11 Nisan 2013 Perşembe

GÖZÜM KAPALI DEDİYSEM..



Bölüm başkanıyla görüşmem gerekiyor. Neden bölüm başkanıyla görüşeceğim ki? Bu akademik bir mesele değil be!
- İdari müdahale boyutu büyümesin istiyoruz, danışmanla konuşmadan önce kendisiyle görüşmende fayda var, yardımcı olmamıza izin ver lütfen.

Sana yardımcı olmaya çalışıyorum, diyen yabancıdan oldum olası korkarım.

-Eve uğrayayım, çok yorgunum, yarın giderim yanına.
Kadının gözleri küçülüp, göz bebekleri büyüyor. Bu o kadar tarifsiz bir çirkinlik ki gözlerimi kapıyorum.
-Makul bir izahate ihtiyacımız var öğrenimini sağlıklı şekilde sürdürebilmen için. Sadece anlat, paylaş istiyoruz, böylece meseleyi büyümekten alıkoyabiliriz.

Bölüm sekreterliğindeyim. Başımı geriye atıp duvara yaslıyorum güzel başımı. Başımı çok seviyorum, çok güzel şeyler taşıyorum içinde. Sonra anlatırım..

Kadın sekreterle konuşuyor. İsmini elbette biliyorum, ancak insanları düşünürken bile unvanları, hele isimleriyle bir araya getirme konusunda bir tür titizliğim var. Genelleyerek cezalandırıyorum onları iyi hissettirmiyorlarsa. Babam bana sürekli "çocuk!" diye hitap ettiğinden zihnime kalıtılmış olsa gerek bu hastalık. Yani bir hak ediş meselesi nazarımda.

Sekreter bana bakıyor, ince dudaklarını büzüyor, öğle tatilinde yapmayı planladığı her ne varsa mani oldum diye yapıyor bence. Ona sorsan can sıkan, hatta üzücü bir mesele var öğrencinin biriyle ilgili, ancak esas yaklaşımı asla bu değil. Şimdi aşağılayarak baktı diye küçüleceğim sanıyor oysa ben kollarımı açıp esneyerek büyüyorum.

Kısık bir sesle "tabi" diyor eli uzattığı telefonda, gözünün ucu bende; tamamı değil. Çok da önemsenmediğimi hissettirmek için böyle yapmak zorunda, başımı sallayarak bu davranışsal hesapçılığını onayladıktan sonra, sağımdaki evrak dolabına yaslıyorum.

-Buyrun, sizi  bekliyorlar.

Bunu işitirken gözüm kapalı; kadın omzumu dürtünce duymazlıktan gelişim zoraki bir son buluyor. Kalkıyorum yerimden, içeri girerken arkamdan iç çekerek bakan sekretere dönüp "saat kaç?" diyorum. Cevap vermiyor.

Kadın beni yetkili merciye elden teslim edip çıkıyor odadan; ondan önce bir "durumu biliyorsunuz" deyip. Neyi biliyorsa artık..

Sağımdaki krem güderi koltuğa usturupluca atıyorum kendimi. Masaya en yakın olanı seçiyorum ki gözlerimin altını ve içini seçebilmek için uzaktan uzağa eğilmesin üzerime, gözlerini kısarak. İnsanların uzağınızdayken öne eğilip odak ayarlarıyla oynama yetileri varmışcasına sizi süzmeleri gülünç manzara.

-Öğretmenlerine anlatmamışsın durumunu. Bana anlatmak istersin diye düşündüm. Elimden gelen bir şey varsa ne ala, aksi halde rehberlik birimine görünmende fayda olacak..

Açık yeşil duvardaki krem panjurlara kaldırıyorum gözlerimi. Ardına kadar açmış adam, ömründe ilk kez güneş görmüş gibi. İçeri ışık kusuyor biri.

-Bahar geleli çok oldu esasen.
diyorum.
Demin kendinden emin tavrıyla kavuşturduğu parmaklarını ayırıp önündeki dosyayı huzursuzca iterek dirseğine yer açıyor. Boğazını temizliyor yarattığım rahatsızlığı saklamak için vakit kazanmak üzere. Masanın üzerine koymadığı diğer eliyle gözlüğünü düzeltip çenesini sarıyor parmaklarıyla. Neyin kafasında olduğumu anlamaya çalışmak üzere seferber artık tamamen vücut dili.

-Çok oldu, evet. Farkında değilmiş gibi mi görünüyorum?
-Oda çok aydınlık. Fazla değil mi sizce de? Baharın ilk günleri bu heves hoş görülebilir ancak o coşkuyu çoktan atlatmış  olmalısınız.   Esniyorum, son sözcük anlaşılmıyor pek.
-Ne söylediğini pek anlamadım. Her neyse.
Dosyamı açıyor huzursuzca.
-Bu üniversitenin ve bu bölümün öğrencisi olmayı başardığına göre sınavda uyuklamamışsın. Ailen uzakta, yurtta da kalmıyorsun; yeni bir başlangıç seni zorlamış ya da aksine büyülemiş olabilir. Bir şeyler denemeye başlamış olabilirsin. Bize anlatmazsan başına iş alacağın türden denemelerden bahsediyorum.

Kollarımı kavuşturuyorum. Her bahar güneşi gibi göz almaktan başka işe yaramıyor bu da. Bir battaniye verseler, en azından sınıftan çıkarken hırkamı almama müsaade etselerdi keşke.

-Üşüyor musun?
Üşüyorum desem kafasında kaç tilki turlayacak acaba? Elbette bunun endişesiyle saklamayı tercih edecek değilim.
-Üşüyorum. Siz üşümüyor musunuz yoksa?
Kaşlarını çatıyor, öfkeyle değil de, işin ciddiyetine canı sıkılmışcasına.
-Pek değil. Uzun sürmeyecek. Dinliyorum şimdi.

Yaklaşık beş dakika dinliyor, ama anlattıklarımı değil elbet, uykulu gözlerle boş boş bakan alık ifademe eşlik eden sessizliği ve arada bir de esneme sesimi. Akademisyenler sabırlı insanlar, diye geçirirken içimden tam da,


-Peki. Dosyanda ardında bıraktığın ciddi bir fizyolojik ya da psikolojik rahatsızlık ya da madde bağımlılığına dair veri, rapor yok.
Kafam sağ omzuma düşüyor, kaldırıyorum, sanırım bu adamı sekreterden daha çok ciddiye alıyorum.
-Derslerde sürekli uyuyormuşsun. İki ay oldu dönem başlayalı ve günün ilk derslerine ya son beş on dakikada geliyor, ya da hiç katılmıyorsun.Sürekli uyukladığından derse katılmıyorsun da tabi. Yalnızca soru sorulduğunda ve hatta bazen dürtüldüğünde uyanıyor, evet, çoğunlukla yerinde sayılabilecek yanıtlar verip uyumaya devam ediyormuşsun. Sınıfın konsantrasyonunu alaşağı ettiğinden bahsetme ihtiyacı dahi duymuyorum.  Nedenine dair bizlerle konuşmamakta ısrarcıysan, rehberlik birimine ya da fizyolojik bir rahatsızlık yaşıyor olma olasılığını da göz önünde bulundurarak hekimliğe görünmekte  fayda görmüyor musun sen de?

Kafamı masanın ucuna dayıyorum. Güzel kafamı. İçinde çok güzel şeyler var. Anlatacağım.


-Çok istiyorsanız görünürüm. Ancak bir sağlık sorunum yok bildiğim kadarıyla. Sayılıyorsa iki yıl önce böbrek rahatsızlığım oldu, ama şimdi görece iyiyim.

-Canın isteyince uyuklamaktan vazgeçip konuşabiliyormuşsun, en azından bunu öğrenmiş olduk.
-Canım istediğinde değil de gerçekten gerekince aslında.. Uykuluyken konuşmak zorlaşıyor, yoksa severim konuşmayı ben.
-Nasıl bir uyku halidir bu? İki aydır süren?
-Canınızı sıkmak istemem ama bu daha başlangıç..

Son cümlenin ardından
"Çıkabilirsiniz" diyor. Kıstığım sol gözümü açıp gülümseyerek teşekkür ediyorum. Çıkarken sekreter masası önünde duraklayıp, "saati sormuştum?" diyorum.
13:10 diyor suratını asarak. Neredeyse bitirdiği öğle yemeği masasının üzerinde. Bana kızmış olmalı. "Acaba, diyorum, önünüzdeki pilavı yemeyecekseniz?..."Gerçi  suratını asmayan halini görme şansım olmadı henüz, belki bana da değil tavrı.

Saat 16:40'ta kampüs hekimliğinden gözlerimi ovuşturarak çıkıyorum. Öncesinde danışman huzuruna çağrıldım ve benimle ısrarcı uzun bir monolog yaşamak istedi. Beni bir şeye zorlamış değiller, ancak  direneceğiniz tatlı bir rehberlik maskesinin altında daha ciddi bir vakit kaybı yatar genellikle. Adımlarımın nispeten hızlandığı söylenebilir. Çok değil, artık gücüm ne kadarına elverirse..Üniversite hayatımın tek keyifli anı başlıyor. Başımı otobüs camına dayayıp uyukladığım o bir saat. Çoğu öğrencinin tercih etmediği bir semte giden servis neyse ki dolu olmadı iki aydır hiç.

Temiz yüzlü ve biraz da aptalca ifadeli bir genç olduğumdan, bir de tabi, yönetim ihtiyacım olduğuna ikna olduğundan- ki öyle- toptancı hanının anahtarı bende her gece. Başta sıkça esneyen ve her an uyuyakalacakmış hissi veren bir gence güvenmek istemedilerse de, birkaç soruyla sınayıp gecenin ve dolayısıyla işimin tamamına hakim olduğuma şaşkınlıkla ikna oldular. Kira ya da fatura yükümlülüğüm yok. Hanın kapalı otoparkındaki boxer dili dışarıda karşılıyor beni. Elimdeki poşeti hevesle koklayarak koşuyor ardımsıra, içindekinden yana iştahı açılmasa da bugün bununla yetinmesi gerekeceğinin farkında, zira kasap kepenk indirmeden, birkaç sıyrılmış kemiği bir poşete koyup kapı önüne bırakması ricamı haftanın bir, belki ve ancak iki günü hatırlıyor. Kulübesinin yanına sandalyemi çekip sekreterin pilavını boşaltıyorum içine plastik mama kabının, önünden geçtiğim fırından aldığım somun ekmeği üzerine ellerimle doğruyorum. Kaptan taşanlarla başlayıp kuyruk sallayarak gürültüyle bitiriyorken yemeğini, kitabımı açıp okuyorum. Henüz başlardayken uyukluyorum. Buna siz uyuklamak derdiniz diye böyle söylediysem de, gözlerim kapalıyken daha iyi düşünüyor, anlıyor, ve daha iyi duyumsuyorum. Güzel kafam benim. Göz kapaklarımı hanın kepenkleri gibi indirip bolca düşünüyor benim için.

Bu alışkanlığımın da bir geçmişi var tabi. Dedem, tekerlemelere ve zaman idaresine düşkün bir adamdı. Konuşurken ağzından eksik etmediği şivesine, tekerlemelerde rastlanmazdı. Onunla vakit geçirmek, beni çevremdeki tüm yetişkinlerin aksine adam yerine koyarak karşısına alıp sohbet etmesi, bahçedeki dut ağacını silkelemekten bile daha çok keyif verirdi. Başımı okşayıp, "ah senin bu güzel başın" derdi.. "çok güzel şeyler saklı  içinde, aramasını bilirsen." Birtakım tuhaflıkları yok değildi. Aslında çoğu insan onun pek normal olmadığını iddia ederdi. Sebebiyse zamanın hızına savaş açmış bir anadolu şövalyesi oluşuydu belki. Dedem  ben yaşta bir çocuğun oldukça zorlanacağı tekerlemeleri gözüm kapalı, kusursuzca ve bir solukta söylemeyi öğretmişti bana. Gözüm kapalı dediysem lafın gelişi değil.

-Gözlerini kapamazsan tekerlemenin doğasındaki vakitsizliğe yenilirsin. Gözün takılır bana, şuradaki ağaca, şu masaya, buluta, toprağa. Gözlerini kapadığında daha iyi çalışır kafan, zaman ağır akar, sözcüklerin ve ömrün hızına yetişirsin.

Sahiden öyle olurdu. Dedem ben bahçeye lale soğanlarını ekmeye çalışırken, eski ahşap sandalyesinde arkasına yaslanarak, dudağında bilge bir gülümsemeyle kapardı gözlerini. Uyur sanardı herkes, bense sırrını bildiğimden, uyumadığını, duyumsamaya reel zamanın neredeyse yüzde biri hızıyla devam ettiğini, kuşları duyduğunu, yan avludaki tandırın kokusunu aldığını bilirdim. Öyle ki bazen gözleri kapalı,  "az öteye al o soğanı, gülün kökleri sarılacak sonra yavrum, derdi. Dedemi uykusunda kaybettik. Zamanla yarışında kaçınılmaz olarak mağlup görünse de, doksan sekiz yaşına kadar fena mücadele etmediğine tanık olmuştuk.

Zamandan korkuyorum işin aslını sorarsanız. Korktuğumdan saldırıyorum. Bir de tabi, elvermeyen şartlar, an denen şeyi tadı çıkarılacak olmaktan çıkarıp, aksine ona karşı kontra atak taktikleri geliştirmeye zorluyor; dedemin bana açtığı sırrı doğrulayarak.Bazen uyumaya vaktiniz olmuyor, uyanık kalmaya takatiniz. İşte o zaman, içiçe geçirerek yaşıyorsunuz düşü ve gerçeği. İşe yaramak zorunda; insanlar anlamayacak ve sebepler arayacaktır yapmaya çalıştığınıza. Buna rağmen sürdürmek zorundaysanız, aldırmadan devam edersiniz işte.

Uyanık kalmak, yalnızca gerçekten zorunlu kaldığımda yaptığım. Aksi türlü bu iki ayın üstesinden gelemezdim ve okuldan atılmayacaksam devamının..Dedem bunu ön görmüşcesine eğitmişti beni. Hanın rengi solmuş telefonunun zırıltısıyla sıçrıyorum yerimden. Arayan annem, şimdi müsaade ederseniz gözüm kapalı birkaç yalan söyleyeceğim içi rahat olsun diye. Sonra çalışmaya devam edeceğim.Ah, o kadar anlayışlısınız ki, size isminizle bile seslenebilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder