durduk ki, genç çiftin öpüşmeyi bıraktığı mucizesi birkaç adım arkamda kaldı.
İçimden,
"Nihayet sustu şehvetiniz"dedim

Bir duvar..
Görmüşlüğünüz vardır.
Yüksekliğini tarif edemeyeceğim.
Hepiniz az çok tanırdınız.

Mesele şu ki, benimle eşzamanlı ve eşkoşullu değilse de, bir gün ve bir şekilde siz de durmuştunuz önünde, ve korkarım ölene dek, zaman zaman soluğunuzu önünde alacaktınız.( Madde kaç?) İlkini ana rahminden dünyaya gelmek üzere tatmıştınız..

Duvarın tepesine oturmuş çocuğun sabırsızlıkla sallanıp kalın tuğlaları tokatlayan küçük ve çıplak ayaklarını onca mesafeden öylesi kusursuz bir seçicilikle izlemek, şaşkınlıktan başımı döndürdü. Karıncaya kilometrelerce uzaktan baktığınız halde mimiklerini seçebildiğinizi hayal edin. Öylesi bir deneyim..Öylesi bir şaşkınlıktı..

Yaşlı adam belli ki rakamlarca ifade edilmeyecek tekrarlara tanık olmuş. Tanık adam. Ölü ve ölümsüz adam.. Uğrunda savaştığımızın yüksekliğini bizim kadar önemsemeyen dış göz..Bir küçük olasılığın olduğu yere umut serpen ve karamsarlıkla dalgasını geçen adam. Tanık adam. Umudunu çabucak yitirip hayıflananları, onları öfkelendirip hırslandırarak amaçlarına bağlayarak, çabaya ve nihai sonuca tanık olan adam...

Genç çiftin iki ayrı elinden iki ayrı vapur bileti uzandı duvardaki çocuğa. Çocuk iki bileti aldı eğilip duvarın bulutlara karışan yüksekliğinden alçakgönüllü gülümsemesiyle,

"Geciktiniz diyecektim arada aklı bir karış havada aşk olmasa."

Çift keyifle sarılarak, senkronize cevapladı.
" Her sabah karşı tarafa aynı vapurla geçiyor ve sözcüklere sırt dayamadan, birbirimizin göğsüne kafasını gömen bakışlarla iniyoruz vapurdan. Birbirimizin yüzünde  asılı gözler, dudaklarımızda asılı cesaretsiz sözler olduk. Her sabah "ya o gelmezse" olduk biz, fena olduk, bulanıyor cesaretsizliğe aşkımız. Duvarı aşalım istiyoruz. Ayrı uyuyup, düşümüz sırtında beraber geldik size. Dediler ki, düşte aşınca bu duvarı, bizim olurmuş gözlerimizi açınca bir tür mucize..O zaman düşte tattığımız dudağın adı oluruz"


Çocuk korosu gibi aynı anda şakımaları öyle komik geldi ki, elimle ağzımı sımsıkı kapayarak kahkaha attım. Aşılacak duvarın üzerindeki çocuk, başını bana doğru çevirmeden baktı gözlerimin içine. Sustuğumu tahmin edersiniz. Küçük ve tertemiz bir çocuğun ruhen yüzüme çevrilmiş yüzünden korktuğumdan değil, kendimden ve kahkahama sığınan yokluğumdan utandığımdan.

Genç çifte bir başlangıç tuğlası işaret etti duvarın üzerindeki çocuk. Sevinçle ilk tuğlaya, sonra sonrakine ve ardından sonrakine birbirlerine omuz vererek tırmanarak bir çırpıda geçtiler duvarın diğer tarafına. Bu rüyadan uyandıkları gün küçük ve cesaretli bir adım sonra, düşlerine değil gerçekliklerine ortaklıkla katılacaklardı..

Yaşlı adam, gözlerini kaşıyarak

"Bu sahneye tanıklık etmek oldum olası doldurur gözlerimi"

dedi.

"Hadi canım sen de" dedim. İnsan bile değilsin, sende kalp ne arar?"

Yaşlı adam duymazlıktan gelerek kamuflajlı adamı itti duvara.

"Hadi bakalım, sıra sende"

Sona kalmak öyle işime geldi ki, kuma oturup kollarımı bağlayıp rahatsız edici bir alaycılıkla izledim olanları. Kendime ve amacıma olan güvenim azaldıkça kaçmak istedim ama koca çölde kendimden kaçıp bitki köklerine ya da  kaya dibine gizlenecek denli küçük değildim. Ben de bu düşe amacıma varan duvarı aşma niyetiyle düşmüşsem de, sıra bana geldiğinde dilimin tutulmasından, ya da daha fenası, başaramamaktan delice korkuyordum.

Kamuflajlı adam, ürkek çöl komandosu,

"Bakmayın cüsseme, düşüme yattım da  büyüdüm. Aslına bakarsanız sevgili çocuk, gerçeklikte ufacık bir vücuda sığışmış bir cesaretsizlikle yalpalayarak ayakta durmaya çalışıyorum.  Beden değilse de böyle kıymetsiz hissettiren, korku dolu bir kalple giriştiğim her işten aşağılanıp ve alay konusu olup vazgeçiyorum. Düşümden uyandığımda, bedenen değilse de, dünyaya meydan okuyan yanlarım serpilmiş halde başlayayım güne. İzin verin, el verin, akıl verin aşayım şu koca duvarı." dedi.


Duvarın üzerindeki çocuk ses vermeyerek gülümsedi. Duvarda bir farenin geçeceği büyüklükte kapı açıldı.

Çocuk,

"Öyleyse, kapının kolunu bük, aç ve geç duvardan"
dedi.

Adam çöl rengi gözlerini kısarak baktı minicik kapıya. Sonra duruşunu, omuzlarını güvenle dikleştirerek,

"Üzgünüm sevgili çocuk ama, ben bu küçük kapıya sığmayacak denli büyüğüm. Sürünür ve karnımı da az biraz içime çekersem olur ya, geçme şansım olur belki ama, bu düşe aşağılık bir çözümle sürünerek muvaffak olmak üzere gelmedim. İzninizle uyanayım. Belki vakit alır ancak, hallederim kendi çabamla umarım bir gün."

Yaşlı adam gülümsedi sigarasının filtresini tek tük dişleriyle sıkıştırarak.
"Tanığıyım çözüme giden yolların sefil olanını tereddütsüzce ve cesaretle ittiğine elinin tersiyle. Bu da senin çözümündü işte."

Duvarda kocaman bir kapı açıldı, koca adam, koşarak sarılıp kapıya, açıp geçti sığışmadan ve sürünmeden.  Eminim, artık kıymetsiz hissetmiyordu.

Sıranın bana geldiğini artan gönülsüzlükle kabullenerek kalktım ayağa, eteğime doluşmuş kumları çırparak ve sakinliğimi gülümseyerek ispata kalkışarak.

Çocuk eğilip duvardan, tertemiz gözlerine yığdığı yetişkin ciddiyetiyle baktı gözlerime. Konuşmaya zorlarsa kaçacağımı sezmişti. Yerime başladı söze,


"Düşündesin. Yalnız ve olduğun gibisin. Tanık olduğun hayallerden farklı buldun kendininkini, belki onların hayaline gülerken kendi imkansızlığını saklamaktı niyetin. Yalnız bil ki, düş düştür nihayetinde ve senindir, sense düşünün."


"İlginin içeriği olduğum gibi, ilgili olduğum şeyin ta kendisiyim" dedi yaşlı adam, "bir kitapta okumuştum" gülümsemeden.

Çocuk başını salladı,

"düşünün içeriğisin sen. Bir parçası olduğun düşten korkulmaz, utanılmaz ve kaçılmaz. Daha mühimi de şu ki, düşün senin içeriğindir, yani sen hayalinin hem nesnesi, hem öznesisin. Çabaladığın şey sana düş kadar uzak gelse de, aslında çoktan varlığınla iç içe geçmiş ve gerçekleşmiştir. Buna sanrı, yanılsama ya da rüya diyebilirsin ancak ne önemi var ? Nihayetinde neyin kadar gerçek olduğundan emin olamayız. Sen ürkersen kendin olma hayalinden, hayalin de aynı oradanda ürkecektir senden."

Bir ayağım geride, kumda koşarak uzaklaşmaya hazır dinledim çocuğu ve yaşlı adamı.

Yaşlı adam,

"Bazen başarmak zorunda olmaz insan. Düşün işlevi çabalamaktır. "Madde son". Duvarı aşmak zorunda değilsin ama biliyoruz ki, ve tanığınım ki bal gibi istiyorsun kendin olmayı. Düşe geliş halini anımsa, "sen olmayı" delice istediğini en başından anlatmıştı sebepsiz öfken.

Çocuk nihayet gülümseyerek,

"Sen kendi duvarının tuğlasısın. Kendi duvarında sonsuzluğa sürdürebilirsin varlığını. Yahut, biraz çabalayarak, kendini duvarın diğer tarafına atman gerekecek. Buna hazır mısın, yoksa kaçmak mı geliyor içinden?

Yaşlı adamın sigarası seyrek dişlerinin arasından  kuma atarken kendini, ve çocuğun konuşan resmi duvarın üzerinden parça parça silinirken, gözlerimi yatağımda açtım.

Duvarı yine mi aşamamıştım?





...































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder