25 Nisan 2013 Perşembe

SIRA SENİNDİR


Gök gürültüsünden korkmuyordu hiç. Korktuğu gürültüden önce gözdağı verircesine patlayan flaştı. “Dur, daha neler yapacağım sana ben” dercesine göz kırpan gökyüzü, onu takip eden gürültüden de beter bir şeydi.. Söz konusu oldukça yakın gelecek bile olsa, büyük annesinin iddia ettiği üzere, bir sonraki adımı fısıldayan her şeyin bir kötü niyeti olmalıydı..

Soluk mavi bir gözdü sokağın sonundaki evi. Soluk, mavi ve kör…Kapısı açıldıkça içeri girmiyor da dışarı, her seferinde daha dışarı çıkıyor hissi veriyordu insana. Kışın penceresinden dışarıyı görmek için delirmiş olmanız gerekiyordu. Camın saydamlığı kalın naylonla örtülüydü zira.Birkaç adım sonra içeri girdiğini sanarak dışlanacaktı aidiyet ihtiyacından payını almamış rutubet kokusunca.. Yağmurun çatı aşındıran telaşı kedileri ve köpekleri bile kovalamışken sokaktan, o ıslanıyor olmayı ömrünce kanıksamış, ağır ağır ilerleyecekti hiç girmek istemediği evine.

Kapıyı ablası açtı. İmkansızlık kimini men ederken hayalden, kimini ona el ovuşturmaya iterdi. Bu kızcağızın açık kestane saçlarının örttüğü düşük, dar omuzlarında, nasıl hayatta kaldığı bilinmez bir yükü vardı büyük düşlerin. Bir önceki güze kadar. Okulu bırakıp kardeşlerine anne ilan edilinceye kadar. Sırf aynı rahimden diğerlerinden önce çıktı diye, ona ait olmayan bir ömrün zifaf gecesine itilmişti o.

-Ayaklarını çıkar. Çamursun hep..
Dedi yüzüne bile bakmadan.
Yüzüne bile bakmadan konuşulmasına oldukça alıştığından, ikiletmeden çıkardı ayakkabılarını. Eline alıp kapının arkasında yere serili poşetin üzerine koydu.
-Yedik biz. Tüp bitmesin, ılıktır hala. Öyle ye..

Bunu söyleyip usulca geçti içeri kız. Küçük kardeşinin uyuduğunu bildiğinden ayak uçlarında geçti içeri çocuk. İçeri dediysem, hepi topu küçük bir “içeri”den ibaretti zaten ev. Öyle dar bir içeri’ydi ki, istese de alamaz gibiydi onu. Büyük annesi minderin üzerinde tespih çeviriyordu. Tepeden bakıldığında, oldukça yüksekten izlendiğinde bir dağın eteklerini andıran kırışık dudaklarının kıpırdayışı biraz olsun huzur veriyordu ona. Dualara ve asla getirmeyeceklerine oldukça derin bir saygıyla bağlıydı. Büyük annesi ona duaların bir şeyleri düzeltmek değil, düzelmeyene dahi duyulan saygı ve minnetin ifadesi olduğunu söylemişti,
-Tespihi daha hızlı çevirirsen, ve daha çok dua edersen babam bu gece de gelebilir belki büyük anne?
dediğinde…

Babası birkaç ay arasına sıkışmış tek bir gecede ve oldukça sarhoş gelirdi eve. Yer yatağında gözlerini sıkıca kapayarak yaşardı varlığını onun. Gözlerini açıp yanlış bir şey yapmaktan korktuğundandı bu, diğerleri gibi. Size ait olduğunda emin olup bir yandan da şüphe ettiğiniz  ne varsa getirin gözünüzün önüne; yaşadığı hissi açıklardı bu. Büyük annesi karşılardı babayı oturduğu yerde sessizce. Senelerdir tek kelime ettiklerine şahit olmamıştı kapalı gözleri. Babası gelir, oturur, anlayamadığı şeyler anlatırdı yerde yatan çocuklarına, sobaya, yüzüne bakmayan, tek kelime etmeyen yaşlı annesine, mümkün olduğunca dinlenmediğinden emin olunca da, ki bu sabahı bulurdu, çekip giderdi. Her ne olursa olsun, bu bir babası olduğunu kendine hatırlatarak uyanacağı sabahın müjdecisiydi onun için. Var olduğundan emin olmak için, konuşup dinlediği, dokunup kokladığı bir şey değildi baba. Aslına bakarsanız, hayatta hiçbir şeyin varlığını sağlama yolu değildi muhatap olmak. Nasıl ki o sokaklarda çalışıyorken, insanlar ona varlığını hissederek karşılık vermeseler de, o bal gibi biliyordu yaşadığını..Öyleydi biraz bu mesele..

Gökyüzü kırptığında gözünü, elindeki kaşık titredi, çorbanın dizlerine dökülüşünü seyretti huzursuzlanarak. Bu ardından gelecek gürültünün habercisi olduğundan.. Ablası mavi demir kapıyı gıcırdatarak çıktı dışarı. Bunu duydu. Hemen ardından gök gürültüsünü…Sonrakinin habercisiydi işte yine önceki. İlki daima daha ılımlı, daha yumuşak olurdu. Kahin daima kirli kehanetlerinin aksine temizse, safsa nasıl ki.. Kaşığı ağzına götürürken gözleri büyük annesindeydi. Her zamankinden hızlı çeviriyordu tespihini ve dudakları öyle hızlı kavuşup uzaklaşıyordu ki birbirlerinden, hızlıca el sıkışıp anlaşırcasına, soğuk çorbanın boğazından aşağı inişini tamamlamasına fırsat vermeden sıçradı yerinden. Kapıya koştu. Açıktı. Yağmur öyle sert konuşuyordu ki, alınır gibi oldu bir an. Anlaması ve kabullenmesi saniyeler sürdü. Eşiğe serili gazete kağıtları daha fazla ıslanmadan kapadı kapıyı. İçeri girdi. Zaten hep içerideydi. Büyük annesi,

-          Yarın kardeşlerini doyurmadan çıkma evden, dedi göz yaşını ağır ağır omzuna sürterek. Sıra senindir şimdi.
Çorbayı açlığına inat oyalanarak karıştırıp kaşığıyla,
-Ben gitmeyeceğim hiç.
Dedi. 
Büyük annesi gülümsemeye yaklaştı bir an,
-Her kim “ben yapmayacağım” der, işte o andır yapacağının kehaneti, gürüldeyecek göğe efendice göz kırpan şimşek gibi.. Ye oğlum. Yarın daha yorulacaksın. Ye de uyu..

İçinden aksi geldiyse de çocuğun, gülümseyerek dikti kafasına çorba kasesini. Haberci vazifesini yerine getirmiş, sıra ona gelene dek yağmur dinmiş gibiydi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder